Perşembe, Ağustos 01, 2019

temmuz okumaları



japonca mas que nada (hiç portekizce'yla japonca'nın benzediğini düşünmüş müydünüz?)

evet hangi motivasyonla yazdığımı ben bile artık bilmiyorum ama buradayım işte. başlıktan gayet anlaşıldığı üzere temmuzda okuduğum kitaplardan ve ağustos hedeflerimden bahsedeceğim.

yevgeny zamyatin - biz

yazarın en ünlü romanı zaten, türdeşlerine çok da benzemeyen bir bilim-kurgu. hemen hemen bilinen tüm popüler sci-fi romanlarına da ilham vermiş; cesur yeni dünya, 1984, mülksüzler... 1921'de yazıldığını düşünürsek zaten nasıl bir baba olduğunu anlarız. romanı birçok farklı şekilde okumak mümkün, yerine göre bir aşk romanı da olabilir sosyolojik bir inceleme de. bir kere isminin "biz" olması bana direk biz - onlar/ötekiler karşıtlığı üzerinden kimlik oluşturma çabasını hatırlattı. içerik de bunu destekliyor. roman birinci ağızdan anlatılan bir günlük olarak kurulmuş, kahramanın değişimi kendini açıkça gösteriyor. modern insanın matematik, düzen, bilme çılgınlığının hangi boyutlara ulaşabileceğini sarkastik bir dille anlatmış çünkü kahramanın övdüğü şeyleri okurken elinizde olmadan ne saçmalıyor bu adam diyebiliyorsunuz. elbette, zamyatin post-modernizmi öngörmediği için şuan romandaki dünyada yaşamıyoruz ama eminim o yıllarda bir gelecek düşleseydik bundan farklı olmazdı.

oscar wilde - vera veya nihilistler

okunması çok kolay bir tiyatro. nihilistler felsefi bir geleneği değil cumhuriyetçiligi ve devrimciliği ifade eder günün rusya'sında, çok olumlu bir imaj çizmemiş wilde, daha çok içgüdüsel hareket eden bir grup. kötü danışmanlar yüzünden despotlaşan ve halktan uzaklaşan çarın oğlu da onlardan biridir. vera ise aslında bir köylü kızı olup erkek kardeşinin intikamı için nihilistlere katılır ve sonra çarın korktuğu isim olur. çar öldürülüp yerine halkı seven nihilist oğlu geçince vera onun öldürülmesini istemez, biraz da aşk söz konusudur ama ne olursa olsun o çardır, cumhuriyet idealinin karşıtıdır. onu öldürme görevi kurada kendisine çıkar. bu sırada yeni çar kötü bakanları uzaklaştırıp, adli suçluları serbest bırakıp, halka temsil hakkı vermekle meşguldür. nihilistlere göreyse en kötüsü iyi bir çar ve reformdur çünkü devrimi geciktirir. (marx'ın fabianism eleştirisine paralel, reformlar mevcut sistemi devam ettirmek içindir, marx ise devrim ister). oyunun sonunda vera yeni çarı öldüremez ve onun hayatını kurtararak rusya'yı da kurtardığını söyleyerek ölür. yani cumhuriyet demokrasi filan gelmez, iyi kalpli bir otokrat gelir.

hilmi yavuz - üç anlatı

ilk anlatı taormina'da hilmi yavuz kendi ütopyasını anlatmış diyeyim biraz da felsefe yaparak. ikinci anlatı fehmi k.'da ise post-modern edebiyat metni nasıl olur onu yazmış. öyle ki derslerinde okutmak için mi yazdı merak ettim -işte size post-modern edebiyatın her özelliğini barındıran bir metin. üçüncü metinde ise yine benzer şekilde baş karakterin hilmi yavuz olduğu "kuyu" isimli bir hikaye. çok beğendim diyemem ama eğlendim kesinlikle. yine de kurguda çok başarılı bulmadım kendisini.

raymond queneau - zorlu bir kış 

yine tahsin yücel çevirili olan zazie metroda romanını çok eğlenerek okumuştum. kendisi oulipo diye bilinen bir edebiyat akımının kurucularından, perec ve calvino gibi ünlü isimler de bu akımda yer alıyor. sınırlı yazma teknikleri kullanan bu romancı, şair ve matematikçiler (evet matematikçi) kendilerinin de yazarken zevk aldıkları ve yeni yapılar ve şablonlar aradıkları bir potansiyel edebiyat peşindeler. oulipo zaten ouvroir de littérature potentielle'in kısaltması, yani potansiyel edebiyat atölyesi. (ouvroir aslında dikiş odası gibi bir şey demek, yazarlar yazma eylemini bir tür dikiş, işleme olarak görüyor diyebiliriz sanırım.) siz de yazmayı denemişseniz farketmişssinizdir, konusu net bir şekilde belliyse yazdığınız şeyin yazması daha kolaydır. sınırların insanın yaratıcılığını tetiklediğine inanıyorlar. neyse biz kitabımıza gelecek olursak başkarakterimiz ikinci dünya savaşı sürerken gazi olup iyileşmeyi bekleyen otuzlarındaki Lehemeau (bu ismin ingilizce karşılığı ise hamlet'miş). bu kitabın satışı tükendiği için sahafta görünce hemen aldım. biraz değişikti, tamam karakterin geçmişi hamlet'inki gibi trajik de, eee? evet adam resmen anti-hümanist ama eee? kibirli ve biraz da sosyopat ama... öyle yani. iyi bir öykü ama bir öykü gibi bitmesini beklemediğim için tatmin olmadım. siz ona göre okuyun. kitabın beğendiğim yanı altmetni çok dolu olmasına rağmen (ince bir novella) yoğun hissettirmiyor, her şey ima ediliyor ama anlıyorsunuz yani. bir de sanırım çeviri kayıpları var çünkü fransız okurlar bazı kelime oyunlardan bahsetmişler. 

jean paul sartre - duvar

dönem içinde aldığım çağdaş felsefe dersinde bir sürü sartre metni okumuştuk, ayrıca ben kendim okumalar yapmıştım. bu yüzden sonrasında bir edebi metnini okumak çok tatlı oldu benim için. sartre'ın geç dönemini seviyorum çünkü bana olgun ve makul geliyor. gençken yazdıklarının biraz fazla iddialı olduğunu düşünüyorum ama bu kadar ünlüyse sebebi de o iddialı olma hali işte, şair ve felsefeciler için bence böyle. gözükara ve fevri olmak gerekiyor, tarihte yeriniz olsun istiyorsanız. neyse, sartre'ın şu ünlü sözü var ya, varoluş özden önce gelir, bunun anlamı şu, bu zamana kadar felsefeciler tanrı fikrinden "kurtulsalar" da öz fikrinden kurtulamadılar ama sartre'a göre bunlar paket halinde satılıyor (buna hiç de katılmıyor ve bence bugün kimse de katılmıyor) o yüzden öz fikrinden de vazgeçmeli.  çünkü diyor, irade anlamayı takip eder, eğer tanrı bizi yaratmayı irade ettiyse demek ki bizim ne olduğumuzu biliyordur. gel gelelim iş böyle değil, diyor. tanrı olmadığına göre bir varlık olmalı ve bu varlığa göre varoluşu özünden önce gelmeli. ki bu da insandır tabi ki. insan doğası diye bir şey yoktur çünkü onu tasarlayan bir tanrı yoktur. insan kendi ne yaparsa odur, bu yüzden hayatındaki her şeyin sorumlusu da odur. hatta ve hatta kendi seçimleriyle bütün insanlığa karşı sorumludur çünkü her seçimiyle insanlığı da şekillendirir. peki bu her şeye izin olduğu anlamına da gelir mi? insanın yaptığı hiçbir kötülüğe karşı bahanesi olamaz. insan özgürlüğe mahkumdur, yalnız ve kimsesizdir. ancak sonraki bir röportajında bu özgürlük işini biraz abartmış olabileceğini kabul ediyor, daha o zaman marx'ı ve freud'u anlayamadığı için bir şeylerin eksik kaldığını kabul ediyor. 

öykü kitabımıza gelecek olursak ancak gelebiliyoruz evet, ilk öykü duvar, tam da bu felsefenin öyküsü. beş hikaye de aslında marjinal tiplerin hikayesi denebilir. son öykü ise bana hesse'nin demian'ınını ve joyce'un sanatçının genç bir adam olarak portresi'ni hatırlattı. ama kahramanımız lucien akıntıya daha fazla kapılan bir arkadaşımız, önce bir freud'a sarıp kendindeki her şeyi odip'e bağlıyor, bir ara acaba ben gay miyim diye bakınıyor, en son anti-semitist oluyor filan. diğer üç öykü de psikopat, sosyopat, şizofrenlerin öyküsü. bence güzel başarılı ve varoluşçu akjdhkjfdh yabancı'yı bulantı'yı sevdiyseniz bu öyküleri de seversiniz.

imre kertesz - kadersizlik

okuduğum en güzel ikinci dünya savaşı romanlarından biriydi, belki en güzeli. sırf toplama kamplarındaki "dehşet"ten ya da "cehennem"den bahsetmediği için, "soykırım kurbanları ile alay edildiği" gerekçesiyle basılmasına izin verilmemiş. kertesz yalnızca on beş yaşındayken götürüldüğü kamplarda yaşadıklarını anlatıyor, bütün açıklığı ve gerçekliği ile. abartı yok, duygu sömürüsü yok. okuyucu dehşeti kendi hissedebilir ama yazar bunu dikte ettiği için değil. romanın kara mizah ya da ironi unsurları taşıdığını da düşünmüyorum, birçok yorum okudum böyle, yazarı anlamadığını düşünüyorum bu yorumların. sadece çok hassas ve derinde olan, açığa çıkmasından biraz da korkulan bir gerçekliğin cesurca dışavurumu. bu yorumların bile cesareti bu dürüstlüğü olduğu gibi kabullenmeye. son sayfalar yazar tam da bunu anlattı aslında. nasıl anlamak istemediğini insanların onu.

“her şeyi, bunu anlamaya çalışmalılardı, her şeyi elimden alamazlardı; bana kazanan ya da kaybeden durumunda olmak, ne neden ne etken, ne yanılan ne haklı çıkan durumunda olmak yakıştırılamazdı. sadece masumiyeti kabul etme durumunda kalmak gibi aptalca bir acılığı yutamazdım.”

gertrude stein - picasso

gertrude hanımefendi picasso'nun portresini çizdiği arkadaşlarından biri. ama pek de özeline inmemiş picasso'nun, bence hemen herkesin yazabileceği bir anlatım olmuş. isterdim ki daha özel daha mahrem şeyler yazmış olsun. ama pislik yapıyorum tabi, kadının yaptığı doğru. daha çok hangi  akımlardan etkilendiği üzerine bir eserdi. stein özellikle picasso'nun herkesin gördüğü gibi resim yapmadığını tekrar tekrar söyledi. yani bunu zaten resimlerine bakınca kolayca anlıyoruz, rahat ol hanım. en sona da bazı önemli eserlerinin resimlerini ve bir iki fotoğraf koymuşlar bitirmişler. biraz öylesine okudum yalan yok, stein'ın yazarlar konusundaki fikirlerine katılmıyorum çünkü dedi ki illa yazar yaşamak zorunda değil ama ressam yaşamak zorunda. kendisi öyle olabilir ama bu genelleme yapılamaz. ben zaten biyografi okumayı sevmem ya, siz bana bakmayın.

stein by picasso


ağustos'ta okumayı düşündüğüm kitaplar şimdilik şöyle:

samim kocagöz - onbinlerin dönüşü
stephen hawking - her şeyin teorisi
rainer maria rilke - malte laurids brigge'ın notları
ihsan oktay anar - yedinci gün
taha akyol - 101 kitap
goethe - italya seyahati
sevinç çokum - onlardan kalan
pakistan hindistan öyküleri
henry bauchau - çevre yolu
haydar ergülen - üzgün kediler gazeli

bakalım, hedefi biraz yüksek tuttum ama bilemiyorum ne olur

2 yorum:

  1. https://arakolpa.blogspot.com/2012/08/yedinci-gun-uzun-ihsan-efendinin-son.html

    Okuma listenizdeki bir kitap için yaptığım bir tanıtım ilginizi çekebilir :)

    YanıtlaSil