Salı, Mayıs 26, 2020

kısacık bir poe öyküsünün analizi: morella

by henri rousseau

life song

Poe'nun en kısa öykülerinden biri ama beni okuduklarım arasında en çok etkileyen ve düşündüren öyküsü de bu oldu sanırım. Poe'nun en ünlü sözlerinden biri şu: Bir kadının ölümü, sorgusuz, dünyadaki en şiirsel konudur. Birden fazla öyküde de bu konuyu işliyor. Morella onlardan biri. Peki buna bakarak Poe'nun mizojinik olduğunu söyleyebilir miyiz?

****

Öykü anlatıcının çok hayranlık duyduğu bir kadınla, Morella ile, yakınlaşmasıyla başlıyor, evleniyorlar. Morella çok bilgili, anlatıcı ona hayranlık duyuyor. Ama kadının ilgilendiği konular zamanla anlatıcıya tuhaf geliyor. Üç konu sayıyor. (ki bence bunları bilmek hikayeyi derinleştiriyor) Diğer yandan anlatıcı diyor ki benim ilgilendiğim konuysa kimliğin ölümle birlikte yok olup olmadığı idi, sebebi de Morella'nın bundan konuşurken duyduğu rahatsızlık. Anlayacağınız üzere öykünün esas konusu da bu. Kimlik ya da benlik konusunu aklımızda tutarak devam edelim.

Öykünün girişinde Platon'un bir sözü var. "Itself, by itself, solely, one everlasting, and single." Bilindiği üzere, Platon ruhun ölümsüzlüğüne inanır.

Morella'nın ilgilendiği üç konu:

Pisagor'un palingenesis'i (yeniden doğuş): Pisagor Mısır'da yalnızca matematik öğrenmez aynı zamanda reenkarnasyonu da öğrenir ve buna inanır.

Fichte'nin "vahşi" panteizmi: Poe'nun vahşi demesinin sebebinin Fichte özne mevzusunu abartması olduğunu düşünüyorum. Basitçe Fichte mutlak idealizmi savunur: Kant öznenin dünyayı kurduğunu söylemekle bir devrim yapmıştı, Fichte bunu daha da ileri götürür ve her şeyin temelinde "ben" olduğunu ve hatta gerçekliğin de ben ile özdeşleştiğini iddia eder.

Schelling'in kimliği: Bir başka mutlak idealist olan Schelling de Kant ve Spinoza'yı birleştirerek bilinçli insan doğadaki tekâmülün bir sonucudur, doğa ve ruh özdeştir, der.

Hikayeye devam edelim. Morella sürekli bu konulardan bahseder, eli soğuktur, bakışları derindir, sesi müzikal ve etkileyicidir. Adamsa mistisizme uzaktır, Locke'çudur. Zamanla anlatıcının hayranlığı gitgide azalır, Morella bunu fark eder ama kader der. Günden güne solar, anlatıcı onun ölümünü arzu etmeye başlar ve en sonunda ölüm döşeğinde kehanette bulunur. Çocuğu olacaktır ve anlatıcı bir daha asla mutlu olmayacaktır. “I am dying, yet shall I live.” der. "Ölüyorum ama yaşayacağım. Beni sevmiyorsun asla sevemedin ama yaşarken tiksindiğin kişiye ölünce tapacaksın."

Derken çocuk doğar ve büyür. Anlatıcı da çok sever kızını. Ama büyüdükçe -ki kız çok hızlı büyür hem fiziksel hem mental olarak- annesine o kadar benzer ki anlatıcı dehşete düşer. En sonunda kızı on yaşındayken vaftiz etmeye karar verir, kızın hala adı yoktur. Tam isim vereceği anda bir şeyler olur ve istemsizce Morella der. Kız da buradayım der ve düşer ölür. Anlatıcı kızını annesinin yanına gömmek için mahzene indiğinde anne Morella'nın cesedi yoktur.

Hikaye örüntüsü öyle ilerliyor ki daha epigrafta sinyal vermeye başlıyor Poe. Adım adım hikayeyi küçük göndermelerde inşa ediyor. Morella'nın sevdiği felsefeciler ruhun ölümsüzlüğüne inanıyorlar. Anlatıcı yaşarken Morella'yı sevmiyor ama kızına (aslında onun da aynı ruh/kimlik olduğunu açıkça anlıyoruz hikayenin sonunda) tapıyor. Anne son nefesini vermeden kız ilk nefesini almıyor çünkü ruh göçü bunu gerektiriyor.

***

Baştaki soruya dönelim. Poe'nun yaşadığı dönemde Amerika'da kadınlar mülkiyet hakkı, oy verme hakkı gibi haklar için savaşıyorlardı. Daha liberal olan kuzey eyaletlerinde daha fazla hakka sahip olsalar da genel anlamda cinsiyet eşitliğinden çok uzak bir dünyaydı. Birçok kaynağa göre Poe bundan hayli rahatsızdı, öykülerinde başarılı zeki kadınlarla dalga geçer. Morella'da da kadın karakter çok zeki ve yeteneklidir ama sonuçta tuhaf mistik şeylere inanır, nefret edilen biri olur, erkeği lanetler ve "ölmek bilmeyen bir kurt"a dönüşür, dehşetin kaynağıdır.

Poe'nun kadın düşmanı olmadığını iddia edenler de var tabi. Mesela bu öykünün ilginç bir yorumunu okudum. Morella'nın ölümden dönüşünü erkek sesine karşı yükseltilmiş bir kadının sesi olarak görüyor. Yani Poe misojinik değil aksine bunun eleştirisini yapıyor, diyor. Bu yorum bana biraz zorlama geldi. Morella'nın daha çocukken ikinci kez öldüğünü unutmayalım.

Sonuç olarak, Poe kadınlardan nefret ediyor muydu emin değilim ama Morella öyküsünün çok zekice tasarlanmış olduğundan eminim.

Salı, Mayıs 05, 2020

seçilmiş biri olduğumu hala anlamadın mı?


Jean-Léon Gérôme, 1896, La Vérité sortant du puits armée de son martinet pour châtier l'humanité (hakikat  insanlığı cezalandırmak için kırbacıyla kuyudan çıkıyor)

asaf avidan - my tunnels are long and dark these days 

andre gide, otobiyografisinde böyle diyor annesine. nevrotik diyip de geçebilirsiniz elbette ama bütün zihinsel hastalıklar çok uzakta değil belki bir adım ötemizde diyor freud. ya da öyle bir şey.

evet bugünkü st.augustinus itiraflar köşemizin konusu özel biri olmak ya da olmamak, işte bütün mesele bu. gittikçe kötüleyen hafızam şu karantina döneminde bir şeyler hatırlamaya başladı, net değil ama deniyor işte. ben on dört on beş yaşlarındayken, deyim yerindeyse lanetlenmiş filan olduğumu düşünürdüm. neydi beni bu sonuca vardıran? birçok sebep bulabiliyorum, emin olmasam da bunların beni etkilemiş olduğunu düşünüyorum.

bunlardan ilki, en eskiye dair hatırladığım şey, daha okula başlamadan beni etkisi altına alan matrix, sailormoon, pokemon, jackie chan, cüneyt arkın, tomb raider filmleri/oyunları. bunların hepsinin başkarakterleri "özel"dir, bir şekilde seçilmiştir, olağanüstü özellikleri vardır. ee diyeceksiniz bütün süper kahraman filmleri de öyle. ben çocukken bunları izledim ama ne yapalım. ve sonra bunları oyunlara çevirip oynardık. sonra akşam yatınca da böyle hayaller kurardım, muhteşem bir dövüşçü filan olurdum bu hayallerde. ama bence bu aşamada henüz sağlıksız bir durum yok.

sonra okula başladığımda okumayı yazmayı biliyor olduğum için, diğer öğrencilerden farklı bir konumum oluverdi. ne kadar basit bir şey ama değiştiriyor işte. öğretmenin de bana olan tavrı -hemen beni sınıf başkanı yapması mesela- sanırım ilk defa "özel" olduğumu düşündürten şeylerden biriydi. daha ilkokulda okuduğum fantastik romanlar beni kendimin başkarakter olduğu fantastik hikayeler yazmaya yöneltti. burada yine hep özel olma seçilmişlik vurgusu ön plandaydı.

sonra okul böyle devam etti, her zaman en "başarılı" öğrencisi olarak sınıfımın ortaokula geldim. o zaman proje sınıfı diye en başarılıları bir sınıfa topladılar, ve ben artık sınıfın en başarılısı değildim. ama bu beni pek etkilemedi çünkü matematik hocam ve sınıf öğretmenimiz aynı zamanda, bana çok farklı bir muamelede bulunuyordu. kötü gibi söyledim ama hayır aksine, fazla yüceltici. etrafta kimse yokken bütün arkadaşlarımı etkileyebilecek konumda olduğumu korkunç bir benzetmeyle (çoban-sürü) ifade ediyordu ve benden sürekli arkadaş grubumu "iyiye" yönlendirmemi bekliyordu.

bu hocanın ergenliğimde çok büyük bir etkisi var çünkü en fazla gördüğüm insandı (yedi gün sabahtan akşama okuldaydım) ve bir hocadan çok arkadaş gibiydik ve akademik olarak başarılı olmam için benimle özel ilgilendi, bu yüzden minnettarım ama yine de benim psikolojik sorunlar yaşamama neden olduğunu da görmezden gelemiyorum. o yaşta bir çocuğa yüklediği sorumluluk çok fazlaydı, ben bunu kaldıramadım ve birden kötü olan her şey için kendimi suçlamaya başladım. (şakasına da olsa adam bana şeytan diyormuş ya, bunu da eski yazımı okuyunca hatırladım) ve kötü biri olduğuma inandım, serserilik edip duruyordum, insanları kötü etkiliyordum, onların üzülmesine sebep oluyordum. bugün düşününce çok saçma geliyor bu tabi, hem çocuktuk eğlenmek istememiz normaldi hem de herkes istediğini yapıyordu, ben kimseyi bir şeye zorlamıyordum ki.

böylece gitmek istemediğim bir özel liseye verilmemle kendimden nefret etmeye başlamam diğer insanlardan da nefret etmeye başlamam olarak nefret her yere yayıldı. o kadar içime kapandım ki asla evden çıkmıyordum, okulda kimseyle konuşmuyordum, dersleri asla dinlemeyip sekiz saat ders boyunca kitap okuyordum. o kadar mutsuzdum ki. çoklu kişilikler yaratmıştım kendime, onlar içimde kavga eder dururdu. bütün özgüvenimi kaybetmiştim. ama anlıyorsunuz değil mi? bütün bunları başlatan şey aslında benim kendimi önemli biri sanmamdı. ve bu yetersizlik hissi kendimden nefret etmemle sonuçlandı. şimdi artık kendisinden memnun olmayan insanların birçoğu, aslında benim gibi gizli bir narsizmle boğuşuyor. kendimizden çok fazla şey bekliyoruz, sonra bu beklentilerin karşılığı olmadığı için aptal, zayıf, aciz, çirkin, başarısız olduğumuz için -ki böyle bir şey yok- kendimizden nefret ediyoruz. 

ayrıca derslerle ilgilenmediğim için notlarım düşüktü ve böylece elimde hiçbir şey kalmamıştı "şunda iyiyim" diyebileceğim. işte tam bu duygularla boğuşurken, bir ucube olduğumu düşünürken bu blogu açtım. kimseyle konuşmadığım için bu ihtiyacı hissetmiş olabilirim diye düşünüyorum. neyse, sonra okulda arkadaş edindim nihayet ama sosyallikten zevk almıyordum. yine zamanımın çoğunu kitap okuyarak, müzik dinleyerek geçiriyordum ve okul dışında dışarı hiç çıkmıyordum.

lise bittiğinde artık çok daha olgundum. nefret etmiyordum kimseden, sevdiğim birkaç arkadaşım vardı ama insanların önünde konuşamıyordum, dolmuşta para uzatır mısınız diyemiyordum, bir yere yemek yemeye gittiğimizde sipariş veremiyordum. kısacası tanımadığım insanlarla asla konuşamıyordum. özgüven denilen şeyden kırıntı kalmamıştı. hayal dünyasında yaşıyordum, gerçeklikle bağım kalmamıştı. kendi iç huzurumu bulmuştum evet ama bu içerideydi ve dışarıyla her karşılaşması bir hezeyandı.

üniversitenin ilk yılı bir anlamda travmaydı herhalde. kalabalık bir öğrenci evinde kalıyordum ve her gün okula gidiyordum, hafta sonu film akademisine gidiyordum. kısacası her yer tanımadığım insan doluydu ve onlarla iletişmem gerekiyordu. diğer açıdan, dış dünyaya dair korktuğum ne varsa bir anda başıma gelmesi bende şok etkisi yarattı ve beni daha cesur kıldı. artık sıradan bir insan olduğumu kabullenmiş, bununla barışmıştım. kendimden daha az şey bekliyordum ve bu yüzden de mutluydum. zamanla özgüvenimi geri kazandım, sosyalleştim (hala birçok insana göre asosyalim ama kendimle kıyasladığımda çok ilerleme kaydettim), karakterimin kötü özelliklerinden kurtulmak için elimden geleni yaptım ama zaten nefret gidince diğer şeyler onu takip etti. bugün bunları kendime bu kadar itiraf edebilmem, hatta başka insanlara da, çok mutlu ediyor beni. bugün olmak istediğim insan olabildiğimi düşünüyorum, tabi bazen yine aşağılık kompleksi krizleri geliyor. o zaman diyorum ki kendime, sakin ol yağmur, sen sıradan ve normal bir insansın, olağandışı bir şey yapmana gerek yok, sen busun, iyi bir insansın, seni seven insanlar var, sevdiğin insanlar var. sahip olduklarına bir bak. hepsi çok güzel.

çok mutlu son gibi oldu ama değil. seçilmişlik ve aşağılık kompleksinden kurtuldum ama istediğim gibi bir insan olabilmem, istediğim hayatı yaşıyor olduğum anlamına gelmez. dış faktörlerin sınırlayıcılığını özellikle bugünlerde iliklerime kadar hissediyorum ama ümitsiz değilim. en önemlisi de bu. sadece evde kalmaktan kafayı yemek üzereyim ahahhahaha