Cumartesi, Aralık 24, 2016

dört eski ve bir yeni yıl



evet, biliyorum. kendimden utanmam gerekir. dördüncü yılımı kutlamayı unuttum. ama blogumu seviyorum, yazmaktan vazgeçmeyi düşünmüyorum. sadece... zaman ayıramıyorum.

bu 228. yazı. arama motoruyla bana gelenler listesinde "bir daha geri gelmemek" üçüncü sırada kalmaya devam ediyor, ilk sırada "arrakis blog" var. K-çift mimi birinci sırada yer alıyor, aslında onu silmeyi düşünüyordum. aslında bütün k-müzik k-drama yazılarını başka bir bloga aktarmayı düşünüyorum. bakalım, belli olmaz.

2016'ya yazdığım mektup:

"şuan hazırlıkta bir anlamda sürünüyorsun. kendi çapında bir şeyler yapmak için uğraşıyorsun. birçokları senin hızlı bir giriş yaptığını söylüyor, gel gelelim bazı şeylerin senin için ne kadar zor olduğunun farkında değil kimse. annen arıyor... kısa bir konuşmadan sonra kapatıyorsunuz. söyleyecek çok da bir şeyiniz yok. ev arkadaşların çiğ köfte akşamı yapmak istiyorlar. seninse uykun var, yarın da sinema derslerin. aslında uyumak istiyorsun ama mümkün değil. aslında şuan zion t'nin "eat"i çalıyor. bu adamı seviyorsun. bu adamı cidden seviyorsun. ama son zamanlarda neredeyse hiç denilebilecek kadar az k-müzik dinlediğini söylemek lazım. genelde kaiser chiefs'in bu ara. nirvana ve panic at the disco bir de. katıldığın derneğin akademi koluna girip yetmezmiş gibi blog işini üstlendin. merak ediyorum o zaman derneğin durumu nasıl olacak, koca bir yıl sonuçta. (now playing: zion t - zero gravity) sen hala o dernekte misin, kulağa tuhaf geliyor. bunu okuduğunda lisans eğitimine başlamış olacaksın büyük ihtimal. şuan kimlerle arkadaşsın, o zaman kimlerle olacaksın... bir şey sormak istemiyorum. tahminim yok. nerede kalıyorsun, ne yapıyorsun, nasıl gidiyor, sen anlat bana...."

2017'ye mektup:

"şuan hazırlıktaki rahatlığını özlüyorsun ama memnunsun, zor olsa da güzel lisans, severek öğreniyorsun, bu yüzden notların da iyi. bu sene ablanla birlikte kalıyorsun, enişten florida'ya gitti bir seneliğine. bazen ablanı dövesin geliyor. çoğu zaman ya da. lumineers - sleep on the floor dinliyorsun bugünlerde sık sık. türklere yöneldin, no land, adamlar, kaç canım kalmış, peyk. indie dinliyorsun, çince bazen, bir de yetmişler seksenler var tabi. k-müzik'ten daha da koptun. en son ne zaman dinlemiştin hatırlamıyorsun bile. dernekten ayrıldın ama oradaki arkadaşlarınla görüşmeye devam ediyorsun. okulda radyo pogramı yapıyorsun, bir avuç dinleyicin var. yalnız gezenin düşleri iki'yi yazmayı planlıyorsun. (böyle dememin sebebi sürekli yalnız takılman.) aslında üniversitede iki yakın arkadaşın var, biriyle aslında okulun ilk günü tanışmıştın, salı ve perşembe günleri yemek yerken edebiyat, sinema ve felsefe üzerine sohbetler yapıyorsunuz, beyniniz yanıyor tartışırken ama çok zevk alıyorsun bundan. diğeriyle hazırlığın son kuru tanıştınız, ilk gördüğünde biliyordun, o mühendislik öğrencisi olduğu için hiç ortak dersiniz yok, zamanlarınız da uyuşmadığından nadiren görüşüyorsunuz ama her gün konuşuyorsunuz. her şeyini paylaşabildiğin birisi. lise arkadaşlarınla görüşmeye konuşmaya devam ediyorsun. ilişkiniz tadını koruyor. bugünlerde politikaya geçip sinemadan çap yapmayı düşünüyorsun, sonra vazgeçiyorsun. hatta belki de sosyolojiden yandal? merak ediyorum bölümünü değişmiş ya da çapa başlamış olacak mısın? geçen iki dönemin sonunda ortalaman kaçtı? peki kısa film çektin mi hiç? hala mutlu musun? Xingchi ve Shohei nasıl? hala konuşuyor musunuz? aşık olmayı beceremedin değil mi? peki çöplük nasıl? kedin nasıl?" 

*** 

biri beni mimlemiş miydi? yoksa benim yüzsüzlüğüm yine iş başında mıydı? pek hatırlamıyorum ama bu mimi almış ve yazmışım, yayınlamayı unutmuşum herhalde. ben de bilmiyorum. kafamın pek yerinde olmadığını söylememe bile gerek yok herhalde. herkesi de mimliyorum.

1)kimse mükemmel değildir ama yine de eksikleri düzeltmek mümkün. huylu huyundan vazgeçmez mi dersin? yoksa şu huyumu değiştirsem hiç fena olmaz mı? nedir o huyun? 2017 için kendinde değiştirmek istediklerin neler?

yerli yersiz suçluluk krizlerine girişim. bundan kurtulmak istiyorum. tabi ki bu öze dönük eleştirelliğimin biraz azalması, bunlara bağlı olarak aşağılık kompleksinin benden fersah fersah uzaklara kaçması en büyük dileğim. insan kendi kendine hayatı zindan ediyor, tabi ki başkaları da boş durmuyor ama kendimizle uyuşabilsek her türlü taarruzdan sağlam çıkabiliriz bu işin bencesi.

2)meşhur alaaddin'in sihirli lambası oldu ya kucağına düştü. ve tabi ki 3 dilek hakkı verdi. dikkatli düşün, klavyenden çıkan her cümleyi gerçeğe dönüştürebilir. ne dilerdin?

sonsuz dilek hakkımın olması fksjgdkhjfnvs hayır bıkmadım.
buzzati'nin öyküsündeki gibi dünyadaki bütün güç sahiplerinin öteki tarafı boylamasıyla insanların güçlü olmamaya çalışması ve bunun beraberinde getirdiği barış dolu bir dünya.
sevdiklerime sağlıklı uzun ömürler, e bana da tabi.
herkesin ruh eşini bulup onunla tatlış bir hayat geçirmesi.

3)şimdi gerçek hayata dönüyoruz, evin, çocukların, kendin, kedin.. için yeni yılda neler yapmak var aklında? şimdiden düşünelim ki, yeni yıl kapıda hazırlıksız yakalanmayalım :)

ne evim var ne çocuğum. bana ne olacağını allah bilir. kedim öküzleşme yolunda ilerliyor ama aklı hala beş karış havada... yeni yıl diye bir şey yok. inanmıyorum. ama benim yirmi olacağım gerçeği var ki fena koyuyor. yirmi yaşımda ne yapacağım? mümkünse önce aşık olacağım, ortalama kasıp çapa başlayacağım, resim olayına ciddi bir biçimde el atacak ve en az beş tane öykü yazacağım, öykülerimi dergilere göndereceğim. bir sürü güzel film izleyip bir sürü güzel kitaplar okuyacağım. gezip tozacak ve de depresyonlara gireceğim. çinceyi ilerleteceğim ve bir dil öğrenmeye daha başlayacağım. olması mümkün şeyler genel olarak yani ama hepsi olur da ben yine aşık olamam.

4.piyangodan büyük ikramiye çıksa hepimiz dünyayı gezeriz değil mi? sen neler yapmak isterdin? bir de şöyle düşün, o istediklerin için çok  para şart mı? belki de değildir.

şimdi gerekenler var, gerekmeyenler var. bir kere büyük çapta yardım etmek istiyorsan şart. hele hele gezmek istiyorsan kesinlikle şart. ben bunu çok iyi anlamış durumdayım. sonra mesela kemana yeniden başlamak istiyorum, hatta gitar piyano falan da öğrenmek istiyorum. eee? para gerek.  demek ki neymiş, para lazımmış, biraz da saadet getirebilirmiş.

5.para para para. para harcamadan da gerçekleştirebileceğin hayallerin vardır elbet. haydi onları da paylaş, bekliyoruz.

bu soruyla üçüncü soru arasındaki fark nedir? yapmak istediklerim eşit değil midir hayallerime? zaten çoğu parasız hayaller, pek paralı hayalim yok gibi. ya ne saçma cümleler kuruyorum. neyse ben sadece yazmak istiyorum. film çekmek istiyorum desem, mesela o paralı hayaller kapsamına girer. biz fakirler yazarız, sinema lükstür. 

Salı, Aralık 13, 2016

aralığın beş günü




iki aralık

şimdi antalya'dan yazıyorum ama bu yazı yayınlandığında tabi ki istanbula dönmüş olacağım. tabi ki diyorum çünkü tatilim çok kısa ve burada internet yok. ki bu da tabi ki harika bir şey. günüm ananeme yardım ederek, kedimle oynayarak, fotoğraf çekerek ve bahçede anlamsızca koşturarak geçiyor. bir de kitap okuyor ve yapmam gereken ödevleri düşünüyorum. ama yalnızca düşünüyorum.

kedimin öküz kadar olmuş olması? ilk başta bana trip atıp sonra hemen barışması? tüyleri iyice uzamış ve yumuşacık olmuş. güneş batarken oturma odasında oturuyorduk, kucağıma aldım ve bu geldiğimden bu yana ilk kez bu kadar uzun süre sakince oturdu. benim bir parçam gibiydi, oda karanlık, o simsiyah. hırlamasının yavaşça sona erişi ve benim uykuya daldığını anlamam. sonra bir ses ve sıçradı. onu sakinleştirdim ama bir kere uykusu kaçmıştı.

fiziksel olarak büyüse de karakterinin iki ay öncekinden farkı yok. aynı alışkanlıklar, aynı oyunlar, aynı tavırlar. oğluşum hep çocuk kalacak. insanları sevecek, diğer kedilerden çoğu zaman korkacak bazen arkadaş olacak ve kin tutmayacak. balığı çiğ yiyemeyecek ama taze ekmeği çok sevecek. benim oğlum olduğunu delilikleriyle salaklığıyla hep belli edecek. ona nasıl bu kadar bağlandım? bir avuç olduğu zamandan beri birlikteyiz.

kış 445, bahar 1370, yaz 868, güz 465 (mevsimlere göre çektiğim fotoğraf sayısı)

yedi aralık

gerçekliğinden emin olamadığım bir kaç gün daha geçiyor yavaşça. bu aralık da gidiyor, bu yıl da bitiyor işte, xingchi'den mail gelmiş olup olmaması beni çok da bağlamıyor artık. bayhan'ı görmek beni kahkahalara boğmuyor. ev kendi kendime özgürce takıldığım bir yer değil. sabahları sövmüyorum artık neden okul var diye, okulu sevdiğim için değil. belki her zamankinden daha çok kaçmak istiyorum oradan. ama şikayet etmek, isyan etmek falan güzel şeyler bunlar. insanı hayata bağlıyorlar. karşıtlıklar renk getiriyor. şimdi tek kelime edemiyorum. hala lisedeymişim gibi her sabah dokuzda derse giriyorum. tanımadıklarımı görüyorum, biraz tanıdıklarımı, daha çok. bazılarını diğerlerinden ayırıyorum, bazılarını fark etmiyorum bile. yalnızca o bilmem kaç bin insandan biriyim. hiçbir özelliğim yok beni onlardan farklı kılan. hepimiz insanız, genciz, öğrenciyiz. solumdaki rusça sağımdaki endonezce konuşurken bile aynıyız. ama bir fark olmalı. bizi biz yapan o küçük dokunuşların yumuşaklığı kadar birbirimize bakıyoruz. fark nedir bilmiyorum.

on aralık

bu  hafta o kadar kötü geçti ki güzel bir şey olsa da sevinsem diye düşünüp bir şey bulamıyorum. cumaya kadar dört belgesel izleyip response paper yazmalı, cuma akşamı da oturup tarih ödevini yapmam gerek ki söz konusu ödevin ne olduğunu bile anlamadım.

uzun zamandır görüşmediğim bazı arkadaşlarımla görüştüm. beni görünce hepsi çok güzel tepkiler verdiler, şaşırdım. çok da samimi değiliz aslında (uzun süredir görüşmedik, aramadık, mesaj da atmadık) ama sanırım ukala ve agresif kabuğumun altında yatan salağı biliyorlar artık, gıcıklıklarıma gülüp geçiyorlar. birlikte birçok şey paylaşmışız, bunu yeni fark edince tuhaf hissettim. yorulduğum için arkamı dönüp giden bendim. yine de aslında hiçbir şekilde borçlu hissetmemem gerek, aldığım sorumlulukların hepsini en iyi şekilde yerine getirdim ama nedense suçlu hissediyorum işte, yardım etmediğim için o karışık zamanlarda. müdahale edemeyeceğim mahrem sorunlardı bunlar ama mantığım bunu anlamayı bile kabul edemediği için en kolayı başımı çevirmekti. yine biliyorum ki konuşmaya devam etsem de hiçbiri beni dinlemeyecekti. çünkü onlar beni hep yabancı gördüler.

yirmi bir otuz: gök mü gürledi? kuşlar niye korkunç bağrışmalarla kaçıyorlar? sirenler ve ambulans sesleri. 

on bir aralık

gerçeklikten kaçmak için elimden ne gelirse yaptım ama nereye kadar gidebileceğiniz belli. odanızda yalnız kaldığınızda, daha da kötüsü yatağınıza uzandığınızda sizi yakalayıveriyor. yorganı çekerek farklı bir dünya hayallerine dalmaya çalışmak sonuçsuz. bazen yaşama sabredebilmenin tek nedeni. bazen gerçeklikle karşılaştığınızda taraf değiştirip size kurşun sıkan bir hain. bunu da ritüelden sayabilir miyiz?

on üç aralık

yılın en kötü haftasını geçirdikten sonra işte buradayım. bugün rabia olaylarıyla ilgili bir belgesel izledim, sessizce ağlamak zorunda kaldım ayıp olmasa da sesli ağlamak. ne yönetmen farkındaydı durumun aslında ne de yapımcı. ne de rabia olaylarına katılmış olan ve konuşurken ağlayan mısırlı kız. çok sevdiğimden değil goffman'ı ama bugünlerde sık sık haklıymış gibi geliyor, bu samimiyetsizlik ancak oyun içinde erimemiş bir oyuncudan ya da en başında yaşamda iğreti duran bir oyundan akabilir. bu tiyatronun bir parçası olmayı reddediyorum.

bir de kar yağdı az önce istanbul'a. azıcık da olsa ilk kez olduğu için, bir sevinç çığlığı attım ve sokaktaki insanlar bana baktı. ufak bir kar tanesi doğruca dilimin ucuna kondu.

kar neden yağar kar?

Çarşamba, Kasım 23, 2016

oynasam oynamasam



oha resmen üç bin yıldır yazmıyorum.

tüyap öncesi ben:
tüyaptan ne istiyorum? tüyap'a gidebileyim yeter diyorum şu aralar sadece. malum vizeler salmıyor yakamızı, haftasonu olması bir de cabası. mesela bugün bir vizeden çıktım ve hayatımın çalışmasını yapmama rağmen (neredeyse beş saat çalıştım be, oha!) eh diyebiliyorum en fazla. kampüsün önündeki o aşırı tatlı köpek benimle oynamasa muhtemelen zırlardım. (ağlamazdım ama niye böyle oldu yaaaa diye mızıldamak) neyse, tüyap diyordum. bir tane ferit edgü kitabı almak istiyorum, bir de... ece  ayhan tabi ki. o kadar okurum ve severim ama kitaplığımda bir ece ayhan yok? bir de şunlar var listemde: kıyamete bir milyar yıl, yıkıma giden adam, ışık tanrısı.

sonrasında:
tüyap'a gittim, ece ayhan aklımdan çıkmış. üzüldüm. ferit edgü - hakkaride bir mevsim alındı. alfred bester - yıkıma giden adam alındı. (Sel ve İthaki) ve de şöyle bir liste alındı:
Georges Perec - Kayboluş (Ayrıntı)
Raymond Queneau - Zazie Metroda (Sel)
Orhan Pamuk - Kara Kitap (YKY)
Milan Kundera - Şaka (Can)
Dino Buzzati - Dağların Adamı Barnabo (Timaş)
Bernardo Atxaga - Obabakoak (Aylak Adam)

istanbul modern'e gittim son sergileri gördüm. "insan insanı çekermiş" harika ötesiydi. inci uzuner retrospektifi çok sırdışıydı, bu anlamda yepisyeni acayip şeyler görmek için ideal. lütfi akad için hazırlanan sergiyi ise yetersiz buldum, sönük kalmıştı. gerçi yine de güzeldi.

iki de fiiilm. ikisi de yeniiii, ikisi de yerli. (türk sinemasına yüzümü geç döndüm ama geç olsun güç olmasın?) biri "son kuşlar" yönetmeni bedir afşin. gencecik bir arkadaşımız, ilk uzun metraj filmi son kuşlar, bundan önce bir belgesel çekmiş. tabi ki adını bu filmle duydum, gösterim sonrasında da ufak bir söyleşi oldu. bayağı ilginç bir kişilik, senaryoyla ilgili sorulara "belki şöyle olabilir" diye başlayan ihtimaller kümesinde yer alan cevaplar verdi. aslında film bayağı güzeldi, sonunu çok şaapmadım ama yine de güzeldi. 

diğeri "rüzgarda salınan nilüfer" isimli filmdi. açıkçası ismi çok tırt gelmişti o yüzden izleyip izlememekte şüphe ettim. (seren yüce, takva isimli filmde yönetmen asistanıymış, açıkçası takva izlediğim en kötü türk filmlerinden biriydi, bir tür korku filmi, şimdi neredeyse tamamen unuttum ama aklımdaki kareler cidden korku filmden fırlamış gibi) aslında bu seren yüce'nin ikinci filmi, ilki "çoğunluk" da izleme listeme girdi, merak efendim, o kadar ödül almış, insan dayanamıyor. neyse, biz elimizdeki filme dönelim. ne anlamam gerek ne düşünmeliyim şaştım kaldım. en sonunda amaaaan dedim. ama hala hatırlayınca rahatsız olduğum o replikler duruyor. 

birde şöyle bir komedi filmimiz var, interview. muhakkak duymuşsunuzdur çok popüler. kim jong un'la röportaj yapma fırsatını elde eden tv sektöründeki iki arkadaşın öyküsü diyelim. film boyunca gülmekten her yerleri yumrukladım, turşu da ölüp ölmediğimi kontrol etti.  

sonracağıma bir arkadaşım, bayağı iyi de bir arkadaştır kendisi, tutturdu twitter aç programın için. dedim ben kullanmayı bilmiyorum, hem kim beni takip etsin daha programı dinleyen bir avuç insan falan filan dedim. ama sonunda ısrarına yenildim, belki program esnasında falan bir şey sormak isteyen olursa diye artık açmış bulundum. (bu nasıl olacak bilmiyorum ama sorucam öğrenicem) kullanıcı adım da bahtiyaar16. pazartesileri saat beşte sehir.fm'de yayın devam ediyor.

ubbf kapsamındaki robert mckee atölyesine katıldım. dünyanın en çok rağbet gören senaryo danışmanı, anlatıcısı, öğreticisi artık nesiyse ondanmış. meeeeh, iyiydi hoştu ama yemi bir şey yoktu. zaten öyle hepsine de katılmadım. sabahtan akşama katlananları da anlayamadım. dostlar senaryo yazarken görsün!?

antropoloji sınıfında bir çocuk var, saçları lüle ile kıvırcık arasında, açık kahverengi. birde sarı floresanın ışığı vurunca öyle güzel oluyor ki... arkasına oturmaya çalışıyorum ama hep o benim arkama oturuyor, öyle olunca hep izleyemiyorum ama çok güzel saçları. komik kısmı, yüzünü görsem tanımam. (bunu yazıktan iki gün sonra falan tam okula giriyordum, kapının camında bir yansıma gördüm, sanırım oydu. eğer oysa... tanıdım?)

çocuk demişken.. bir crush edinmek üzereyim ama gördüğüm üç kişinin de aynı kişi olup olmadığına dair şüphelerim var. bu sorunu saymazsak birini gözüme kestirdim gibi gibi. şimdilik bu tabi ki bir eğlence aracı, hayatıma renk katsın falan filan. hakkında hiiiiiiiçbir şey bilmiyorum, bilmek istiyor muyum ondan da emin değilim ama tabi ki öyle ya da böyle öğrenirim. bayağı esmer, çekik pörtlek gözlü, bayhan bakışlı bir çocuk. onu görene kadar daha önce kimseyi bayhan'a benziyor şeklinde tanımlamamıştım sanırım. (bunu anlattığım kişilerin kafasında çirkin bir şey canlanmış olabilir, değil demicem ama cidden tatlı.) aramızda şöyle bir konuşma bile geçti "excuse me, is this free?" "yes yes it's free." ki sandalyeyi isteme sebebim gerçekten ona ihtiyacım olmasıydı. ama sonradan fark ettim ki, vay be, gerçekten onunla konuşmuştum sonuçta. bugün ben dışarı çıkarken o içeri gidiyordu, saniyenin milyonda biri kadar bakıştık. hepsi bu. end of the story.

haklarında başlı başına bir yazı yazmayı çok istediğim ama maalesef zamanım olmayan bir grup da no land. ismine bakıp aldanmayın made in turkey. gerçekten son zamanlarda dinlediği en iyi gruplardan biriydi, aramızda albümünü ezberledim. harika bir şey. on yedisinde konserleri vardı gitmeyi çok istiyordum ama tek gitmeyi hiç istemiyordum, daha doğrusu gitmek neyse de dönmek sıkıntı. mevcut arkadaşlarımdan  hiçbiri de gelmedi benimle. aslında gitmesem daha iyiydi oturup evimde ders çalışmam lazımdı, bitmiyor ki şu sınavlar ben yine kıçımı yayarak uzanayım. demişken, mesela kıç ve göt kelimesini karşılaştıracak olursak kıç açık ara farkla alır. neden mi? bir kere içindeki k harfi ve kapanışı ç ile yapması söylerken müthiş tatmin ediyor. üstelik daha az kaba olduğunu düşünüyorum. ama emin de değilim. bunun hakkında sonra düşüneceğim. bu arada ç cidden çok güzel bir harf, ilk kim çıkardıysa allah razı olsun. o zaman ciao?


Çarşamba, Kasım 09, 2016

genç pehlivanlar (2015)


yine vize haftasından yine ders çalışmam bir günden sevgilerimle...

dün bir belgesel izledim. dündü sanırım. bugün günlerden ne? her neyse, yakın zamanda bir belgesel izledim. "genç pehlivanlar" isimli bu belgesel film iki bin on beş yapımı. yönetmeni daha önce muhtemelen sizin de adını duymadığınız biri, mete gümürhan. documentary making dersi kapsamında izletildi ve yönetmen de söyleşi için geldi. (söyleşi sırasında elden ele gezen yoklama kağıdı, hocanın vay efendim niye kimse gelmedi "herkes derse geliyor şimdi niye bu salon boş, beni mahcup edeni ben de mahcup ederim" söylemi sonucunda ortaya çıkan komik bir sahnedir)

amasya güreş merkezi yatılı okulu’ndaki 26 çocuk, geleceğin güreş şampiyonları olabilmek için birçok zorluğa göğüs geriyor. genç pehlivanlar’ın kahramanı olan bu çocuklar, bir yandan da erkek egemen bir ortamda ergenliğin bildik sıkıntılarını yaşıyorlar. yönetmenin müdahale etmeden, yakından gözlemiyle, çocukların arkadaşlıkla rekabet arasında geçen gündelik hayatlarına tanık oluyoruz. (kameraarkasi.org)

dersim vardı gösterim sırasında, dersi eksem ekmesem mi, izlemeye değer mi değmez mi derken, hoca yoklamayı ilk ders alınca sıvıştım. hadi bakalım deyip salona girdim. son zamanlarda yaptığım en iyi seçimlerden biri olabilir. o kadar beğendim ki bunu anlatmanın bir yolu yok. yönetmen gelip de konuşmaya başladığında ben başka bir dünyadayım ve büyük ölçüde de "bu filmi bu adam mı çekmiiiiş" kafasındaydım. film o kadar bizdi, o kadar bendi ki onu çeken adamın hollanda'da doğum büyümüş olması türkçe'yi adam gibi konuşamaması (aksanı yoktu ama o tipik sorunsal, kelimeler akla gelmiyor) falan... hani böyle istedim ki o filmdeki hocaların aksanıyla konuşan böyle buram buram anadolu kokan bir herif gelsin salona.  ben de diyeyim ki abi budur işte, biz buyuz... hiç de havalara giremedim. öyle söndü bütün coşkum. yine de çok, çok güzeldi film. bütün salon defalarca kahkahalara boğulduk, diğerlerini bilmem ama ben yine bol bol ağladım da.



söyleşi esnasında arkadaşımızın aslı özge'nin köprüdekiler ve hayat boyu filmlerinin yapımcısı olduğunu da öğrendim. önce bir "hııı peki o zaman görüşürüz" havasına girsem de ben hayat boyu'nu izlemedim ve köprüdekiler'de güzel filmdi ve hayat boyu'nun da fragmanı iyiydi. auf einmal'den daha önce bahsetmiştim, pek hoşlaştığım bir film olmamış, fikir güzel olsa da beni bir hayli baymıştı. sanki bizim buralarda takılsa daha mı iyi olur ne? neyse, konu yine aslı özge'ye geldi. asıl kahramanımıza dönelim. gümürhan'ın yapımcılığını yaptığı çoğu kısa olmak üzere daha birçok film var ama bu yönetmenliğini üstlendiği aynı zamanda yazdığı ilk film. (gerçi kendisinin söylediğine göre ilk başta alsında iki kardeşin öyküsüymüş ama süreç içinde çok farklı bir yere gelmiş tabi.) 

benim fikrimi soracak olursanız bu film yönetmeni aşmış ve kendi dünyasını kurmuş. uluslarası berlin film festivalinde special mention of the generation ve kplus ınternational jury ödülü aldı. az önce bahsi geçen hocamızın da dediği gibi bu batılı(?) arkadaşların çekmiş olduğu bir belgesel sayılabileceği için (mete gümürhan da kendisini avrupalı olarak tanımladı bir ara, muhtemelen çok da bilinçli değildi) oryantalist bakış açısından kendini sıyırmış olması filmin en güzel özelliklerinden biri. tabi ki voiceover ya da bunun gibi belgesel klişe teknikleri de yoktu. çocuklar harikuladeydi, kesinlikle hiçbir senaryo yok, tamamen doğal gelişen olaylar hepsi. cidden çok iyiydi her şeyiyle, zaten hep belgesel çekmek istiyorum, iyice ateşledi beni. lütfen lütfen lütfen ben de bir gün böyle bir şey çekebileyim!


Pazar, Kasım 06, 2016

çok anlamsız yazı


şuan ödev yapmam gerek ama ben bu yazıyı yazıyorum. bu bir ne yazısı? kimse bilmiyor.

üsküdar'da bir sahaf festivali geldi geçti. yürüme beş dakika mesafede olması bende "amaaan nasıl olsa giderim" rehaveti oluşturduğu için sondan bir önceki gün ancak gittim. "oha bitti lan!" iki tane terry pratchett kitabı bulunca hemencik aldım. biraz komikti çünkü standdaki görevli kadın acı çekerek sattı resmen.  heinrich böll'ün ciltli bir palyaço baskısına bakarken adam okudun mu hiç diye sordu, evet çok severim dedim. "ve o hiç bir şey demedi" kitabını şiddetle (kesin oku mutlaka oku bulur bulmaz oku çok güzel harika) tavsiye etti.

ya derse uyumadan gidince çok iyi dinliyorum be. tuhaf biliyorum ama hipnoz olmuşum gibi odaklanıyorum. saçma salak bir durum daha.

ekşi elmalar'ı izledim, şu yılmaz erdoğan'ın yeni filmi.  altı diyorum on üzerinden. Güzel filmdi, sonu olmamış, harcanan sahneler var ama manzaralar mükemmeldi gerçekten.

radyo programı meselesi de var. eveeeet, ilk yayınımı gerçekleştirdim, yarı yarıya bir facia sayılabilir bile olsa ilk sonuçta, ne bekliyorsunuz ki? benim gibi birinden! annem bile böyle söyledi. yayın sonrası aradım, anlattım. biraz güzel olmadığını. "boş ver, sen çıkmışsın oraya konuşmuşsun, daha ne? senin gibi bir insan..." dedi.

bu bölümde son zamanların türk sineması, müziği ve edebiyatı hakkında konuşmak istiyorum. güzel şeyler var. her pazartesi, saat 17.00, sehir.fm

ya program boyu şarkı aralarında stüdyoda kendini öven çocuk? neymiş efendim, bütün yaylı ve tuşlu çalgıları çalabiliyormuş "öyle bir şey var"mış. iyi halt yiyorsun. kendini övmeye çalışıp durmasa ve bunu süreç içinde öğrensem "vay be" der hayranlık duyarım. şimdiyse tek düşündüğüm "gerizekalı kendini beğenmiş manyak" ah o kıvırcık felsefeci çocuk; drum, saksafon ve gitar çalardı ama bir kez olsun bununla övünmemiştir. diğer çocuklar olmasa bunu bilmezdim bile. insanlar azizim, farklılar. 

şimdi biri yarın sabah olmak üzere bu hafta iki vizem, sonraki hafta da iki vizem var. bir de maşallah sürüsüne bereket ödev var ama son teslim tarihine kadar beklemek olayımızdır. (şu son teslim tarihi aklıma gelmedi de sözlükten deadline'ın anlamına baktım. atın beni denizlereeeee) ama ben antalya'ya gitmek istiyorum artıııııkkkk

annemle babam geldi üç günlüğüne, allahım ne güzel şey aile. ama bu akşam gidecekler, hönkürmek istiyorum. ev iki temizlik iki yemek, insanlık gördü be!

bu aralar yine mühendislikten mi çap yapsam diyorum. ara ara geliyor bana. ama ne yapayım aklım fikrim fizikte, böyle yaşayamam. arada diyorum ki bırakayım okulu sınava girip fizik okuyayım yeniden. bu sefer aldırmadan kimsenin ne diyeceğine. sonra diyorum ki bu benim için fazla idealist bir davranış. sinema sevmediğim bir şey değil ki, genel öyküyü bozarım. en iyisi çap fikri. ailem tarafından oy birliğiyle reddedildi ama olsun. biri sosyoloji diyor biri psikoloji biri hukuk. üniversiteye geçtim, ikinci senem diye bu sorunlar çözülmedi yani.

şimdi bir tane film izlemem lazım, beş tane soru çıkacakmış yarınki vizede. hiç canım çekmiyor izlemek, adı upside down ama aşk filmi yahu. bir de hoca "size aşk filmi izleyin diyorum daha ne istiyorsunuz" diyor ama hocam zaten ben aşk filmi izlemek istemiyorum ki. *izlemedi* (patema inverted diye bir anime var, aşağı yukarı aynı konuya sahip, onun daha güzel ve izlenebilir olduğunu düşünüyorum)

şu yazıyı en az bir haftada yazdım galiba. habire şimdi şimdi dememin sebebi o. mesela şimdi de yarınki sınava çalışmam lazım ama ben ne yapıyorum? bu yazıyı yazıyorum. aferin bana. 

ot gibi yaşıyorum okulla ev arasında. bu nedir kardaşlar? hayır bari o evde oturduğum okulda oturduğum sırada bir şey yapıyor olsam. boş işler bakanı olmak üzereyim, çok yakında!

Pazartesi, Ekim 24, 2016

filmekimi gerçekleri


yazının yapısı filmlerin en az beğendiğimden bayıldığıma doğru gidecek şekilde inşa edildi. (iyi halt yedim, inşa edilmişmiş, cümlenin bozukluğuna gelin) daha önce yazabilmeyi isterdim ama işte bahaneler bahaneler. (tembellik)

birth of a nation

trailer'ındaki müziklerin aşık olarak gittiğim şu filmin neden ve neden ve neden festival filmi olduğunu anlamıyorum. gerçekten. no idea. ich weiß es nicht. wǒ bù zhīdào. nadu mulla. (engin dil bilgim beni duygulandırıyor) bu filmden bahsetmiştim izlemek istiyorum diye, pişman değilim yine de çünkü böylece adam gibi eleştirebileceğim bir filmim oldu. (ne izlese beğeniyor bu da zaten yaftasından kurtardım. hadi yine iyiyim.) the man who knew infinity hakkında düşündüklerimin aynısını düşünüyorum desem yeridir. (biyografi filmi yapınca niye böyle yapıyorsunuz, bkz. olli maki çok iyiydi) olmuyor abi, se-nar-yo yazamıyorsunuz. böyle daldan dala atlayan, şekeri karıştırılmamış çay gibi (benzetme için teşekkürler derviş zaim) yazarın elinin belli olduğu (bkz. deus ex machina) birbirinin takip eden sahneler. kan gövdeyi götürüyor zaten. o işkence sahnelerinde kulaklarımı kapatıp gözlerimi de sıkı sıkı yummam gerekti. (hiç gelemiyorum böyle şeylere, sanki bana yapılıyormuş gibi hissediyorum) velhasıl kelam, fikir güzel, amaç güzel, konu güzel, imkanlar oyunculuklar müzikler güzel. ama senaryo olmamış nate parker.

rahatça filmdeki en iyi sahneydi diyebilirim, evet tabi ki ağladım

desierto

rexx en iyisi. cidden. ama kadıköyü teyzeleri değil. yani deli ediyorlar beni, biletim tam ikisinin yanındaydı. neyse ki sonradan dayanmayıp değiştim yerimi, herkese her şeye diyecek lafları var. beş dakika içinde o kadar çok insana laf ettiler ki (bunlardan biri de bendim tabi) en sonunda çıldırmadan uzaklaşmamın iyi olacağına karar verdim. az daha filmden çıkacaktım sinirimden. önyargılar önyargılar... kimsenin yaşına hürmet edesim yok bazen. o yaşa gelmiş ama hala böyle bir kibre sahipse üzgünüm, mezarında görüşelim diyeceğim tutuyor, yutkunuyorum. neyse filme gelecek olursak, amoresperros'taki çocuğu bir bakışta tanıdım tabi ama o da ne? aradan geçen yıllar acımamış, yaşlanmış. film sınırdan amerikaya kaçak olarak geçen meksikalıların çöl sıcağında aklını kaybetmiş psikopat bir amerikalı tarafından katliama uğramalarını anlatıyor. Bir buçuk saatlik filmin bir saatinde aklımızı yitirecek duruma geliyoruz gerilimden. (ama ben bir süre sonra saldım, neyse ki hayatımda ilk defa galiba patlamış mısır almıştım, ona odaklanıp rahatlamaya çalıştım) solumun solumun solumdaki kadına film boyunca fenalık geldi, gerilim arttıkça offf puff ölüyordu. ama filmin geçtiği mekan (çöl) çok güzeldi, oradan kazandı.

ma loute / cicim

hadi after the storm'da ingilizce altyazı vardı öyle izledik ya bu filmi ne yapmalı? city's nişantaşı'nda izledim filmi, sadece türkçe altyazı vardı ve hem senkrone değildi hem de bazı yerlerde altyazı hiç yoktu. tam bir rezillik. (avm işte ne olacak hıh. bu arada ilk defa gittim oraya. avmlerden nefret derecesinde tiskiniyorum. hele bundan ayrıca.) film ise inanılmazdı. yani sanırım dört yıldır falan böyle bir film izlememiştim. yönetmen kesinlikle manyak. nasıl desem beni öyle etkisiz hale getirdi ki yorum bile yapamıyorum. eşsiz. 

age of shadows

gayet güzel bir film olmasına karşın rakiplerinden dolayı dördüncü sırada yer almak durumunda kaldı. bu filmi izlerken uzak doğu tarihi bilgimin sanırım ilk defa işe yaradığına şahit oldum. japonya işgali altındaki kore'de işgale direnenlerin öyküsü. her film türünün tadını bulabileceğiniz bir film, çok güzel replikleri vardı, çoğunu unuttum ama bir tanesi şöyle bir şeydi: "hatalar yapsak da hayatta ilerleriz. hatalarımız bir yığın halini alsa bile onların üzerine basarız. daha yükseğe çıkabilmek için."



hymyilevä mies  / olli maki'nin en mutlu günü

gerçekten güzel bir biyografi olduğunu söylemeliyim. olli maki finlandiya'nın 1962'de tüy siklette dünya şampiyonluğu için dövüşmüş ünlü boksörü. juho kuosmanen neden filmi siyah beyaz çekmiş bilemiyorum ama yakışmış. her şeyi gözümüzün içine sokan filmlerden sonra çok iyi geldi, zaten bayan oyuncu da muhteşemdi, evlenmek istedim kendisiyle. tebrikler efendim. başka festivallerde de görüşelim.

after the storm / fırtınadan sonra

türkçe altyazı senkronizasyonu sık sık kaybetti, beyoğlu sinemasında izledim. daha önce bu salonda böyle bir şey yaşamadığımdan şaşırdım. (fitaş olaydı şaşırmazdım mesela.) o açıdan biraz üzücüydü ama film o kadar harikaydı ki bunu önemsemedim. yönetmen yine ve yine harika bir iş çıkarmış, neden japon sinemasını sevdiğimi bir kez daha anladım. bütün salon kahkahalara boğuldu ve ağladık da. bir gün böyle bir film yapabilmeyi çok isterdim. (ya adam yani koreeda montajı bile kendisi yapmış beni şok etti, üstelik dur durak bilmiyor. sen adamsın hirokazu.)



the net

o kadar harika bir filmdi ki diyeceğim bir şey yok gerçekten. eleştirebilirim, aklımdan geçen bazı olumsuz yorumlar da yok değil. (evet ben, evet kim ki duk'u) özellikle bazı diyaloglar çok kendini belli ediyordu, kim ki duk pek fazla diyaloga yer veren biri değil filmlerinde, böyle olunca acaba diyalog yazamıyor mu diye düşünmedim değil hahah (aynısını nuri bilge için de düşünüyorum mesela ama o kendisi de itiraf etti zaten bunu) yanlışlıkla sınırı geçen kuzey koreli bir balıkçının hikayesi. güneye ve kuzeye, pek tabi onları güney ve kuzey yapan komünizm ve kapitalizm için al birini vur ötekine (aynı bokun laciverdi) derken bir yandan da aslında aynı dili, aynı kültürü, aynı tarihi paylaşan insanların birbirine nasıl düşman oldukları ancak bu kadar etkileyici bir şekilde anlatılabilir dedirtiyor. deli gibi ağladım. harikasın kim ki duk.

***

bir film ekimi daha böylece eksikleriyle (paterson, swiss army man, salesman) geride kaldı. önümüzdeki maçlara bakacağız artık. (36.istanbul film festivali) sevgiler...

Salı, Ekim 18, 2016

foster



hayatımda bu kadar kendi kendime yettiğim (ya da yetmeye çalıştığım ama sanırım ancak bir yere kadar başarılı olabildiğim) bir dönem daha olduğunu hatırlamıyorum. en yakın arkadaşlarımla bile pek konuşmuyorum, konuşsam da bunlar yalnızca sudan şeyler oluyor. bu onları daha az sevdiğim ya daha az yakın hissettiğim anlamına gelmez. bu yalnızca benim konuşmayı tercih etmiyor oluşumdan kaynaklanan bir sonuç. okulda zaten birlikte "takıldığım" bir arkadaşım yok.  ayaküstü yapılan, okul ders ekseninde dönen sığ sohbetler. (muhabbet kelimesini kullanmadığıma dikkat çekiyorum) arada ilginç insanlar oluyor. ("seni inceledim de bayağı orijinal bir insansın" diyen mesela. orijinal ne demek? normal bir insanım ben. en azından ben öyle düşünüyorum.) bir yandan istersem dahil olabileceğimi bildiğim ama pek istemediğim gruplar var. zaten  bu saatten sonra kimsenin düzenine de ayak uyduramam. bu noktada sınırları bulanıklaşan bir bölge olduğunu fark ediyorum. yalnız olmak hala benim yaptığım bir seçim mi yoksa artık bir mecburiyet halini mi aldı? yalnızlık bugüne kadar benim için muhteşem bir şeydi. (kendimi çok sevmesem de kendi kendime ne istersem yapabiliyorum, bunun için kimseye sormama ya da benim kimseyi düşünmeme gerek olmuyor) ama her zaman bu benim yaptığım bir tercihti, bazen bir arzuydu.


bugünlerde hayatımda hiç olmadığım kadar içime kapandığımı fark ediyorum. insanlarla iletişim kurma nedenim, eğer bunu yapmazsam en sonunda bir deliliğe sürüklenecek olmamdan kaynaklanan korku. ne var ki  bu yüzeysel çabalarım yüzeysel sonuçlar veriyor haliyle. bir yandan daha fazla yalnız olmaya pek sağlıklı olmadığını fark ettiğim bir iştah duyarken bir yandan daha sabırsız, agresif ve sessiz bir insan olduğumu görüyorum.  insanlarla kurduğum ilişkiler daha da zayıflıyor ve bu bir kısır döngü gibi, onların benden ve benim onlardan kaçmam şeklinde tezahür ediyor.  eğer kişisel yeteneklerim (bu kısım biraz şüpheli) ve zihnimi meşgul edecek ilgi alanlarım (ve pek tabi derslerim) olmasaydı sanırım çoktan çıldırmıştım. mesela, dün gece hayali arkadaşlarımla konuşurken yakaladım kendimi. asıl bunu bilinçsizce yapıyor olmuşum korkuttu. sonra neden olmasın diye sordum kendime üstelik bu endişeye rağmen. yirmi yaşındakilerin hayali arkadaşı olamaz diye bir şey duymadım. aklıma boku wa tomodachi ga sukunai isminde bir japon filmi geldi. pek arkadaşım yok anlamına geliyor ve film orada arkadaşı olmayanların kurduğu bir kulüp üzerine. (acaba ben de mi böyle bir kulüp kursam?) benim sevgili kei'm mesela, tomo-chan diye seslendiği bir hayali arkadaşa sahipti. o zaman belki de bu yavaş yavaş çıldırıyor olduğum anlamına gelmeyebilir. (kei çıldırmamıştı. yani sanırım.)


şimdi böyle düşünerek kendimi rahatlatmaya mı çalışıyorum, bu da kendimi kandırmamın bir başka yolu mu? yazıyorum çünkü böyle zamanlarda kafamı toplamak için yazmak iyi bir çözüm. hele de kimseyle konuş(a)mıyorsanız. kendinizi daha objektif bir biçimde değerlendirmek ve mahmuzlara asılmak için. montaigne'in belki de en sevdiğim sözü bu, "ruhum, yularından kurtulup kaçan bir at gibi kendini daha fazla yoruyor. kafam durup dinlenmeden, hiçbir sıra, hiçbir ilinti gözetmeden öyle garip düşünceler, öyle saçma sapan hayaller kuruyor ki, ilerde bunların anlamsızlığını ve acayipliğini görüp kendinden utansın diye hepsini kaydetmeye başladım." bunu ilk okuduğumda on dört yaşındaydım ve sanırım ilk defa o zaman ciddi manada yazmak benim için boyut değiştirdi diyelim. öncesinde yalnızca bunaldığımda rahatlamak, içimi dökmek içini yaptığım bir eylemken benim düşüncelerimi ve duygularımı daha düzgün bir biçimde ifade edip onları kaydetmemi, nasıl desem, bireysel bir bellek oluşturmamı sapladı. (hafızam hiç yeterli değil.) utanç verici olanlar dahil yazdığım hiçbir şeyi de atmadım, bu belki de kendimle yüzleşmeyi en iyi şekilde yaptığım çizgidir. dün ve bugün metroda hep şunu düşündüm, "yaşamak istediğim gibi bir hayat mı yaşıyorum?" çoğu zaman evet cevabını verebildiğim bu soru bu sefer bir çıkmaza dönüşmüştü. eve gelip çantamı yere fırlatırken "hayır" demek zor ve acı verici olsa da en azından hala bunu söyleyebilme cesaretim olduğu için dibe vurmadığım anlamına gelebilir. (tabi dibe vurmamak daha aşağılar olduğu şeklinde de yorumlanabilir) yaşamak istediğim gibi bir hayat yaşamalıyım, dönüp baktığımda  pişmanlık hissetmemeliyim. ama önce ne istediğime karar vermem gerek. bu da bir o kadar sancılı ve karmaşık bir süreç.   
  

metroda bulanık görüşümle haliç'e bakarken düşündüm. (yine. iki duraktan fazla süren her metro yolculuğu düşünsel çıkmazlara ya da aydınlıklara götürüyor beni, ne zaman kulağımda kulaklık varken başımı cama yaslasam kaçıp kurtulamayacağım bir döngüye hapsoluyorum) sabah uyandığımda ilk işim (bazen tuvalete bile gitmeden) maillerimi kontrol etmek oluyor. benim yüzümü hiç görmeden sesimi hiç duymadan beni seven insanların yazdıklarını okumak istiyorum. (belki bu da gerçeklerden kaçmanın yeni bir versiyonudur.) aralarından en sevdiğim arkadaşım şunu yazmış, "i always alone. walking, eating, go to class..." kocaman bir gülümseme gönderdim, o görmedi. (sistar - alone çaldı tabi) onun hakkında düşünüyorum, ne kadar tatlı ve kibar bir çocuk olduğunu. çok güzel resim çizer, fotoğraflar çeker. sessiz sakin bir hayatı düşler. makine mühendisliği okumasına rağmen bir gün çiçekçi olmayı hayal eder. neden yalnız olur ki böyle bir insan? etrafımda onun gibi tek bir kişi yok, olsaydı yanından ayrılmazdım. diye düşünüyorum. ben de her zaman yalnızım. yürürken, yemek yerken, okulda, sinemada... böyle yaşayıp gidiyoruz ya sonra dedim ki kime ihtiyacım var? yalnızlık bazen zor olabiliyor ama yine de olmak istemediğim insanlarla olmamdan iyidir. yalnızlık büyük bir özgürlük getiriyor. büyükçe de bir hüzün. ama yalnızsam bu iyi biri olmadığım için değil ki. yani hadi ben neyse, bu bahsettiğim kişinin kötü olmasına imkan yok.  yalnızız. hepsi bu. ama iyi insanlarız. yalnız olmamıza rağmen hayattan zevk alırız. arkadaşlarımız halimi hatrımızı sormasa da gülümseriz. pat diye neyin var diye sorsalar konuyu değişiriz, bir şeyim yok iyiyim demeyiz çünkü yalan söylemek üzer bizi. yalnızız. ama bunu açıkça söylemekten çekinmeyiz. arkamızda kimse yoktur, yanımızda da. yalnızız. ne olmuş yani? ne çıkar bundan? yalnız olmak hala çok güzel. yeni bir arkadaş istemiyorum ki ben. en azından artık istemiyorum. halihazırda var olanlar yeter. birbirimizi sık göremesek de konuşamasak da başkasını istemiyorum. ben sadece kendimi sevmek istiyorum. kendimi sevmek ve yalnız olmak. mecbur değilim, yalnız olmak zorunda değilim. ama yalnız olmayı seviyorum. tek başıma yürümeyi, yemek yemeyi; okulda, sinemada  yalnız oturmayı seviyorum. arada bir şöyle rahat bir sohbet, kendimi açıklamak zorunda kalmadığım bir sohbet. sonra yeniden yalnız olmak. kendimle. özgürce. endişelerden uzak, üzerimde gezen gözlerin farkına bile varmayarak. yalnız olmak.

sevgilerimle.



Pazar, Ekim 09, 2016

bānmǎ



Sòng Dōngyě - Bānmǎ Bānmǎ


Bānmǎ bānmǎ nǐ bùyào shuìzhe la (zebra zebra, uykuya dalma)
zài gěi wǒ kàn kàn nǐ shòushāng de wěibā (incinmiş kuyruğunu görmeme izin ver yeniden)
wǒ bùxiǎng qù chù pèng nǐ shāngkǒu de bā (dokunmak istemem yarana)
wǒ zhǐ xiǎng xiānqǐ nǐ de tóufā  (yelelerini okşamak istiyorum yalnızca)
bānmǎ bānmǎ nǐ huí dàole nǐ de jiā (zebra zebra, döndün yuvana)
kě wǒ làngfèizhe wǒ hánlěng de niánhuá (ama ben harcadım soğuk yıllarımı)
nǐ de chéngshì méiyǒu yī shàn mén wèi wǒ dǎkāi a (kapılar açık değil bana senin şehrinde)
wǒ zhōngjiù hái yào huí dào lùshàng (kendi yoluma gitmeliyim nihayetinde)

bānmǎ bānmǎ nǐ láizì nánfāng de hóngsè a (zebra zebra, güneyden gelen bir devrimsin*)
shìfǒu yěshì gè dòngrén de gùshì a (bu da acıklı bir öykü değil mi?)
nǐ gébì de xìzi rúguǒ bùnéng liú xià (eğer yanındaki soytarı** kalamazsa)
shuí huì hé nǐ shuì dào tiānliàng (kim uyuyacak şafağa kadar seninle?)

bānmǎ bānmǎ nǐ hái jìdé wǒ ma (zebra zebra, beni hatırlıyor musun hala?)
wǒ shì zhǐ huì gēchàng de shǎguā (ben bir aptalım yalnızca şarkı söyleyebilen)
bānmǎ bānmǎ nǐ shuì ba shuì ba (zebra zebra, uyu, uyu)
wǒ huì bèi shàng jítā líkāi běifāng (gitarımı alacak ve kuzeyden gideceğim)
bānmǎ bānmǎ nǐ huì jìdé wǒ ma (zebra zebra, uykuya dalma)
wǒ shì qiáng shuōzhe chóu de háizi a (ben şu hüzünlü görünen çocuğum)
bānmǎ bānmǎ nǐ shuì ba shuì ba (zebra zebra, uyu, uyu)
wǒ bǎ nǐ de qīngcǎo dài huí gùxiāng (çimenleri evine geri getireceğim)

bānmǎ bānmǎ nǐ huì jìdé wǒ ma (zebra zebra, beni hala hatırlıyor musun hala?)
wǒ zhǐshì gè cōngmáng de lǚrén a (ben sadece fani bir yolcuyum)
bānmǎ bānmǎ nǐ shuì ba shuì ba (zebra zebra, uyu, uyu)
wǒ yào mài diào wǒ de fángzi (evimi bırakacağım*** )
làngjì tiānyá (ve dolanıp duracağım)

Gitar: Song Dongye
Çello: Wu Mu
Aranjman: Wei Wei

*burada hóngsè kelimesi kullanılmış; hem kırmızı hem de devrim devrimci anlamlarına geliyor,
**burada da xìzi kelimesi kullanılmış; genelde oyuncu anlamında kullanılıyor, soytarı anlamı da var.
***ve burada mài diào kullanılmış; satmak, kurtulmak, bir şey için başka bir şeyden vazgeçmek gibi anlamlara geliyor

Cuma, Ekim 07, 2016

hiçbir şeyin on yılı


"acı belli bir eşiği aşınca bilinç kendini kapatıyor. aklın başından gidiyor. (...) yaşadığın onca acıyı, onca utancı unutmak istiyorsun. yoksa bunca acıyla, utançla yaşayabilmen mümkün değil. (...) bir zaman sonra unutmaya çalıştıkların hafızanda kör bir karanlık kuyuya dönüşüyor; yaşadığın her şeyi yutmaya başlıyor. yıllar geçtikçe hafızasızlaşıyorsun. o kuyu hemen her şeyi kendi karanlığına çekiyor ve karanlıklar içinde kalıyorsun." (cemal şakar, kara)

okul kafesinde yemek yerken dergide bir kitap değerlendirmesinde, son sayfada, son paragrafta benliğimdeki "karanlık" bir nokta ışıklanır. çok beklenmedik bir an. yüzümde şiddetli bir tokat, parmakların izi suratımda, böyle bir aydınlanmakla. ufak bir titredim, dergini  kapağı kapanır gibi oldu, tuttum, durdurdum, idrak etme sürecinde anlamsız boşluk, yalnızca bir saniye kadar zaman bekledi. sonra akmaya devam etti. en az elli kişi vardı kafede, hiçbiri ne olduğunu fark etmedi. yandaki çocuklar gülüyordu, birisi film izliyordu, iki kız dertleşiyordu. herkesin ayrımına varamadım, yakıcı bir ışıktı. sana söylemek istedim, herkesten çok sana. "bu yüzden işte bu yüzden unutuyormuşum,"   


ben seçmedim bu şarkıyı, bu yazıyı yazarken o geldi bana. ne demek istiyordu emin değilim. ama yine de en çok sana söylemek istedim. unutuyorum çünkü bir kara delik var belleğimde, üzülüyorum bazen unuttuğum için ama inan bana o olmasa, nasıl yaşardım bunca acıyla bunca utançla? en son iki gün önce anımsadığımda anlamsız bir biçimde döküldü sular. ne anımsadığımı bile söyleyemem, bilemiyorum, emin değilim. seninle ettiğimiz kavgalardan ağlamam gerekmez miydi? aramızdaki ilişki gittikçe daha kötü bir yere sürüklenirken, son diyemem çünkü son değil bu, nefret etmiyorum senden ama yorgunum, çok yoruldum. biliyorum sen de yorgunsun ama neden böyleyiz? bizim sorunumuz ne? sürekli bunu sordum kendime. itiraf etmekten kaçtımsa da bir süre en sonunda söyledim işte. 

bunca zaman sonra bile, ne kadar çok şey paylaşmış olursak olalım tanımıyorum seni. ya da onlar mı tanımıyor seni? kimseye söyleme, onlar beni hep gülen biri olarak biliyor dediğinde düşündüm, belki de onlara rol yapıyordun. peki fark eder mi? dürüstlüğe inanmıyorum diyorsun. telefonu elime alıyorum, yazmalı mıyım sana, düzelir mi o zaman? zamanı geldi mi? bana dönmüş, dürüstlüğe inanmıyorum diyorsun. ve biliyorsun. kimsenin yüzde yüz dürüst olabileceğini düşünmesem bile olabildiğince yapsak. buna inanıyorum. biliyorsun. ve diyorsun. düşünmeden konuşuyorum diyorsun ama beni düşünen biri haline getirdin. düşünüp de konuşan biri dürüst değildir. değildir işte. hep törpüleriz düşüncelerimizi, hareketlerimizi. olduğu gibi saf halleriyle çıkmasına izin vermeyiz. rol kesmek değil mi bu? rol yapmak istemiyorum, düşünmeden konuşan ve hareket eden biriyim ben. bunun benim dürüstlüğüm olduğuna inanırım. her zaman iyi sonuç vermeyebilir ama ne yapalım?


söylediklerim için de kızıyorum kendime söylemediklerim için de. ne düşünüyorsun şimdi, benim mi bir şey yapmam gerektiğini düşünüyorsun. şüphesiz öyledir, kaç defa düşündün ki kendinin haksız olduğunu? nerede duruyorum senin gözünde, anlayamıyorum bir türlü. bu da bir başka sorun. etrafında başka insanlar olmadığında mı seçeneğim? işte yazdım sana, ne olacak şimdi? ya rol yapacağım ve yoluna girecek her şey  -bir sonraki patlama anına kadar- ya da dürüst olacağım ve sonunu ikimizin de kestirmesi mümkün olmayacak. bir şekilde hep vicdan azabı çekiyorum senin yüzünden, ben kendimi suçlamaya bu kadar eğilimliyken bunun geleceğim tek nokta olduğu aşikar değil mi? ancak üzerinden, uzun, oldukça uzun zaman geçtikten sonra sakin bir kafayla değerlendirebildiğimde olayları kendi yanlışım kadar senin ya da başkalarınınkinin de ayırdına varabiliyorum. işte bu sefer kendimi deli gibi suçlamaya girişmeden önce duracağım, kendiminki kadar senin yaptığın yanlışı da göreceğim. rol yapamam hayır, hepimiz bizim için belirlenmiş kıyafetleri giymiyoruz, hayır, hiçbir şey yokmuş gibi davranamam. benim inandığım bu değil ve ne olursa olsun bu şekilde yaşayabileceğimi düşünmüyorum. eğer bu bir felakete sürükleyecekse seni, beni ya da ikimizi birden, bunun olması gerektiği için olduğuna inanacağım. kim bilir belki de seni o kuyunun içine iterim bir gün, belki sen düşersin. eğer bir gün baş edemediğim bir acı ve utanca dönüşürsen unutmak isterim seni. unutmam gerekir. sürekli kafamın içinde olamazsın ki başka acılara, utançlara yer açmam gerekir.


şimdi sana yazdım ve bunu yaptıysam o uzun ve uykusuz gecelerde benimle konuşup kaybolmamı önlediğin için. ama üzücü olan bu. bir çeşit minnet. sorumluluk hissine benzeyen bir his. ama yalnızca seni sevdiğim için, kaybetmek istemediğim için olmalıydı. ya da aynı şekilde sen, haklı olup olmamayı umursamadan, kızgın olup olmamayı, kırgın. yazmalıydın. şimdi ikisi de değilken, yalnızca yapmam gerektiğini düşündüğüm için yaptığım için, her şey yoluna girse bile bu unutmayacağım  bir... diyemem, kuyuya düşebilir.


ama sen unutmayacaksın değil mi? sen dört mevsim bahar, sen birlikte yaşayamayacağın bir acıyla, bir utançla henüz tanışmamış olan çocuk, hatırlayacaksın ve sonra bunu benim karanlık geçmişimden bir parça haline getireceksin. ben bir türlü tam olarak hatırlayamadığım bu anının sorumluluğunu üstlenmek zorunda kalacağım, kendimi savunabileceğim her bir nokta bulanık olacak. "ah biliyorum, böyle düşünmüş söylemiş yapmış olduğum için mantıklı sebeplerim vardı" diyeceğim kendi kendime ama asla hatırlayamayacağım.

bu sefer çok daha dar bir yerde duruyorum, oldukça sıkışık. eğer sen beni oradan çıkarmayı denemezsen çıkmaya çalışmaya niyetim yok. bunun için yeterli arzuya ve güce sahip değilim. eğer sen de bir şeyler yapmayı denemezsen gözlerimi kapatabilir ve seni kör kuyularda merdivensiz bırakabilirim. belki de o haklıdır, belki de bu noktaya gelmişsek zaten bitti demektir. ama bitmişse içimizde hiçbir şey kalmayana kadar söylemek gerek. sonrasında kendi kendimize söyleyip durmamak için ama tuhaf. her zaman kalıyor. bunaldın değil mi? çünkü evet, ben bunaldım. ve artık sana söylemek istemiyorum. hayır mı? bunalmadın mı? anlamaya mı çalışıyorsun? yoo bu mümkün değil şimdi. ama bir gün. belki.