Cuma, Şubat 28, 2014

Ömer Sevinçgül'ü Tanımak


Bir haftadan uzun süredir devam eden kitap fuarına pek çok  ünlü yazar teşrif etti. Bugünün en çarpıcı iki isim şüphesiz Ahmet Günbay Yıldız ve Ömer Sevinçgül’dü. İmza günü geçeli çok olmasına rağmen Ali Çimen de oradaydı. Kendisinden pek hoşlanmadığımı da yanlışlıkla “Ayşş Ali Çimen” deyişimden anlamış olsa gerek. Sanki rafımda 5 kitabı duran Ali Çimen başka biriydi, öyle olsa güzel olurdu.

Ahmet Günbay Yıldız’ın eserleriyle pek içli dışlı olmadığımı düşünürsek oraya Ömer Sevinçgül için gittiğimi tahmin etmek zor olmaz. Dahası, günlerdir bunun peşindeydim. Sevinçgül’ü okula getirtmek için pek çok çaba sarf ettim ama yine de bir ilköğretim okulu onu benden çaldı! Şaka bir yana onun yerine okulu toplayıp gittim.

Peki kimdir Ömer Sevinçgül? Hemen kısa bir bilgi vereyim. Bu kitaplarının başında yazan kendisi:
“insan... yedisinde okuma yazma öğrendi. on beşinde ‘yazar olmak istiyorum!’ dedi. sorduğu ilk soru neydi hatırlamıyor. seviyor yaşamayı... ve demli çayı... sade hayattan yana... yayın alanında kitaplarıyla var olmayı yeterli buluyor. çekmecelerinden birinde, kim bilir nerde, bir mühendislik diploması duruyor... carpe diem yayınları ve adı yok dergisi danışmanı. kitapları türkçenin yanı sıra ingilizce, arnavutça, boşnakça ve almanca dillerinde de yayımlanıyor. okuyor, düşünüyor, kalbine dokunanları yazmayı sürdürüyor...”

***

Fuara daha önce 56765678657 kez gidip her yeri ezberlemiş olduğumdan bu kez tek hedefim Ömer Sevinçgül’dü! Daha o yoldayken gidip, Timaş yayınlarının önündeki masanın önüne dikildim. Bir hafta kadar önce Ali Çimen’den dolayı tecrübe sahibiydim. Fol yok yumurta yok ben sıraya giriyorum. Arkadaşlar da benim arkama dizilince komik bir görüntü oldu.

Sohbet gırla giderken bir anda küt diye Sevinçgül belirdi. Tabi biz ufak çaplı bir kalp krizi geçirdik, otuz saniye civarında beyinlerimiz bloke oldu. Kendimize gelince “Kolay, kısa, keyifli felsefe” isimli kitabıyla açılışı yaptık. Tabi ben kitapları çıkardıkça çıkarınca aklıma “Beni kovalar mı acaba?” sorusu takıldı. Neyse ki “Sorun değil, başka varsa onları da imzalayabilirim.” Diyerek beni rahatlattı.

“Eski bir okuyucunuzum, üslubunuzu çok beğeniyorum.” Falan filan okuyucu zırvalıkları kısmını geçtikten sonra “Dört Mevsim Bahar”ı eline verdim. O zaman “Ooo cidden eskiymiş.” Dedi. En sevdiğim kitabı diyebilirim Sevinçgül'ün. Ve son olarak da “Yazar Olmak İstiyorum” kitabını çıkardım, üzerine de ekledim;
-“Ben de yazar olmak istiyorum.”

Bunu söylemek için kaç gündür hazırlanıyordum ben? Ne kadar kolaymış halbuki, korktuğumun aksine ne kadar da olumlu bir tepki aldım. Geceleri gözüme uyku giremeyişinin nedeni bu mu imiş? Ardından yazılarımı “Adı yok” isimli gençlik dergisine gönderip göndermediğimi sordu ve ona mail atabileceğimi söyledi. Dahası oraya gelen iki kızdan bir tanesi beş yıldır Sevinçgül’le mailleşiyormuş ve sadece yirmi yaşındaydı. İlk mailini dört yıl kadar önce atmış bir başka genç daha vardı.

“Her maile cevap yazıyor musunuz?” diye sordum, onda önce diğerleri atlayıp “Yazıyor!” diye haykırdılar. O ise dedi ki “Eğer biz yazara mail atarsan da cevap almazsan onu defterden silebilirsin. Öyle birinin insana saygısı yoktur, insana saygısı olmayan biri de…”

Yaklaşık iki saat kadar başında durdum, diğer insanlara kitap imzalarken sorularıma uzun uzun cevap verdi. Konuşmayı bilen insanın hali bir başka oluyor, senin kırk takla atmana gerek kalmıyor, seviyorum böyle insanları. Neyse, iyi bir çocuk olup sorduğum soruların cevabını sizinle de paylaşacağım, olur ya birinin işine yarar.

Öncelikle yazılarını beğenip beğenmediğime her yazara bu soruyu sorarken Sevinçgül’e sormamak olmazdı. “Ne okumalı?” diye sordum. Üç maddeden oluşan harikulade bir cevap verdi. Ama ikinci ve üçüncüsü bana kalsın.^^

“Türkü dinler misin?” Diye sordu.
“Türküden türküye göre değişiyor.” Dedim, doğruydu. Bir “Mihriban”ı dinlememiş, o tadı almamış olmak mümkün müydü?
“Kendini bulmadan evrensel olamazsın.” Dedi, bol bol türkü dinlememi, halk hikâyesi, masal, halk şiiri okumamı tavsiye etti. Bunun üzerine biraz Bostan ve Gülistan lafı geçti. Adam işin özünü kavramıştı. Ne zamandır hayalini kurduğum “öze dönüş”ün vakti gelmişti de geçiyordu. Bütün dünya klasiklerini okumak için gayret ederken Halk edebiyatını ihmal etmiştim.

Başka biriyle sohbet ederken ise kendi hayatından bahsetti. Manevi açıdan tatmin edilmemiş çocukluğunda, ruhu doyurulmamış. “14-15 yaşıma geldiğinde kafayı yiyecektim,” dedi. “Ne olacağım ben, bu dünya nereye gidiyor, ben nereye gidiyorum?” diye düşünüyormuş. “Yolumu okuyarak buldum,” dedi. Birkaç gün önce Ali Çolak da aynı şeyden dem vurmuştu. Okumadan yol çizilmiyor demek ki, bir kez daha tasdik ettim. “Yazar olmak istiyorum” kitabının ortaya çıkışı ise kendi yazar olmaya karar verdiğinde onu yönlendirecek bir eser aramış lakin bulamamış. O da “Yazar olursam eğer ben yazacağım,” demiş ve yazmış.

Bir başka sorum ise şuydu:
“Her zaman trajik şeyler yazıyorum, mutlu anlarımda, mutlu hikâyeler yazmak istesem bile yazarken o bir trajediye dönüşüveriyor. Engelleyemiyorum.”
“İşte bu inandığımız şeyler hayatımızın farklı oluşundan kaynaklanıyor. Zamanı gelince inandığın şeyler ve yaşam aynı olacaklar, o zaman sen de bu konuda zorlanmayacaksın.”

Sevinçgül’ün bazı kitapları vardı, olduğunu biliyordum ama hiçbir yerde bulamıyordum bu kitapları. Neden bulamadığımı, bu kitaplara ne olduğunu sordum. Timaş bir seri halinde basmayı düşünmüş kitaplarını ama kitapların adı biraz sıra dışı olduğundan tepki almış. Halbuki benim çok hoşuma gitmişlerdi, birkaç tanesi şöyle:

Bana soran oldu mu?
Alınyazımı ben mi yazıyorum?
Sen bir istisna mısın?
Kurabiye Tanrılar
İsa gelince haber ver, vb.

“Anadolu bunu sevmedi.” Diyor. Hatta bir gün bir telefon almış, adam “Taksimdeyim, seni bulacam, kafana sıkacam.” falan demiş, yazar olmak istiyorum’da da geçiyordu bu olay. Bunun üzerine muhtevasını aynı bırakarak kitapları ve düzenlemeleri değiştirmişler.

Bir de arkadaşımın sorduğu bir soru oldu, “Hiç yazmaya küstünüz mü?” diye. Tam duymadı, ben tekrar ettim: “Tamam bırakıyorum, daha yazmayacağım, dediğiniz zamanlar oldu mu?”
Elini salladı “Ohoo…” dedi. “Pek çok kez oldu, olması normaldir. Yazmak da hayat gibidir, bazen bulutlu olursun, yağmur yağar, bazen güneşlisindir şakırsın…”

Konuşması sıra dışı ya da etkileyici değildi belki ama samimiydi, mütevazıydı. Benim için de bu yeterliydi. Pek çok yazar gibi “küçük dağları ben yarattım” havasında gezmiyordu. Kendinden büyük olsun küçük olsun herkese saygı gösteriyor, önemli hissettiriyordu. Fuara ilkokul çocukları da okulları tarafından getirilmişti, sadeleştirişmiş Sefiller’i imzalatmak isteyenler oldu. Onlarla konuştu ve “kitap imzalatma” olayını açıkladı. Ben olsam o kadar ilgilenebilir miydim her gelenle, bilemiyorum.

İşin özü tanımayanlar da görünce, konuşunca sevdiler. Herkes çok memnun kaldı. Ayrılmak istemedik yanından, bu kadar ilgi göreceğim aklımın ucundan bile geçmemişti. Zerre kadar hayal kırıklığına uğramadım, çok mutluyum. Üstelik bu biteceği için üzüleceğim türden bir mutluluk değil.


Pazar, Şubat 23, 2014

"Yine Japon Filmi Mi İzliyorsun?" #2

Ben bu şekilde Japon filmi izlemeye devam edersem daha çok işiteceğim bu soruyu. Ama anlamıyorsunuz, tuhaf bir şey var. Bağımlılık yapıyor sanki, sadece Japon filmi izleyesim geliyor. Niye böyle bir çocuk oldun ki sen? Yani ben. Of aman.

Beck



Açılışı şimdiye kadar izlediğim en iyi Japon filmlerinden biriyle yapıyorum. En iyisi bile olabilir. Bandage da çok iyiydi gerçi. Herkese “Muhakkak izle.” Diyebileceğim bir film. Müzikal anlamda tatmin oldum. Aralarından bir tek bunu şiddetle tavsiye edebilirim.

Manga’dan animeye, animeden filme giden süreçte –tipik süreç yani- bazı şeyler değerini kaybetse de bazı noktalar da değer kazanmış. Bunu es eçmeyelim lütfen. Özellikle de söz konusu müzik olunca bazı şeyleri hayal etmek zorlaşıyor. Hiç görmediğimiz bir görüntüyü hayal etmek daha kolay olabilir ama hiç duymadığımız bir şarkıyı hayalen dinlemek çok daha zordur. Anime ve filmde kullanılan müzikler de çok hoş olduğu için…,

Animesine şöyle ucundan, ucucuğundan da bakmış olsam bir fikir edindim. Ama şimdi önemli olan film, konuyu dağıtmayalım o yüzden.

Ryosuke Minami (Hiro Mizushima) bir müzik dahisi olmakla birlikte aynı zamanda bir “çatlak”tır. Ama normal bir “çatlak” değil, animelerdekinden. İki farklı nedenden dolayı kafaya koyar, amacı harika bir rock grubu kurmaktır. Bir de Minami’nin bir türlü peşini bırakmayan belalı bir geçmişi vardır. Ha bir de köpeği Beck, gruba isim ararken Chiba’nın eşsiz buluşuyla grubun da ismi olur.

İlk bulduğu grubun bassisti olacak olan Taira’dır. (Osamu Mukai) Taira basta cidden çok iyidir, ayrıca üstünü çıkarmak gibi de acayip bir huyu vardır asdsdasdd Kuul olma amacı gütmez ama içine kapanık biridir, tabi Minami sinirlerini bozmadığı sürece. :D Bayağı bir fangörllük yaptığım doğrudur. :D Neyse, Taira’nın gruba katılmak içinse bir şartı vardır; iyi bir vokal…

Bunun üzerine Minami eski bir arkadaşını bu iş için ayartır. Chiba (Kenta Kiritani) underground rap semalarında –yeraltı rap seması ne abi?- gezinen bir arkadaşımızdır. Lakin kendisini buraya ait hissetmemektedir falan filan derken Minami’nin grubuna katılır. İnanılmaz enerjik bir kişiliği olan Chiba oldukça da duygusaldır. Ayrıca karakteriyle rock ve rap arasındaki büyük farkın aslında o kadar da büyük olmadığını göstermesi çok hoşuma gitti. Rock sevenlerde hiphopa karşıi hiphop sevenlerde rocka karşı anlayamadığım bir karşıtlık var, bu karakter onlara gelsiiin! :D

Ve Yukio Tanaka (Takeru Sato) insanların daha çok kullandığı ismiyle Koyuki… Minami’nin köpeği Beck’i kurtarınca Minami ona “dile benden ne dilersen” der ve Koyuki de gitar çalmayı öğrenmek ister. Minami de ona bir gitar verir ama gitar okuldaki zorbalar tarafından parça pinçik edilir falan filan hikaye bu değil. Beklendiği üzere Koyuki gruba katılır ama beklenmeyen şey Koyuki’nin “ses”idir. Filmi izlerken kırk takla atmanıza neden olacak bu “ses” günlerce aklınızdan çıkmıyor. :D Niyesini sonra anlarsınız. Ha bir de kendisi Minami’nin kardeşi Maho’yla aşk meşk olaylarındadır. :D

Son olarak ise Saku (Aoi Nakamura) Koyuki’nin okulunda bir çocuk. Zorbalara hep karşı gelse de her defasında bir güzel dayak yemesiyle ünlüdür. Dahası Saku bir bateri dehasıdır. Böylece Koyuki ile birlikte gruba o da katılmış oluuur…

Chiba - Saku - Minami - Koyuki - Taira



Paradise Kiss


Bu da modayla ilgili bir filmdi. Hayır, modadan zerre kadar anlamayan ben ne diye kalktım izledim bilmiyorum. Maksat muhabbet….

Esas kızımız olan Yukari (Keiko Kitagawa) annesinin baskısıyla hayatını inekleyerek geçirmiş bir kızdır. Normal ve sıkıcı bir hayatı vardır, ta ki Paradise Kiss ismi altında çalışan bir grup moda öğrencisi tarafından model yapılmak istenene kadar.

Grubun çizimlerini yapan dahi George, neşe dolu Miwako, Miwako’nun aksi sevgilisi ve aslında bir erkek olan Isabel’den oluşan grup yaklaşan yarışma için kendilerine bir model ararlar ve kafayı Yukari’ye takarlar. Yukari önce onları aşağılasa da sonradan büyülerine kapılıverir.

Yukari - Miwako - Isabel - Miwako'nunki - George

Filmi izlemeye başladıktan sonra fark ettim ki George aslında bizim Taira imiş. Ama yani insan nereden nereye diyor. Bir de güya moda dahisi olan George filmin başından sonuna kadar aynı şeylerin farklı renklerini giydi. :D Ayakkabılarının iğrençliğine girmiyorum bile. Benim filmdeki favorim Isabel’di açıkçası. Ha bir de birinci olan kıyafetin niye birinci olduğunu hala anlamadım. Benim göremediğim nasıl bir güzellik vardı onda? Ama yine de mesajı sevdim. Ne kadar zeki ya da yetenekli olursanız olun çalışmadan kazanamazsınız. Ama yeteneğiniz olmasa bile gerçekten çok çalışırsanız başarırsınız. Bu benim en büyük inançlarımdan biri. Ufak bir sorunum var yalnız, dahi değilim ve tembelin tek olduğum da açıktır, öyleyse kaybetmeye mahkûm muyum? :D :D


Kimi to Boku / Sen ve Ben


Afişi gördüğümde “Anaaa bu bizim Saku.” Dedim. Bu sefer afişten tanıdım yani, bu da bir gelişme. :D Ama çok tatlı bir filmdi. Kısa olması onu ayrı bir sevimli hale getirdi.

Film yine animeden uyarlanmış, Shigeto Yamagara’nın otobiyografisiymiş. Filmde Yamagara (Aoi Nakamura) hem çalışan hem okuyan bir çocuktur. Derken nebulalı bir gecede –yıldızlı bir gece falan değildi, bayağı nebulalıydı- yavru bir kedi bulur. Evine götürdüğü bu kedinin adını Ginogou koyar. Kedi inanılmaz tatlı, aşık oluyorsunuz kediye. Neyse, zamanla kediye fena halde bağlanır çocuk. Bir yandan da devam ettirmesi gereken bir hayatı vardır. Mangaka olmak için gecesini gündüzüne katıp çalışan Shigeto için bakalım zaman ne gösterecek?


Eğer başka bir şeyle ilgilenmeden ve atlamadan filmi izlerseniz ağlarsınız. Açık ve net söylüyorum. Normalde ben de ağlardım herhalde ama müsait değildim. Demem o ki hazırlayın kendinizi…


Kimini Todoke

Ryu - nappun namja - Sawako - Kazehaya - Yano - Yoshida
Tartışmasız adını en çok duyduğum Japon filmi. Dedim ki tamam, buraya kadarmış, artık izliyorum.

Sawako (Mikako Tabe) görünüşü ve davranışları yüzünden herkesin “Sadako” diye çağırdığı bir kızdır ve hakkında bir sürü dedikodu dönmektedir. Ama onları da suçlamamak lazım. Garez’den fırlamış gibi ortalarda gezinen bir kız, kimseyle konuşmuyor, tuhaf bakışlar atıyor falan. Tabi ki esas oğlanımız Kazehaya (Haruma Miura) aynı fikirde değildir. Hemencecik Sawako’yu topluma kazandırma çalışmalarına başlar.

Film ilerlerken ben diğer kızları kesmekle meşguldüm. Yano ve Yoshido ikilisini çok sevdim, o kızları bana gönderin. En az aşk kadar arkadaşlık temasının da işlendiği bir filmdi. O kısımlardan daha bir zevk aldım. Ha bir de unutmadan… Ben Sawako’nun yerinde olsaydım var ya, okulda terör estirirdim. :D

Buraya kadar olan filmler ilgilenenlere “tavsiye edilen filmler” bölümüydü. Bundan sonrası ise “aklınız varsa izlemeyin” bölümü.


My Rainy Days


Hay ben bu filmi ne beklentilerle izledim, sonra nasıl bir hayal kırıklığı yaşadım peh peh peh

Rio (Nazami Sasaki) 14 yaşında tecavüze uğramış bir kızdır. Yaşadığı acılardan dolayı berbat bir insan olur çıkar. Ki bu noktada ne yazık ki kendisini haklı bulamıyorum. 17 yaşına geldiğine bir öğretim görevlisine aşık oluverir ama adamın da sayılı günleri varmıştır. Güzel sahneler de vardı ama kızın oyunculuğu çok yapmacıktı. Hiç lüzum yok.

My Sister My Love

Bu da acaba konu nasıl işlenmiş diye merak ettiğimden izlediğim bir filmdi. Atlaya zıplaya izledim zaten. Ensest bir ilişki üzerine film. Çok çok uç bir noktayı sanki normal bir şeymiş gibi anlatmışlar. Olayı masum göstermeye çalışmışlar ama ı-ıh. Biri gelip de bunu savunursa cevap bile vermeyi düşünmüyorum. Çünkü böyle bir durum insan fıtratında olmaz, ancak bozulmuş bir fıtratta böyle duygular uyanabilir. Ama zaten ben filmi bunu söylemek için izlemedim. Sıkıldığım bir film oldu ve en başından biri ikili hiç kardeş gibi değiller zaten bu yüzden seyirci de fazla yadırgamıyor, kardeşlik sadece lafta. Kardeş dediğin her saniye birbirinin başının etini yer. :D

İnsanlar bu filmi ya benim gibi meraktan ya da Jun için izlemişler. Ama ben Jun'u sevmiyorum. Hatta Arashi fanı değilsem Jun yüzünden, öyle sevmiyorum.

Kanojo to no Tadashii Asobikata


Al birini vur ötekine. Bu filmde de kız prenses çocuk da onun hizmetkarı. Hayır çocuk ne diye kabul ediyor onu anlamadım ki bir türlü. Salak mısın oğlum sen? Tabi büyüyünce aklı başına gelir, kız Tokyo’yo gitmek istiyordur ama çocuğun başka planları vardır falan filan. Ben komik olur beklentisiyle izledim ama değildi. Tek bir sahnede güldüm, orada da çok güldüm gerçi. Çocuk kızın çıktığı adamla dövüşürken. Nasıl bir dövüştü o ya? :D Ama hepsi bu kadar.



Demem o ki ben ettim siz etmeyin, gidin güzel güzel filmler izleyin. :D

Bu Japon filmleri yazısı da burada sona erdi. Umarım bir başkasında görüşmeyiz. Kusacağım yakında.

Güle Güleeee

Cuma, Şubat 21, 2014

Ocak'ta Okuduklarım



7 kitaptan bahsettiğim için uzun bir yazı oldu. Solo kitap yazılarımda haklarında bir ton zırvalamak bana zor geliyor. (Sanki şimdi az zırvalamışım gibi.) Ben de bu işi aylık yapsaydım dedim. Keşke daha önce aklıma gelseydi bu. Neyse, geçen aylardan sevdiklerimi de yazarım bir ara.

Bu yazdıklarım dışında 3 kitap daha okudum ama şimdi onlar hakkında yazmak istemiyorum. Çünkü çok uzun oldu. Şubat’ın bir kısmı tatile denk geldiği için bence o yazı daha renkli geçecek. Şimdi diyeceksiniz Ocak ayının da bir kısmı tatil değil miydi? Öyleydi ama sağa sola gitmekle geçtiği için çok parlak değildi. :D


Solmaz Kamuran - MACAR: Tefrika-i Müteferrika


Bu kitabı uzun uzun anlatmıştım geçen ay. Bakmak için buyurun.


Recaizade Mahmut Ekrem - ARABA SEVDASI


Tanzimat’ın ikinci dönem sanatçılarında Recaizade’nin bu kitabı “ilk realist roman” olma özelliği ile diğer eserlerinden ayrılır ki bu özelliği onu okumak istemem de en önemli etken. Ayrıntılı betimlemelere geniş yer verilen romanda realizmin etkiler açıkça görülüyor. Kitap her ne kadar Çamlıca’nın sayfalar sürenin tasviriyle başlasa da bu Recaizade için sadece “kabaca tanımlanmış” demektir. :D Aynı zamanda “Sanat sanat içindir.” anlayışını benimsediği için dili de ağır ve süslü.

Romanın ana karakteri olan Bihruz Bey üzerinden yanlış batılılaşma trajikomik bir şekilde işlenir. Ama bu sefer teknik açıdan, diğerlerine göre çok daha başarılı, çok daha “roman”dır. Ahmet Mithat Efendi’nin Felatun Bey’i ile çok benzer özelliklere sahip olan, dönemin hızına kendince ayak uydurmaya çalışan Bihruz Bey tam bir Fransız hayranıdır. Türkçe’yi yetersiz bulmaktadır ama Fransızca’ya da çok hâkim olmadığı için ikisinin karışımı bir şekilde konuşur, cebinde Fransızca sözlük taşır. Zaman zaman da yanlış kelimeler kullanarak gülünç durumlara düşer. Hayat felsefesi yoktur, tek amacı arabasıyla gezmek, keyfine bakmaktır. Yine bir gün arabasıyla gezerken, oldukça lüks bir arabanın içinde bir kadın görür ve o andan itibaren hayatının merkezine o kadını koyar. Bundan sonrası günümüzden çok da farklı sayılmaz, yalnız görüntüsünü bilen Bihruz Bey, gördüğü kadına kendi kafasındaki karakteri, özellikleri verir ve onun kendi zihnindeki görüntüsüne aşık olur. Kitabın sonunda söz konusu kadın olan Periveş Hanım’ın arabayı sadece kiralamış kötü bir kadın olduğu anlaşılınca Bihruz Bey’in aşkı bir anda buharlaşıp havaya karışır.

Ben bu romanın Tanzimat dönemi romanları içerisinde en başarılı “isme sahip olduğunu düşünüyorum. Çünkü “Araba Sevdası” başlığı Bihruz Bey’in hem kendi arabasına olan sevgisini, hem âşık olduğunda onun da Periveş Hanım’ın da arabada olmasını hem de aslında sevdalandığının kadın değil onun lüks arabası olduğunu, araba sevdası olduğunu anlatan, zekice konulmuş bir isim.


Kemal Ural - BİR’İN SIRRI


Kitabı görenler önce bir “Ne oluyor ya?” moduna giriyorlar, ki ben de onlardan biriyim. Ama korkmayın gençler, sadece sayfaları kalın. 700 gibi görünse de sadece 523 sayfa ve yazıları oldukça iri. Kitabın kapağı daha ilgi çekici yapılabilirdi bir de. Peki benim neden ilgimi çekti? Açıkçası “şu yüzden” diyemem ama çekti işte. Sık sık “bırak şu kitabı” dediler ama pişman değilim ben. Nietzsche’den Mevlana’ya, Pink Floyd’dan Albert Camus’a, Goethe’den Bernard Shaw’a ilginç ötesi geçişler yapan, konsepte ihtiyaç duymayan ve zaten belli bir konusu olmayan bir kitap. Sizin de konuya konuya atlayan bir zihniniz varsa eminim sıkıntı yaşamazsınız. Zaman zaman sıkılsam da her sayfasından bir sürü alıntı yapmak istediğim bir kitap. Kemal Ural haddinden fazla, belki binlerce kitap okumuş ama en sonunda tek BİR sonuca varmış.

“En önemli noktalama işaretidir soru işareti. En sarsıcı sorularsa insanın kendiyle baş başa yaşadığı yerde sorulur; iç dünyasında... Peki, neden soru sorar kendine insan? Yüzleşmek istediği bir cevap mı vardır, kendine itiraf etmediği?
Kemal Ural "Bir'in Sırrı"nda, inanç ve inançsızlık vadileri arasında gidip gelen insanın tereddütlerini kucaklıyor. Kucaklıyor, diyoruz; çünkü hayatın anlamını arayan ya da anlam veremeyenleri yargılamıyor kitap. Dahası insanın asırlarca içinde sürüklendiği ırmağa bir dal uzatıp tutunmasını istemiyor sürüklenenlerden; elinizdeki küreklere işaret ediyor yalnız.

“Düşüncenin ilk yapacağı şey, evrendeki birliği, "bütün"le"parça"nın iç içeliğini görmek, dış görünüş üstünden perdeyi aralayıp hakikati sezmekir. "Bilmek", "bütün"ü kavramaktır. "Bütün kavranmazsa parçalar gözden kaçar." diyor Kemal Ural.

Birin Sırr, görerek, bilerek, farkında olarak yaşamak isteyenlerin elinden bırakmayacağı bir kitap. Bu kitap, hayatın fotoğrafını sonsuz gerçeğin sınırına taşımaya çalışıyor.”

(Tanıtım bülteninden…)

Kitabı okurken sürekli “Peki neymiş BİR’in sırrı?” diye sordular. Ben de “Bilmiyorum ki.” dedim. Aslında tek düşündüğüm cevabın yoruma açık olmasıydı. Dolayısıyla okuyup siz karar verin bu sırrın ne olduğuna…    


José Mauro De Vasconcelos - GÜNEŞİ UYANDIRALIM


Şimdiye kadar okumadığım için büyük bir pişmanlık duyduğum bir kitap. Peki “Şeker Portakalı” gibi bir eserin devamı olan bu kitabı diye okumadım şimdiye kadar? Korktum sevgili okuyucular, hayal kırıklığı yaşamaktan ve Zeze’nin anlamını yitirmesinden korktum. Ama boşunaymış, Vasconcelos en az “Şeker Portakalı” kadar değerli bir kitap yazmış. Devamı olan “Delifişek” de şuan listemde, fırsat bulunca okuyacağım. Ama kalbim bu sefer dayanamayabilir…

Bu kez bir “Şeker Portakalı” yok ama bu sefer Zeze’yi büyüten, kendini bulmasını sağlayan başka biri var. Bay Adam… O Zéze’nin yüreğinde yaşayan bir kurbağa… Fazla söze hacet yok, alıntılarla devam edelim bence.

***

"Neye yarar Adam? Beni işitiyor musun? Konuş, Adam. Öğret bana yeniden güneşi uyandırmayı. Devam etmek, ilerlemek, gelip geçmek zorunluluğunu kabul etmeyi. İlerlemek ve güneşi uyandırmak, güç değil mi Adam? Yalvarırım, bunu senden son kez istiyorum, yanıt ver; büyük insanlar güneşi nasıl uyandırabilirler? Yalnızca bu kez.

“İyi ya Adam, büyükler güneşi uyandırmayı bilmezler. Öyleyse Tanrı'nın iyiliği, yarın olur da, güneşi uyandırıverir. Tüm dingin sonsuzluk için yaptığı gibi.

"Bir çocuk yüreği, unutur ama bağışlamaz."

"Acı korkunç bir şeydi! Neden bir anda geliyordu, neden büyük bir acı, geldiği gibi hemen geçmiyordu?"

“-Önemli olan Zezé, hayatın güzel olduğunu ve yüreğimizde ısıttığımız bütün bu güzellikleri arttırmak için, onların Tanrı tarafından bize verildiğini keşfetmen.
-Ağlamakla güneşimin ışınlarını ıslattığımı mı söylemek istiyorsun?
-Tabi. Güneşin soğumasına fırsat vermemek için geldim. Yalan mı?"

“Konuşmadan konuşmanın bir yolu bulunamaz mı?”

“Ruhumun yalnızlığını keşfeden ilk öğretmen o olmuştu. Gözleri hüzünden ve kayıtsızlıktan başka şey yansıtmayan, anlaşılmamış çocuğun üzüntüsünü ilk keşfedendi.”

“Tırnağıyla, duvara, iki yüreği delip geçen aşkın ateşlediği bir ok çizdi. Pek başarılı değildi bu yürekler, çünkü Dolores resimde çok başarısız olduğunu bana hep itiraf etmişti. Ama yüreklerin bir parça eğri büğrü oluşunun ne önemi vardı? Önemli olan, onun eşsiz niyetiydi.”

“Daha da büyük olan bir başkasından söz etmek istiyorum. Yüreğimizde doğan güneşten. Umutlarımızın güneşinden. Düşlerimizi de uyandırmak için göğsümüzde doğan güneşten.”

"Başka bir hayatta düğme olarak doğmak istiyorum. Ne düğmesi olursa. Külot düğmesi bile. İnsan olmaktan ve bir zavallı gibi acı çekmekten iyidir."

“Bu kez gözlerim yaşlara boğulmuştu. Umutsuzluğuma ve bırakılmışlığıma ağlıyordum. Çok küçük ve çok narin oluşuma ve hiçbir şey yapamayışıma...”

“Benim istediğim hiçbir şey düşünmeden, bir bağlantıya girmeden gitmekti, gitmek. Hayat, kişinin hiç durmadığı, birbirini izleyen bir trenler, yollar, gemiler dizisiymiş gibi. Derdimi anlatamıyordum. Gitgide daha uzağa gitme isteği. Ama kişinin hiç dönmeyeceği bir uzağa. Hep ilerlemek…”

“Yeniden bir çocuğum. Düş kuran bir çocuk. Yalnız bir çocuk. Niçin büyümeli? İstemiyorum. Hiçbir zaman istemedim. Ama zaman durdu, ben devam ettim. Aslında kimse insanların acıya dayanma gücünü bilemez. Tek bilen kendi yüreğimizdir. Ama neye yarar?”

"Küçüğüm, hayat böyledir. İnsanlar hep çekip giderler. Yürek unuttuğundan ve pişmanlıklar öldüğünden değil. Birtakım şeyler, sevecenliğimizde kalmayı sürdürür hep. Ama insanlar gerektiği anda gitmek zorundalar."

Önemi yok, kendim için şarkı söylemeyi sürdüreceğim, çünkü ne mutlu bana ki hala pişmanlık sözcüğünün ne anlama geldiğini biliyorum."

“Unut Zeze, bir işe yaramaz. Yavaş yavaş unutacaksın, yeniden düşününce de her şey öylesine uzakta olacak ki artık hiç acı çekmeyeceksin.”


Ruta Sepetys - GRİ GÖLGELER ARASINDA

              
Aslında bu kitabı daha geçen ayların birinde okuduğum “22 Britanya Yolu” isimli kitapla aynı postta yazmak istiyordum ama önemi yok.

“1941 yılının ilkbaharında Lina, sanat okulunda öğrenim görmeye, ilk erkek arkadaşıyla buluşmaya ve sıcak yaz günlerine hazırlıyordu kendini. Fakat bu naif heyecanlar yerini endişeye, korkuya, mutsuzluğa bırakacaktı. Bir akşam Sovyet gizli polisinin evlerine baskın düzenlemesi üzerine annesi ve kardeşiyle Sibirya’ya sürgün edilen ailesinden geriye, tıpkı evlerinde bıraktıkları cam kırıkları gibi paramparça olmuş hayatlar kaldı.”

(Editörün yazısı…)

Sürgünde geçen uzun, korku, acı dolu yıllar ve yine de insanların kalplerinde yaşamaya devam eden umutlar… Sürükleyici, acı dolu bir kitaptı. Çok edebi bir dili yoktu ya da ilginç bir konusu… Sadece okuduklarınızın gerçek olduğunu bilmek… İnsanı en çok etkileyen, üzen, hatta ağlatan şey bu. Bir kurguya ağlamak saçma olabilir ama gerçek bir hikâyeye değil.

Kitabın üzerinde bulunan alıntı, kitaptaki en can alıcı cümleydi.

"Bir insan hayatının bedeli nedir, hiç merak ettiniz mi?
O sabah, kardeşim Jonas’ın hayatı bir cep saati değerindeydi."


Cengiz Aytmatov - BEYAZ GEMİ


En sevdiğim Türk yazarlardan biri. (Kırgızlar da Türk sonuçta.) Uzun hikaye de denilebilir “Beyaz Gemi” için. Baştan sona insanın içine dokunan bir hikaye hem de.

Masalla gerçeği birleştiren bir eserdir. Geçmişi temsil eden dede ile geleceği temsil eden çocuk arasında dramatik bir ilişki kurarak insan duygu ve düşüncelerine kendine has yorumlar getirilir. Adı eserde hiç geçmeyen çocuğun saf ve temiz dünyasından, hayatın acı ve çıplak gerçeğine uzanan bir roman kurgusu meydana çıkarılır. Aytmatov'un, edebiyat âleminde geniş akisler uyandıran, uzun yıllar tartışılan, verilmek istenen mesajla yaratılan tiplerin büyük bir uyum sağladığı eserlerinden biridir.”

Gerçekten o kadar farklı yorumlar almış ki Aytmatov, kitabın son kısmında kendi yazdığı bir açıklama, düşünceleri bile yer alıyor. En sonunda da çok etkileyici bir soru sormuş Aytmatov, sondaki anlamlar gibiydi sorusu da, içim titredi.

“Ama durmadın gittin. Hiçbir zaman balık olamayacağını biliyor muydun? Isık-Göl’e kadar yüzemeyeceğini, oradan beyaz gemiyi göremeyeceğini, ona ” Merhaba, beyaz gemi, ben geldim” diyemeyeceğini düşünmedin mi küçük çocuk?
Ama bir şeyi rahatça söyleyebilirim: çocuk ruhunun bağdaşamadığı her şeyi reddettin sen. İşte bunun için avunuyorum. Bir kez çakıp sönen bir şimşek gibi yaşadın sen. Şimşeklerin kaynağı göktür, gök ise sonsuzluktur, işte bundan dolayı kıvançlıyım.
Avunduğum başka bir şey daha var: insanın çocuksu, temiz vicdanı tohumun içindeki öz gibidir. Bu öz olmadan hiç bir tohum gelişemez ve bizleri ilerde ne beklerse beklesin, insanlar yaşadıkça hak, doğruluk denen şeyler de var olacaktır.”


Lev Tolstoy - DİRİLİŞ


Geç kaldığım kitaplardan biriydi.
Prens, -ona sadece Prens demek istiyorum çünkü belli birini anlatmıyordu, Prens bir semboldü- bir mahkemede jurilik yaparken sanığın eskiden hayatını kararttığı bir genç kız olduğunu görür ve her şey böyle başlar. Prens’in kendi iç muhasebeleri ve yaptığının bedelinin ödemek için çabaları… Olaylar birbirini takip ederken Tolstoy kilisenin ve hukuk sisteminin eksiklerini ortaya döker. O kadar ki yazıldıktan iki yıl sonra eser kilise tarafından aforoz edilir.

Bir dünya klasiği için fazla yorum yapmayı gereksiz bulmuşumdur. Ama kitabı daha da ilginç hale getiren bir yazıyı herkesin okumasını isterdim. “Tolstoy’un Dirilişi” http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=96300

"Her fert az çok iyi; az çok zeki; az çok uyuşuk; az çok yoksa filana iyi filana kötü demek doğru değildir. Bu zeminde insanlar ırmaklara benzer. Su her tarafta birdir; özellikleri aktığı yere ve zaman göre değişir. Bazen parlak, bazen bulanık olur. Bazen ılık, bazen soğuktur. Her insan, üzerinde insanlara özgü bütün niteliklerin tohumlarını taşır. “

“Bu düşkünlüğün sebebi de gerçekte kanun olmayan bir şeyi kanun kabul etmelerinden ve değişmez, kendiliğinden var olan doğanın kanunlarına kıymet vermemekten ibaret.”

“İsa dünyaya tapınakları yıkmak için geldiğini tekrarlamıştı. İsa hahamların o düzme giysilerinden nefret ederdi. İsa ruhlara sakinliğin ancak inzivanın vereceğini bildirmiş ve dudaklarla değil, kalp ile ibadeti emretmişti. ‘İnsanlar hakkında bir hüküm vermeyeceksin, ona eziyet etmeyeceksin.’ demiş kimsenin küçük düşürülmemesini, kimsenin aşağılanmamasını, kimsenin malına, canına ve namusunda saldırılmamasını söylemişti. Halbuki olanlar neydi? Ya bu ibadetler neydi


İsa dünyaya herkes için özgürlüğü getirdiğini söylememiş miydi?”