Bir arayan soranım bile yokkk! Birisi de neredesin sen
dememiş, küstüm geri gidiyorum sadksadgfsaj
Şaka bir yana Sin “Ne biçim bloggersın sen, en son 19
Eylül’de yazmışsın” diyene kadar ben bile farkında değildim, kabul. O yüzden kızmıyorum.
Hadi yine iyisiniz. :D
Peki ben bugünlerde başka ne yapıyorum?
İNEKLİYORUUUUM!!! Hayatım boyunca ilk kez ders çalışıyorum. Yani bildiğiniz test kitabını açıp soru çözüyorum. Hem de ben! Aslında şöyle bir bakıldığında pek fazla çalıştığım söylenemez ama eh, başlangıç için bana fazla bile bu. :D Ayrıca bilgisayarıma format attırdığım için tam 5 gün elimi sürmedim. :D Bu zaman zarfında hem yemek hem de uyku düzenim yerle bir oldu, psikolojim bozuldu falan. Eh, nasıl bir bağımlıyım siz düşünün artık. :D
Son iki haftada neler okudum ona bir bakalım. "Şifrelerin Matematiği: Kriptografi" isimli bir kitabı geçen hafta bitirdim. Bir sürü muhtemelen hayatımda hiç işime yaramayacak bilgi öğrenmiş oldum. :D Ama güzel kitaptı, hakkını yemeyelim.
Ondan sonra "Taaşşuk'u Talat ve Fitnat"ı ikinci kez okudum. Tabi ki çok beğendiğim için değil, üzerinden fazla zaman geçtiği için. Çok gülüyorum, o zamanların çerezlik kitaplarından işte.
Bu kitap bittikten sonra da Khaled Hosseini'in "Ve Dağlar Yankılandı" kitabını yarıladım, ona devam ediyorum şimdi. Adam yine döktürmüş ve benim psikolojimi bozmak konusunda kararlı sanırım. Uçurtma Avcısı ve Bin Muhteşem Güneş'le yaptığı yetmemiş gibi. En az onlar kadar güzel gidiyor. Ah bir de zamanım olsa, evimi özlüyorum inanın.
Bir de bu arada bir Amok Koşucusu okudum ki bunu okumayı ertelemekle hata yapmışım gerçekten. Stefan Zweig'ın yine muhteşem bir kitabı. -Tabi "Satranç" bir yana diğerleri bir yana ama harika yani.- Kitapta 7 hikaye var. Ve bu yedisinin ortak özelliği... Evet hepsi ağır dram ama onun dışında bir şeylerden bahsediyorum ben. Neyse, söylemiyorum ki tadı kaçmasın. Ben de beğendiğim bölümleri paylaşayım.
BİR ÇÖKÜŞÜN ÖYKÜSÜ
Yaşamının sevinç kaynağı, yani aldatmaca, onun yüreğini
yeniden tutuşturdu. Fırlatılıp atılan, yerde kıvrılıp kalan ve üzerine
basılarak ezilen bir mumun ışığı gibi değil, rastgele tutuşturulan, alev alev
yanan bir sevinç yangını gibi gelecekti sonu. Uçuruma dans ederek düşecekti.
***
Özlediği ünü, ölümüyle sağlamaya çalıştığı unutulmazlığı
adının arkasına ekleyemedi; onun ölümü, önemsiz olayların tozunun toprağının
altında kaldı. Çünkü tarihin akışı, zorlanmaktan hoşlanmaz, kahramanlarını
kendisi seçer, ne kadar zorlasalar da davetsiz gelenleri hiç acımadan geri
çevirir; kaderin arabasından düşen olursa onu artık çekmemek gerekir.
MADALYA
Daha fazla ilerlemeyi göze alamamıştı, ölünün gözleriyle
karşılaşmak, kanlı bir paçavra olarak, nispet yaparcasına karanlıkta duran
kendi asker elbisesini görmek istemiyordu, bu simgelerde ölümün varlığını
hissetmek istemiyordu. Bir din adamı kadar inançla cebindeki onur madalyasını
sıkı sıkı tuttu. Bu onun sevinci, feryadı, umuduydu.
BEZGİNLİK
Acısını parçalara ayırmaya başladığı için gitgide
sakinleşti. En derin acının verebileceği acımasız bir soğukkanlılıkla küçük
parçalara ayırdı onu. Bu alın yazısı yalnızca kendisine mi özgüydü? Daha
binlerce insanın aynı yazgıyı paylaştığını, kendi başından geçenlerin her gün
rastlanan bir trajedi olduğunu biliyor ama yine de şimdiye kadar hiç kimsenin
bunu böyle sert bir biçimde yaşadığını düşünmüyordu. Bir bezgin?
AMOK KOŞUCUSU
“Kadının bu gevezeliğinde sinirli ve dağınık bir hava
var, bu beni de huzursuz ediyor. Neden bu kadar çok konuşuyor diye geçiriyorum
içimden, neden kim olduğunu söylemiyor, neden peçesini kaldırmıyor. Ateşi mi
var? Hasta mı? Deli mi?”
***
“Bana ihtiyacı olduğu için benden nefret ettiğini
biliyordum, ben de ondan…”
“Sarhoşluktan öte bu… çılgınlık, insanın öfkeden gözünün dönmesi… insanın korkunç, delice bir saplantıya kapılması…”
“El yordamıyla… el yordamıyla ilerledim… ve orada... orada, pis bir şiltenin üzerinde… acıdan iki büklüm olmuş… inleyen bir insan parçası vardı… o vardı…”
“Siz, yabancı; burada şezlonga uzanmış yatan, dünyayı gezen yabancı; bir insanın ölmesinin ne demek olduğunu biliyor musunuz? Bedeninin bükülmesini, moraran tırnakların boşluğa saplanışını, gırtlaktan gelen hırıltıları, her uzvun mücadelesini, dehşet verici sona karşı direnen parmakları, gözlerin anlatılmaz bir dehşetle açılmasını gördünüz mü, böyle bir şeye tanık oldunuz mu, böyle bir şey yaşadınız mı, siz avare adam; bir görevden söz edercesine yardımdan söz eden siz dünya gezgini?”
AY IŞIĞI SOKAĞI
“Bu adamın gölgesini yanımda hissediyordum, ayaklarımın
dibinde bir hayalet gibi tir tir titriyor, kah yayılıyor, kah donuk sokak
lambalarının sallanan ışığında büzülüyordu. Söyleyecek bir şey bulamıyordum, ne
avutabiliyordum onu ne de soru sorabiliyordum ama sessizliğinin benim üstüme
yapıştığını hissediyordum, ağır ve bunaltıcı bir sessizlikti.”
LEPORELLA
“O monoton ezgi, kırık dökük bir tonda, şarkıya alışık
olmayan o dudaklardan gizli saklı, güçlükle dökülüyordu; yine de dokunaklıydı,
tuhaftı. Crescenz, çocukluğundan beri ilk kez şarkı söylemeyi deniyordu, boşa
geçen yılların karanlığından bin bir güçlükle gün ışığına çıkan bu notalarda
insanın içine dokunan bir şey vardı.”
LEMAN GÖLÜ KIYISINDAKİ OLAY
-“Hayır Boris, bu olmaz. Sınır demek yabancı bir ülke
demektir. Senin geçmene izin vermezler.”
-“Ama ben onlara bir şey yapmam ki! Silahımı bıraktım.
Hz. İsa adına onlardan rica edersem karımın yanına gitmeme neden izin
vermesinler ki?”
-“Hayır, seni bırakmazlar Boris. İnsanlar artık Hz.
İsa’nın ne dediğini dinlemiyorlar.”
Hepsi ayrı ayrı etkileyici hikayeydi. Hatta iki hikaye de ben eklemek istiyorum oraya. Biri benimki biri de GD'ninki olacak. Her yönüyle trajik bir hikaye oluşturabilir, iç karartıcı ruh tasvirlerinin devamını getirebilirim. Neyse... Şimdilik bu kadar. Görüşmek üzere o zaman... Ciao!