Pazartesi, Ekim 24, 2016

filmekimi gerçekleri


yazının yapısı filmlerin en az beğendiğimden bayıldığıma doğru gidecek şekilde inşa edildi. (iyi halt yedim, inşa edilmişmiş, cümlenin bozukluğuna gelin) daha önce yazabilmeyi isterdim ama işte bahaneler bahaneler. (tembellik)

birth of a nation

trailer'ındaki müziklerin aşık olarak gittiğim şu filmin neden ve neden ve neden festival filmi olduğunu anlamıyorum. gerçekten. no idea. ich weiß es nicht. wǒ bù zhīdào. nadu mulla. (engin dil bilgim beni duygulandırıyor) bu filmden bahsetmiştim izlemek istiyorum diye, pişman değilim yine de çünkü böylece adam gibi eleştirebileceğim bir filmim oldu. (ne izlese beğeniyor bu da zaten yaftasından kurtardım. hadi yine iyiyim.) the man who knew infinity hakkında düşündüklerimin aynısını düşünüyorum desem yeridir. (biyografi filmi yapınca niye böyle yapıyorsunuz, bkz. olli maki çok iyiydi) olmuyor abi, se-nar-yo yazamıyorsunuz. böyle daldan dala atlayan, şekeri karıştırılmamış çay gibi (benzetme için teşekkürler derviş zaim) yazarın elinin belli olduğu (bkz. deus ex machina) birbirinin takip eden sahneler. kan gövdeyi götürüyor zaten. o işkence sahnelerinde kulaklarımı kapatıp gözlerimi de sıkı sıkı yummam gerekti. (hiç gelemiyorum böyle şeylere, sanki bana yapılıyormuş gibi hissediyorum) velhasıl kelam, fikir güzel, amaç güzel, konu güzel, imkanlar oyunculuklar müzikler güzel. ama senaryo olmamış nate parker.

rahatça filmdeki en iyi sahneydi diyebilirim, evet tabi ki ağladım

desierto

rexx en iyisi. cidden. ama kadıköyü teyzeleri değil. yani deli ediyorlar beni, biletim tam ikisinin yanındaydı. neyse ki sonradan dayanmayıp değiştim yerimi, herkese her şeye diyecek lafları var. beş dakika içinde o kadar çok insana laf ettiler ki (bunlardan biri de bendim tabi) en sonunda çıldırmadan uzaklaşmamın iyi olacağına karar verdim. az daha filmden çıkacaktım sinirimden. önyargılar önyargılar... kimsenin yaşına hürmet edesim yok bazen. o yaşa gelmiş ama hala böyle bir kibre sahipse üzgünüm, mezarında görüşelim diyeceğim tutuyor, yutkunuyorum. neyse filme gelecek olursak, amoresperros'taki çocuğu bir bakışta tanıdım tabi ama o da ne? aradan geçen yıllar acımamış, yaşlanmış. film sınırdan amerikaya kaçak olarak geçen meksikalıların çöl sıcağında aklını kaybetmiş psikopat bir amerikalı tarafından katliama uğramalarını anlatıyor. Bir buçuk saatlik filmin bir saatinde aklımızı yitirecek duruma geliyoruz gerilimden. (ama ben bir süre sonra saldım, neyse ki hayatımda ilk defa galiba patlamış mısır almıştım, ona odaklanıp rahatlamaya çalıştım) solumun solumun solumdaki kadına film boyunca fenalık geldi, gerilim arttıkça offf puff ölüyordu. ama filmin geçtiği mekan (çöl) çok güzeldi, oradan kazandı.

ma loute / cicim

hadi after the storm'da ingilizce altyazı vardı öyle izledik ya bu filmi ne yapmalı? city's nişantaşı'nda izledim filmi, sadece türkçe altyazı vardı ve hem senkrone değildi hem de bazı yerlerde altyazı hiç yoktu. tam bir rezillik. (avm işte ne olacak hıh. bu arada ilk defa gittim oraya. avmlerden nefret derecesinde tiskiniyorum. hele bundan ayrıca.) film ise inanılmazdı. yani sanırım dört yıldır falan böyle bir film izlememiştim. yönetmen kesinlikle manyak. nasıl desem beni öyle etkisiz hale getirdi ki yorum bile yapamıyorum. eşsiz. 

age of shadows

gayet güzel bir film olmasına karşın rakiplerinden dolayı dördüncü sırada yer almak durumunda kaldı. bu filmi izlerken uzak doğu tarihi bilgimin sanırım ilk defa işe yaradığına şahit oldum. japonya işgali altındaki kore'de işgale direnenlerin öyküsü. her film türünün tadını bulabileceğiniz bir film, çok güzel replikleri vardı, çoğunu unuttum ama bir tanesi şöyle bir şeydi: "hatalar yapsak da hayatta ilerleriz. hatalarımız bir yığın halini alsa bile onların üzerine basarız. daha yükseğe çıkabilmek için."



hymyilevä mies  / olli maki'nin en mutlu günü

gerçekten güzel bir biyografi olduğunu söylemeliyim. olli maki finlandiya'nın 1962'de tüy siklette dünya şampiyonluğu için dövüşmüş ünlü boksörü. juho kuosmanen neden filmi siyah beyaz çekmiş bilemiyorum ama yakışmış. her şeyi gözümüzün içine sokan filmlerden sonra çok iyi geldi, zaten bayan oyuncu da muhteşemdi, evlenmek istedim kendisiyle. tebrikler efendim. başka festivallerde de görüşelim.

after the storm / fırtınadan sonra

türkçe altyazı senkronizasyonu sık sık kaybetti, beyoğlu sinemasında izledim. daha önce bu salonda böyle bir şey yaşamadığımdan şaşırdım. (fitaş olaydı şaşırmazdım mesela.) o açıdan biraz üzücüydü ama film o kadar harikaydı ki bunu önemsemedim. yönetmen yine ve yine harika bir iş çıkarmış, neden japon sinemasını sevdiğimi bir kez daha anladım. bütün salon kahkahalara boğuldu ve ağladık da. bir gün böyle bir film yapabilmeyi çok isterdim. (ya adam yani koreeda montajı bile kendisi yapmış beni şok etti, üstelik dur durak bilmiyor. sen adamsın hirokazu.)



the net

o kadar harika bir filmdi ki diyeceğim bir şey yok gerçekten. eleştirebilirim, aklımdan geçen bazı olumsuz yorumlar da yok değil. (evet ben, evet kim ki duk'u) özellikle bazı diyaloglar çok kendini belli ediyordu, kim ki duk pek fazla diyaloga yer veren biri değil filmlerinde, böyle olunca acaba diyalog yazamıyor mu diye düşünmedim değil hahah (aynısını nuri bilge için de düşünüyorum mesela ama o kendisi de itiraf etti zaten bunu) yanlışlıkla sınırı geçen kuzey koreli bir balıkçının hikayesi. güneye ve kuzeye, pek tabi onları güney ve kuzey yapan komünizm ve kapitalizm için al birini vur ötekine (aynı bokun laciverdi) derken bir yandan da aslında aynı dili, aynı kültürü, aynı tarihi paylaşan insanların birbirine nasıl düşman oldukları ancak bu kadar etkileyici bir şekilde anlatılabilir dedirtiyor. deli gibi ağladım. harikasın kim ki duk.

***

bir film ekimi daha böylece eksikleriyle (paterson, swiss army man, salesman) geride kaldı. önümüzdeki maçlara bakacağız artık. (36.istanbul film festivali) sevgiler...

Salı, Ekim 18, 2016

foster



hayatımda bu kadar kendi kendime yettiğim (ya da yetmeye çalıştığım ama sanırım ancak bir yere kadar başarılı olabildiğim) bir dönem daha olduğunu hatırlamıyorum. en yakın arkadaşlarımla bile pek konuşmuyorum, konuşsam da bunlar yalnızca sudan şeyler oluyor. bu onları daha az sevdiğim ya daha az yakın hissettiğim anlamına gelmez. bu yalnızca benim konuşmayı tercih etmiyor oluşumdan kaynaklanan bir sonuç. okulda zaten birlikte "takıldığım" bir arkadaşım yok.  ayaküstü yapılan, okul ders ekseninde dönen sığ sohbetler. (muhabbet kelimesini kullanmadığıma dikkat çekiyorum) arada ilginç insanlar oluyor. ("seni inceledim de bayağı orijinal bir insansın" diyen mesela. orijinal ne demek? normal bir insanım ben. en azından ben öyle düşünüyorum.) bir yandan istersem dahil olabileceğimi bildiğim ama pek istemediğim gruplar var. zaten  bu saatten sonra kimsenin düzenine de ayak uyduramam. bu noktada sınırları bulanıklaşan bir bölge olduğunu fark ediyorum. yalnız olmak hala benim yaptığım bir seçim mi yoksa artık bir mecburiyet halini mi aldı? yalnızlık bugüne kadar benim için muhteşem bir şeydi. (kendimi çok sevmesem de kendi kendime ne istersem yapabiliyorum, bunun için kimseye sormama ya da benim kimseyi düşünmeme gerek olmuyor) ama her zaman bu benim yaptığım bir tercihti, bazen bir arzuydu.


bugünlerde hayatımda hiç olmadığım kadar içime kapandığımı fark ediyorum. insanlarla iletişim kurma nedenim, eğer bunu yapmazsam en sonunda bir deliliğe sürüklenecek olmamdan kaynaklanan korku. ne var ki  bu yüzeysel çabalarım yüzeysel sonuçlar veriyor haliyle. bir yandan daha fazla yalnız olmaya pek sağlıklı olmadığını fark ettiğim bir iştah duyarken bir yandan daha sabırsız, agresif ve sessiz bir insan olduğumu görüyorum.  insanlarla kurduğum ilişkiler daha da zayıflıyor ve bu bir kısır döngü gibi, onların benden ve benim onlardan kaçmam şeklinde tezahür ediyor.  eğer kişisel yeteneklerim (bu kısım biraz şüpheli) ve zihnimi meşgul edecek ilgi alanlarım (ve pek tabi derslerim) olmasaydı sanırım çoktan çıldırmıştım. mesela, dün gece hayali arkadaşlarımla konuşurken yakaladım kendimi. asıl bunu bilinçsizce yapıyor olmuşum korkuttu. sonra neden olmasın diye sordum kendime üstelik bu endişeye rağmen. yirmi yaşındakilerin hayali arkadaşı olamaz diye bir şey duymadım. aklıma boku wa tomodachi ga sukunai isminde bir japon filmi geldi. pek arkadaşım yok anlamına geliyor ve film orada arkadaşı olmayanların kurduğu bir kulüp üzerine. (acaba ben de mi böyle bir kulüp kursam?) benim sevgili kei'm mesela, tomo-chan diye seslendiği bir hayali arkadaşa sahipti. o zaman belki de bu yavaş yavaş çıldırıyor olduğum anlamına gelmeyebilir. (kei çıldırmamıştı. yani sanırım.)


şimdi böyle düşünerek kendimi rahatlatmaya mı çalışıyorum, bu da kendimi kandırmamın bir başka yolu mu? yazıyorum çünkü böyle zamanlarda kafamı toplamak için yazmak iyi bir çözüm. hele de kimseyle konuş(a)mıyorsanız. kendinizi daha objektif bir biçimde değerlendirmek ve mahmuzlara asılmak için. montaigne'in belki de en sevdiğim sözü bu, "ruhum, yularından kurtulup kaçan bir at gibi kendini daha fazla yoruyor. kafam durup dinlenmeden, hiçbir sıra, hiçbir ilinti gözetmeden öyle garip düşünceler, öyle saçma sapan hayaller kuruyor ki, ilerde bunların anlamsızlığını ve acayipliğini görüp kendinden utansın diye hepsini kaydetmeye başladım." bunu ilk okuduğumda on dört yaşındaydım ve sanırım ilk defa o zaman ciddi manada yazmak benim için boyut değiştirdi diyelim. öncesinde yalnızca bunaldığımda rahatlamak, içimi dökmek içini yaptığım bir eylemken benim düşüncelerimi ve duygularımı daha düzgün bir biçimde ifade edip onları kaydetmemi, nasıl desem, bireysel bir bellek oluşturmamı sapladı. (hafızam hiç yeterli değil.) utanç verici olanlar dahil yazdığım hiçbir şeyi de atmadım, bu belki de kendimle yüzleşmeyi en iyi şekilde yaptığım çizgidir. dün ve bugün metroda hep şunu düşündüm, "yaşamak istediğim gibi bir hayat mı yaşıyorum?" çoğu zaman evet cevabını verebildiğim bu soru bu sefer bir çıkmaza dönüşmüştü. eve gelip çantamı yere fırlatırken "hayır" demek zor ve acı verici olsa da en azından hala bunu söyleyebilme cesaretim olduğu için dibe vurmadığım anlamına gelebilir. (tabi dibe vurmamak daha aşağılar olduğu şeklinde de yorumlanabilir) yaşamak istediğim gibi bir hayat yaşamalıyım, dönüp baktığımda  pişmanlık hissetmemeliyim. ama önce ne istediğime karar vermem gerek. bu da bir o kadar sancılı ve karmaşık bir süreç.   
  

metroda bulanık görüşümle haliç'e bakarken düşündüm. (yine. iki duraktan fazla süren her metro yolculuğu düşünsel çıkmazlara ya da aydınlıklara götürüyor beni, ne zaman kulağımda kulaklık varken başımı cama yaslasam kaçıp kurtulamayacağım bir döngüye hapsoluyorum) sabah uyandığımda ilk işim (bazen tuvalete bile gitmeden) maillerimi kontrol etmek oluyor. benim yüzümü hiç görmeden sesimi hiç duymadan beni seven insanların yazdıklarını okumak istiyorum. (belki bu da gerçeklerden kaçmanın yeni bir versiyonudur.) aralarından en sevdiğim arkadaşım şunu yazmış, "i always alone. walking, eating, go to class..." kocaman bir gülümseme gönderdim, o görmedi. (sistar - alone çaldı tabi) onun hakkında düşünüyorum, ne kadar tatlı ve kibar bir çocuk olduğunu. çok güzel resim çizer, fotoğraflar çeker. sessiz sakin bir hayatı düşler. makine mühendisliği okumasına rağmen bir gün çiçekçi olmayı hayal eder. neden yalnız olur ki böyle bir insan? etrafımda onun gibi tek bir kişi yok, olsaydı yanından ayrılmazdım. diye düşünüyorum. ben de her zaman yalnızım. yürürken, yemek yerken, okulda, sinemada... böyle yaşayıp gidiyoruz ya sonra dedim ki kime ihtiyacım var? yalnızlık bazen zor olabiliyor ama yine de olmak istemediğim insanlarla olmamdan iyidir. yalnızlık büyük bir özgürlük getiriyor. büyükçe de bir hüzün. ama yalnızsam bu iyi biri olmadığım için değil ki. yani hadi ben neyse, bu bahsettiğim kişinin kötü olmasına imkan yok.  yalnızız. hepsi bu. ama iyi insanlarız. yalnız olmamıza rağmen hayattan zevk alırız. arkadaşlarımız halimi hatrımızı sormasa da gülümseriz. pat diye neyin var diye sorsalar konuyu değişiriz, bir şeyim yok iyiyim demeyiz çünkü yalan söylemek üzer bizi. yalnızız. ama bunu açıkça söylemekten çekinmeyiz. arkamızda kimse yoktur, yanımızda da. yalnızız. ne olmuş yani? ne çıkar bundan? yalnız olmak hala çok güzel. yeni bir arkadaş istemiyorum ki ben. en azından artık istemiyorum. halihazırda var olanlar yeter. birbirimizi sık göremesek de konuşamasak da başkasını istemiyorum. ben sadece kendimi sevmek istiyorum. kendimi sevmek ve yalnız olmak. mecbur değilim, yalnız olmak zorunda değilim. ama yalnız olmayı seviyorum. tek başıma yürümeyi, yemek yemeyi; okulda, sinemada  yalnız oturmayı seviyorum. arada bir şöyle rahat bir sohbet, kendimi açıklamak zorunda kalmadığım bir sohbet. sonra yeniden yalnız olmak. kendimle. özgürce. endişelerden uzak, üzerimde gezen gözlerin farkına bile varmayarak. yalnız olmak.

sevgilerimle.



Pazar, Ekim 09, 2016

bānmǎ



Sòng Dōngyě - Bānmǎ Bānmǎ


Bānmǎ bānmǎ nǐ bùyào shuìzhe la (zebra zebra, uykuya dalma)
zài gěi wǒ kàn kàn nǐ shòushāng de wěibā (incinmiş kuyruğunu görmeme izin ver yeniden)
wǒ bùxiǎng qù chù pèng nǐ shāngkǒu de bā (dokunmak istemem yarana)
wǒ zhǐ xiǎng xiānqǐ nǐ de tóufā  (yelelerini okşamak istiyorum yalnızca)
bānmǎ bānmǎ nǐ huí dàole nǐ de jiā (zebra zebra, döndün yuvana)
kě wǒ làngfèizhe wǒ hánlěng de niánhuá (ama ben harcadım soğuk yıllarımı)
nǐ de chéngshì méiyǒu yī shàn mén wèi wǒ dǎkāi a (kapılar açık değil bana senin şehrinde)
wǒ zhōngjiù hái yào huí dào lùshàng (kendi yoluma gitmeliyim nihayetinde)

bānmǎ bānmǎ nǐ láizì nánfāng de hóngsè a (zebra zebra, güneyden gelen bir devrimsin*)
shìfǒu yěshì gè dòngrén de gùshì a (bu da acıklı bir öykü değil mi?)
nǐ gébì de xìzi rúguǒ bùnéng liú xià (eğer yanındaki soytarı** kalamazsa)
shuí huì hé nǐ shuì dào tiānliàng (kim uyuyacak şafağa kadar seninle?)

bānmǎ bānmǎ nǐ hái jìdé wǒ ma (zebra zebra, beni hatırlıyor musun hala?)
wǒ shì zhǐ huì gēchàng de shǎguā (ben bir aptalım yalnızca şarkı söyleyebilen)
bānmǎ bānmǎ nǐ shuì ba shuì ba (zebra zebra, uyu, uyu)
wǒ huì bèi shàng jítā líkāi běifāng (gitarımı alacak ve kuzeyden gideceğim)
bānmǎ bānmǎ nǐ huì jìdé wǒ ma (zebra zebra, uykuya dalma)
wǒ shì qiáng shuōzhe chóu de háizi a (ben şu hüzünlü görünen çocuğum)
bānmǎ bānmǎ nǐ shuì ba shuì ba (zebra zebra, uyu, uyu)
wǒ bǎ nǐ de qīngcǎo dài huí gùxiāng (çimenleri evine geri getireceğim)

bānmǎ bānmǎ nǐ huì jìdé wǒ ma (zebra zebra, beni hala hatırlıyor musun hala?)
wǒ zhǐshì gè cōngmáng de lǚrén a (ben sadece fani bir yolcuyum)
bānmǎ bānmǎ nǐ shuì ba shuì ba (zebra zebra, uyu, uyu)
wǒ yào mài diào wǒ de fángzi (evimi bırakacağım*** )
làngjì tiānyá (ve dolanıp duracağım)

Gitar: Song Dongye
Çello: Wu Mu
Aranjman: Wei Wei

*burada hóngsè kelimesi kullanılmış; hem kırmızı hem de devrim devrimci anlamlarına geliyor,
**burada da xìzi kelimesi kullanılmış; genelde oyuncu anlamında kullanılıyor, soytarı anlamı da var.
***ve burada mài diào kullanılmış; satmak, kurtulmak, bir şey için başka bir şeyden vazgeçmek gibi anlamlara geliyor

Cuma, Ekim 07, 2016

hiçbir şeyin on yılı


"acı belli bir eşiği aşınca bilinç kendini kapatıyor. aklın başından gidiyor. (...) yaşadığın onca acıyı, onca utancı unutmak istiyorsun. yoksa bunca acıyla, utançla yaşayabilmen mümkün değil. (...) bir zaman sonra unutmaya çalıştıkların hafızanda kör bir karanlık kuyuya dönüşüyor; yaşadığın her şeyi yutmaya başlıyor. yıllar geçtikçe hafızasızlaşıyorsun. o kuyu hemen her şeyi kendi karanlığına çekiyor ve karanlıklar içinde kalıyorsun." (cemal şakar, kara)

okul kafesinde yemek yerken dergide bir kitap değerlendirmesinde, son sayfada, son paragrafta benliğimdeki "karanlık" bir nokta ışıklanır. çok beklenmedik bir an. yüzümde şiddetli bir tokat, parmakların izi suratımda, böyle bir aydınlanmakla. ufak bir titredim, dergini  kapağı kapanır gibi oldu, tuttum, durdurdum, idrak etme sürecinde anlamsız boşluk, yalnızca bir saniye kadar zaman bekledi. sonra akmaya devam etti. en az elli kişi vardı kafede, hiçbiri ne olduğunu fark etmedi. yandaki çocuklar gülüyordu, birisi film izliyordu, iki kız dertleşiyordu. herkesin ayrımına varamadım, yakıcı bir ışıktı. sana söylemek istedim, herkesten çok sana. "bu yüzden işte bu yüzden unutuyormuşum,"   


ben seçmedim bu şarkıyı, bu yazıyı yazarken o geldi bana. ne demek istiyordu emin değilim. ama yine de en çok sana söylemek istedim. unutuyorum çünkü bir kara delik var belleğimde, üzülüyorum bazen unuttuğum için ama inan bana o olmasa, nasıl yaşardım bunca acıyla bunca utançla? en son iki gün önce anımsadığımda anlamsız bir biçimde döküldü sular. ne anımsadığımı bile söyleyemem, bilemiyorum, emin değilim. seninle ettiğimiz kavgalardan ağlamam gerekmez miydi? aramızdaki ilişki gittikçe daha kötü bir yere sürüklenirken, son diyemem çünkü son değil bu, nefret etmiyorum senden ama yorgunum, çok yoruldum. biliyorum sen de yorgunsun ama neden böyleyiz? bizim sorunumuz ne? sürekli bunu sordum kendime. itiraf etmekten kaçtımsa da bir süre en sonunda söyledim işte. 

bunca zaman sonra bile, ne kadar çok şey paylaşmış olursak olalım tanımıyorum seni. ya da onlar mı tanımıyor seni? kimseye söyleme, onlar beni hep gülen biri olarak biliyor dediğinde düşündüm, belki de onlara rol yapıyordun. peki fark eder mi? dürüstlüğe inanmıyorum diyorsun. telefonu elime alıyorum, yazmalı mıyım sana, düzelir mi o zaman? zamanı geldi mi? bana dönmüş, dürüstlüğe inanmıyorum diyorsun. ve biliyorsun. kimsenin yüzde yüz dürüst olabileceğini düşünmesem bile olabildiğince yapsak. buna inanıyorum. biliyorsun. ve diyorsun. düşünmeden konuşuyorum diyorsun ama beni düşünen biri haline getirdin. düşünüp de konuşan biri dürüst değildir. değildir işte. hep törpüleriz düşüncelerimizi, hareketlerimizi. olduğu gibi saf halleriyle çıkmasına izin vermeyiz. rol kesmek değil mi bu? rol yapmak istemiyorum, düşünmeden konuşan ve hareket eden biriyim ben. bunun benim dürüstlüğüm olduğuna inanırım. her zaman iyi sonuç vermeyebilir ama ne yapalım?


söylediklerim için de kızıyorum kendime söylemediklerim için de. ne düşünüyorsun şimdi, benim mi bir şey yapmam gerektiğini düşünüyorsun. şüphesiz öyledir, kaç defa düşündün ki kendinin haksız olduğunu? nerede duruyorum senin gözünde, anlayamıyorum bir türlü. bu da bir başka sorun. etrafında başka insanlar olmadığında mı seçeneğim? işte yazdım sana, ne olacak şimdi? ya rol yapacağım ve yoluna girecek her şey  -bir sonraki patlama anına kadar- ya da dürüst olacağım ve sonunu ikimizin de kestirmesi mümkün olmayacak. bir şekilde hep vicdan azabı çekiyorum senin yüzünden, ben kendimi suçlamaya bu kadar eğilimliyken bunun geleceğim tek nokta olduğu aşikar değil mi? ancak üzerinden, uzun, oldukça uzun zaman geçtikten sonra sakin bir kafayla değerlendirebildiğimde olayları kendi yanlışım kadar senin ya da başkalarınınkinin de ayırdına varabiliyorum. işte bu sefer kendimi deli gibi suçlamaya girişmeden önce duracağım, kendiminki kadar senin yaptığın yanlışı da göreceğim. rol yapamam hayır, hepimiz bizim için belirlenmiş kıyafetleri giymiyoruz, hayır, hiçbir şey yokmuş gibi davranamam. benim inandığım bu değil ve ne olursa olsun bu şekilde yaşayabileceğimi düşünmüyorum. eğer bu bir felakete sürükleyecekse seni, beni ya da ikimizi birden, bunun olması gerektiği için olduğuna inanacağım. kim bilir belki de seni o kuyunun içine iterim bir gün, belki sen düşersin. eğer bir gün baş edemediğim bir acı ve utanca dönüşürsen unutmak isterim seni. unutmam gerekir. sürekli kafamın içinde olamazsın ki başka acılara, utançlara yer açmam gerekir.


şimdi sana yazdım ve bunu yaptıysam o uzun ve uykusuz gecelerde benimle konuşup kaybolmamı önlediğin için. ama üzücü olan bu. bir çeşit minnet. sorumluluk hissine benzeyen bir his. ama yalnızca seni sevdiğim için, kaybetmek istemediğim için olmalıydı. ya da aynı şekilde sen, haklı olup olmamayı umursamadan, kızgın olup olmamayı, kırgın. yazmalıydın. şimdi ikisi de değilken, yalnızca yapmam gerektiğini düşündüğüm için yaptığım için, her şey yoluna girse bile bu unutmayacağım  bir... diyemem, kuyuya düşebilir.


ama sen unutmayacaksın değil mi? sen dört mevsim bahar, sen birlikte yaşayamayacağın bir acıyla, bir utançla henüz tanışmamış olan çocuk, hatırlayacaksın ve sonra bunu benim karanlık geçmişimden bir parça haline getireceksin. ben bir türlü tam olarak hatırlayamadığım bu anının sorumluluğunu üstlenmek zorunda kalacağım, kendimi savunabileceğim her bir nokta bulanık olacak. "ah biliyorum, böyle düşünmüş söylemiş yapmış olduğum için mantıklı sebeplerim vardı" diyeceğim kendi kendime ama asla hatırlayamayacağım.

bu sefer çok daha dar bir yerde duruyorum, oldukça sıkışık. eğer sen beni oradan çıkarmayı denemezsen çıkmaya çalışmaya niyetim yok. bunun için yeterli arzuya ve güce sahip değilim. eğer sen de bir şeyler yapmayı denemezsen gözlerimi kapatabilir ve seni kör kuyularda merdivensiz bırakabilirim. belki de o haklıdır, belki de bu noktaya gelmişsek zaten bitti demektir. ama bitmişse içimizde hiçbir şey kalmayana kadar söylemek gerek. sonrasında kendi kendimize söyleyip durmamak için ama tuhaf. her zaman kalıyor. bunaldın değil mi? çünkü evet, ben bunaldım. ve artık sana söylemek istemiyorum. hayır mı? bunalmadın mı? anlamaya mı çalışıyorsun? yoo bu mümkün değil şimdi. ama bir gün. belki. 

Pazar, Ekim 02, 2016

insancıklar ve şarkılar


uyarı: kronolojik sıra gözetilmemiştir.

***

hatırlıyorum da ben gençken
pazar sabahı kötü hissederdim
artık bunu yapmak istemiyorum

karışık kafamla bir çizgide dururken
pazar sabahı yoluna koyardım
artık bunu yapmak istemiyorum

haftada bir gün, yanağımızı çevirdik
haftada bir gün, yanağımızı çevirdik
ah nasıl diz çökerdik, ah çok da sessizdik 
herhangi bir aydınlık orada hiç olmadı 
umurumda değil, tam orada olmadı

artık bunu yapmak istemiyorum
artık bunu görmek istemiyorum
pazar sabahı
pazar sabahı


taksimden dönerken metroya binince oturmak için iki seçeneğim vardı. bir kızın ve uzun saçlı, şort, spor ayakkabı giyinmiş bir gencin arasıyla bir de yaşlı bir amcayla biraz serseri görünümlü iki arkadaşın arası. ben de ilk kısmın daha iyi olacağına kanaat getirip oturdum. gelin görün ki bir sonraki durakta inenlerin yerine bir kız bindi, bu kız o iki arkadaşın yanına oturunca bir tanesi arkadaşına doğru kaydı. bizim spor giyimli gençse ayağını bacağının üstüne koyarak neredeyse ayakkabısını ağzıma sokacak kadar yayıldı. yanımdaki kızı rahatsız etmek istemesem de ona doğru hafif kayışlar yapmadan edemedim, bizimki ise başka dünyalarda geziniyordu. dedim ki sen misin insanları dış görünüşlerine göre yargılayan, ye bu ayağı, oh olsun!


istiklalde yolun ortasına doğru "ey canan, ehueehueheuehe" diye bağırıp gülen adam.


dalgınlıkla markette önünü kapattığım, hiçbir şey söylemeden bekleyen ama nefesini ensemde hissedeceğim kadar sokulan kadın. sıçrayarak "çok özür dilerim" dedim, kadın ve kasadaki kadın güldüler. (kahkaha attılar demek daha doğru olacak) eve gidene kadar bu nasıl bir fantazi acaba diye düşündüm.


kitabevinde kasadaki çocuğa almak istediğim dergiyi uzattım. aldı ekine baktı, yüzünde bir tebessümle oranın sahibi olduğunu bildiğim adama gösterdi "çok güzeeeeel" derken öyle masum bir heyecana sahipti ki ne desem ne yapsam bilemedim. üstelik bir de bana dönüp "gördünüz mü?" demesin mi? yani dergiyi almışım, kasaya getirmişim, kör değilimdir herhalde. (ek, dergiden büyüktü.) ama çocuk bana öyle bir mutlulukla baktı ki hafifçe gülümseyerek başımı salladım. yaşlı adam dergi hakkında konuşurken çocuğun (yahu çocuk diyorsam benden yaşlı) suratında aynı mesut ifade vardı. dışarı çıktıktan sonra hayli güldüm, o saflığı çok güzeldi.


sahilde yürürken bir tane suriyeli çocuk yanımıza geldi, para isteyince ona leblebi verdik. o sırada diğeri gelip tutturmaz mı "bana palamut alın," biz ona da leblebi vermek isteyince almadı, "ben palamut istiyorum, bana palamut al," dedi.


her zaman gittiğimiz kafeye girdik, teras çok doluydu, biz merdivenlere yönelince garsonlardan biri gülerek "beğenmediniz mi?" dedi, tam açıklama yapacakken "siz her zaman geliyorsunuz," dedi. sonra aşağı indik, her zaman geliyorsunuz, bu sefer de başkaları gelsin mi demek istemişti? istediğimiz sütlü kahve normal kahve olarak gelince bir anda durum anlaşılmaz bir krize dönüştü, yenisini getiren garson defalarca özür diledi, önemli olmadığını anlatmaya çalışsak da suçluluk duygusundan kurtaramadık. bu işin neden böyle devlet meselesine dönüştüğü bir muamma, yalnızca bir kahve?


paterson ve salesman'e bilet alamadım. hayat üzücü. swiss army man'e de alamadım ama o olmasa da olurdu. biletix gişesine gitmeden hangi filmlerin tükendiğini zaten biliyordum ama adam "hepsi bitti" deyip durdu. ben film isimlerini ve seansları söyledikçe "ha varmış, ha bu da varmış" diye diye sekiz biletimi verdi. adama kalsa en başta "hepsi bitti, gitsene oğlum" diyecekti.


mithad selim bey daha yazmayacağını söyledi. daha doğrusu bloga. yazmadan duramaz alışmış insan biliyorum. bir kaç kağıt parçası bulursa ya da bir başka şey belki, dönmez. ama ben döneceğine inanıyorum. zaten hepimiz aynı şeyleri sayıklıyoruz, sokrates "evet bu benim," diyor, "aynı yerde aynı şey hakkında aynı şeyleri söyleyenim."