Cuma, Ocak 29, 2016

yayınevi mimi


Kitapcumhuriyetim'de gördüğüm bu mim çok hoşuma gidince üzerine atlamış olabilirim biraz. Yayınevleriyle ciddi anlamda sıkı bir ilişkim var çünkü.

1- En sevdiğiniz yayınevi hangisi ? 

Aslında bu cevap vermesi çok zor bir soru çünkü az önce de dediğim gibi cidden sevdiğim çok yayınevi var. Ötüken, Dergah, Kapı, tabi ki YKY, Can, Metis, İş Bankası... Ama sanırım İletişim'in yeri bende çok ayrı.    


iletişimin instagram hesabından

2- Bu yayınevinden okuduğunuz bir kitabı kısaca yorumlayın.

Sevdiğiniz bir kitap dememiş o yüzden şimdiye kadar İletişim'den okuyup sevmediğim tek kitaptan bahsetmek istiyorum. Son zamanlarda da herkesin elinde görüyorum: "Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku"

Kendisinin gerek adı gerek kapağı çok hoşuma gitmişti. Kapak demişken cidden İletişim yayınları kapak yapmada bir numara olabilir. Neyse işte acayip hevesle başladım -şükürler olsun ki satın almamıştım- ama on beşinci sayfaya geldim ve elimden fırlattım resmen. Bir dil ne kadar doğal olmaz bunu göstermiş gibi yazar. Okurken nefes alamadım, içimi darlık bastı, tıkandım kaldım resmen. Benim için en önemli şey kitabı okurken herhangi bir kasıntı hissetmemem. Bir edebiyat zorlaması oldu mu beni kaybediyor. Diyeceğim budur hakim bey.

3- Bu yayınevinden okuduğunuz bir kitaptan bir söz yazın.

- bu yol nereye çıkar olric?...
- hiçbir yere efendimiz...
- hiçbir yer neresidir olric?...
- doğru yerdir efendimiz...
- gidelim mi?...
- vardık efendimiz...

(Oğuz Atay - Tutunamayanlar)

4- Yazarın başka okuduğunuz ve önerdiğiniz bir kitabı var mı ? Varsa, adı ne ? 

Oğuz Atay yani ben ne diyebilirim ki üstüne?

5- Yayınevinden kitap çıkartsanız ve tutmazsa ne hissederdiniz ? 

Pek umurumda olmazdı açıkçası, ben en sevdiğim yayınevinden kitap çıkarmışım çok da tın yani. Hatta çok tutarsa kendimden şüphe eder, uzunca bir süre yazmam. Kötü mü yazıyorum ben ya, diye üzülme ihtimalim yüksek.

6- Bu yayınevinden almak istediğiniz bir iki kitap hangisi/hangileri?

Hepsi diyormuşum. 

"Modern Kültürde Çatışma" ve "Bizim Büyük Çaresizliğimiz" olabilir. Sonracığıma kısmetse Hasan Ali Toptaş, İhsan Oktay Anar ve Alper Canıgüz'ün bütün kitaplarını okumak isterim.

Evet sona geldik. Tawannanna, Sade Soda, Ne Olsun, Karga ve Kız, Bir Garip Şeyma bloglarının sahibelerini mimlemek istiyorum. Ama tabi benim gibi hoşuna gidip de yapmak isteyen herkesi de mimliyorum sayılsın. 


Perşembe, Ocak 21, 2016

friedrich hölderlin - hyperion


Dayımdan çaldığım kitaplardan biriydi. Ben doğmadan iki yıl önce almış, üniversite ikinci sınıftayken sanırım. Romantizmin ustalarından biri olan Hölderlin, dayımda da duygusal fırtınalar oluşturmuş olsa gerek. Kitabın arasında bulduğum şiirler, şimdi bir avukat olan dayımla dalga geçmek için idealdiler. Komik oldukları için değil, onun kadar odun bir insanın yazdığı aşk şiiri oldukları için.

Hölderlin'in ilginç bir hikayesi var aslında. En sevdiğim klasik yazarı olan Goethe'nin onun kadar sevmediğim öğrencisi Schiller, genç Christian'ın şiirlerini hocasına gösteriyor ama Wolfgang beğenmiyor. Bundan sonra da başına daha pek çok talihsiz olay daha gelmiş, sevdiği insanlar ölümüne tanık olmuş ve en sonunda tehlikeli olduğu gerekçesiyle önce hastaneye yatırılmış, sonra da Hyperion'u okuyup etkilenen bir marangozun yanında, bir kulede otuz altı yıl piyanosuyla yaşamış. 

Hyperion ise Yunan mitolojisinde insanların yanına gönderilen on iki titandan birisi. Hölderlin kitabı Hyperion'un ekseriyetle Bellarmin ve bazen de Diotima'ya yazdığı mektuplar üzerinden oluşturmuş. Hyperion'u çok daha insani bir karakter -hatta bizzat kendisi- haline getirmiş ve onun üstünden kendi düşüncelerini de dillendirmiş. Kitabın ortaya çıkma süreci ise ilginç. Tübingen'de önce iki şair arkadaş ediniyor, bunlar gittikten sonra ise Hegel ve Schelling'la yakınlaşan Hölderlin, düşünce dünyasına şekillendikten sonra bu kitabı yazdığı için zaman zaman "Alman idealizminin romanı" olarak bahsedilir Hyperion'dan. Ancak ülkemizde biraz görmezden gelinmiş ve üzerine pek çalışma yapılmamış.

Ben bu kitabı el mecbur olaraktan iğrenç bir meb baskısından okudum. Ama bence çeviri iyiydi, Melahat Togar şiirselliği muhafaza etmiş. Hyperion şiirlerinin olduğu diğer meb baskısında çevirinin de çok kötü olduğu söyleniyor ama bu konuda birinci elden bir bilgim yok. Ah sadece, Hyperion'daki şiir kısmı var, orası cidden kötüydü.

"Ah, bir insan hayal kurduğu kadar bir Tanrı, düşündüğü kadar ise bir dilenci. Coşkunluk geçtikten sonra o, eline acıyarak sıkıştırdıkları bir kaç paraya bakakalan, baba evinden kovulmuş kusurlu bir evlat gibi ortadadır."


"Müzik duydukları zaman ağlayan hayvanlar vardır. Beri yanda benim iyi yetişmiş insanlarım ruh güzelliğinden, kalbin erdemliğinden söz açıldı mı gülüyorlardı. Kurtlar alev gördüler mi kaçışırlar. Bu insanlar da bir zeka kıvılcımı gördükleri zaman usulcacık arkalarını dönüyorlardı."


Pazartesi, Ocak 18, 2016

on yedi olmalıydı ama



the kinks - till the end of day

gece yarısı bu yazıyı yazmaya başladığımı düşünürsek ve tam o sırada saat da 00.01 olduğu için şarkı bir saniye içinde anlamını kaybetmiş olsa bile, teorik kısımla çok ilgilenmeyelim. uyuyana kadar gün devam eder. bu aralar the kinks dinliyorum hep, ne bileyim çok seviyorum işte. mr.pleasent çalıyor şimdi de mesela.

gece hasan ali toptaş'ın gölgesizler'ini okurken kendimden geçmişim, on yedi ocak olduğunu fark etmemişim bile günün. sabah uyandım, alarmım çalmamış, bozuldum biraz, neyse biraz takılıp evden çıktım. bizim darling ve de nsa(enesey)  ile buluştum. kahvaltı yapıp aynı mekanda üç buçuk saat oturduk. garsonlar falan tiksindi bizden. yan masalardan birinde doğum günü kutlandı hatta. tanımak isterdim o insanı, aynı gün doğmuşuz sonuçta ama ne diyecektim yani?

the kinks - catch me now i'm falling

sonra oradan kalkıp nsa'in tavsiyesiyle başka hoş bir kafeye gittik. orada liseden bir arkadaşla karşılaştık falan. güzel oldu. o da dün biraz kandırılıp gibisinden olup koreli misyonerlerin ayinine düşmüş gibi olmuş, sonra polis geliyor demiş bir çocuk, apar topar kaçmışlar falan. sonracığım bana klaket almış nsa ve darling. nasıl şeker bir şey ya. klaketçi olmasam iyi tabi gelecekte, hani yönetmen falan olsam ama temsil ettiği şey önemli burada. ilk filmimi çektiğimde ona adımı yazabilirim.

the kinks - alcohol

midem bulanıyor çok fena, saatlerdir böyle. eve dönerken bir anda başladı, bir daha da bitmedi. başım da ağrıyor tabi, o eksik kalmaz. vertigodan hep bunlar. şarkı da iyice kafayı bulduruyor hani. ne olurdu biraz yardımcı olsa di mi ama?

erkin koray - sevince

ulan kaç yaşına geldim, bir aşık olamadım gitti. ben işte ancak aşk şarkıları dinler, neye efkarlandığım bile belirsiz, kendimden geçerim. tamam erkinciğim, durmayıp koşacağım ardından ama sevemedim ki... öncesi var bunun. o "başka" ben de çıkamadı ortaya, doğamadım da yeniden. yok, önemli değil, karşılık istemiyorum. hatta platonik olsun ki edebi anlamda getirisi daha zengin olsun.  ya da olup olmaması önemli değil, hiçbir şart koşmuyorum ama his önemli. gerçekten hissetmem lazım ki kağıda dökebileyim bir şeyler. işte belki de hep bu materyalistliğim yüzünden aşık olamıyorum ben. ilham getirecek varlık gözüyle bakarsam olaya, olacağı bu. hep darling yüzünden bakın, bugün gelmiş "ben kimseye aşık olamıyorum" diyor. kelin ilacı var mı acaba? neden bir eksiklik olarak görüyoruz bunu acaba, toplum baskısı mı diye düşünüyorum sık sık. yoksa gerçekten doğamızda olan bir ihtiyaç mı? kararsızım, hem de çok. yine de "neden aşık olamıyorum, ben de bir sorun mu var" diye düşünmeyi bırakmıştım ben. yeri, zamanı gelmemiş demek ki... beklemek lazım. sen de bekle my darling.

mfö - 19

klasik ama. değil mi? iki sene önce de teoman'ın 17'sini dinlerken bir yaşlanma yazısı yazmıştım diye hatırlıyorum. yirmi olunca da bulurum bir şarkı hiç merak etmeyin.

"hadi bana sor, sevmek bu kadar mı zor
senden başka yok bildiğim yol, hadi bana sor "

bu kısmı anlamak zor sevmeyen biri için. en azından o anlamda sevmeyen biri için. ama evet demek istiyorum bana sorulmamış bile olsa... evet, çok zor. belki de bu yüzdendir hiçbir yol bilmeyişim.

"gezginci ruhumuz bir gün biterse, korkmadan döneriz gururluyuz
eksilirse ağlayanlar çevremizden, ya gerçeği söyleriz ya da nasıl istersen"

bu kısmı anlamaksa, kolay. en azından benim için. çünkü biliyorum eğer bir gün yorgun düşüp de evime dönmek istersem, hiçbir şey için utanç duymam.

"ne güzel şeysin sen  hep yaşın 19
gel yanıma sar beni, bugün var yarın yokuz"

kim bilir?

ama çirkin bir yaş on dokuz. çok arada kalmış. yirmi olamamış yazık. çocuk da değil. umutsuzca bakıyor etrafına. bir an önce kurtulmak istiyor araftan. kolay değil.

Çarşamba, Ocak 13, 2016

nasıl bildiğimin mimi

27 Nisan 2014


"We have had the time of our lives
And I will not forget
The faces left behind
It's hard to walk away

From the best of days
But if it has to end 
I'm glad you have been my friend
In the time of our lives"


***

Kaaaaç zamanlardır biri beni mimlesin diye bekliyorum ama nerede? Herkes unutmuş bir paul varmış... Neyse yine Hatice imdadıma koştu, gerçi haberi yokmuş ama olsun. Kendisine çok teşekkür ediyorum. Bu mim aynı "sevilen bloglar mimi"ne benziyor. Takip ettiğimiz blogları yazıyormuşuz, otomatik olarak mimlenmiş oluyorlarmış. Eskiden bu liste fazla uzun olurdu ama şimdilerde pek vaktim olmadığında...

Nabrut ve Biz : kısacık, komik, anlamlı, samimi. daha ne olsun?

Zihnin Arka Sokakları : dizi, film, müzik hakkında sevilesi yazılar

Bir Garip Şeyma : kısa ve gerçekimsi samimi

Düda'nın Feneri  : yine kısa olmasından mütevellit daha kolay okuyabildiğim yazılar

Finding Me : amaç bu mim vesilesiyle yazdırmak :')

Hayal Kahvem : her konuda olabilme ihtimali var, kimi zaman komik kimi zaman hüzünlü

Hikaruivy'nin Renkli Dünyası : fazla şirin bir anne

Kanalizasyon Balığı : film, müzik, kitap adına hoş şeyler

Keyaki'nin Defteri : muhakkak bir matbu hikaye kitabı olması gerektiğine inandığım

kıyılar mutedil açıklar kaba dalgalı : matbu kitapları olması gerektiğine inandığım  

Modern Prometheus : adı yetmez mi?

Ruh Müzem : "bana tutunulacak bir şey ver, bir şey ki; hazdan fazla devam etsin ve, ıstırap içinde dahi dayanabilsin."

Saçmalık : hiç de saçmalık olmadığını düşündüğüm yazılar

Tawannanna : ne yazıyorsa bakıyorum, bağımlılık gibi

Veni Vidi Vici : böylesi bir tarih blogu...

Vladimir'in Derdi : kitap, film, müzik

ucu iyagi : inanılmaz sentezlerin blogu


geçmiş değil bugün gibi


queen - you don't fool me

tanıdık bir oda, tanıdık bir şarkı, tanıdık bir his... gidiyorum, dönüşü yakın olsa da bu gidişe "gitmek" demek doğru olur mu diye şüpheye düştüm yazarken. tam tersine dönüş'tü değil mi? büyük gaf yaptım sanırım. özür diliyorum. bir yere, bir insana, bir kavrama çok hızlı alışıyorum. hemen bir parçam haline getirebiliyorum her şeyi. kendimce farklı anlamlar yüklüyorum, sonra bir de utanmadan beklentimi karşılamadıklarında kızıyorum.

freddie mercury - living my own

beş dakika işsiz kaldım ya hemen zihnim kendimle meşgul olmaya başladı işte, iyi mi? değil dostlarım, hiç iyi değil. insan bu hastalığa bir kez tutulmaya görsün, barışık kalmak benlikle imkansız oluveriyor. ah freddie yeter, şuan başımı ağrıtıyorsun.

queen - i want to break free

aslında bu aralar en çok panic at the disco dinliyorum. cidden çok güzel şarkıları var, bir ara sizinle paylaşmak isterim. bugün hava çok güneşliydi ama deli gibi rüzgar vardı. bir de ben kaşındığım için sahile gittim falan. ha bir de şu patlama olayı var tabi. sabahtan beri çok affedersiniz b*k gibi hissediyorum. olay sırasında evden çıkıyorduk, ablama bilgisayarımı bırakacaktım, çekime vakit vardı, biraz oturayım dedim. o sırada haberleri izledim, ondan önce de turşu aramıştı neredesin iyi misin diye. sonra ben de gidip bütün arkadaşlarımı aradım, neredesiniz ne yapıyorsunuz aman dikkat edin... ama his öylece göğsümde takıldı kaldı. benim arkadaşlarım iyi evet çok şükür ama ölenler de başkalarının arkadaşı, ailesi, sevdiği değil miydi sanki? böyle konular hakkında bu tarz platformlarda konuşmayı pek sevmiyorum aslında, elimden geldiğince uzak duruyorum. sosyal medyada bir şeyleri dile getirmek bana samimiyetsiz geliyor ama burasını sosyal medyadan saymıyorum ben, blog farklı bir şey. burada öyle insanlar var ki yanı başımda olan bazılarından çok daha iyi anlıyorlar beni.

bill joel - piano man

ve bir garson siyaset yapıyor
kafayı buluyor yavaş yavaş işadamları gibi
evet bir içki paylaşıyorlar yalnızlık dedikleri
ama bu yine de tek başına içmekten daha iyi

bob marley - no woman no cry

bugün böyle klasiklerden gidiyorum. youtube'un önerilerine karşı çıkmıyorum. reggae sevmeyen insanları da anlamıyorum mesela. çeşit çeşit duygular büyüyor içimde, hayatın bizzat kendisi gibi geliyor.  ilk dönemi bitirdik değil mi? vay be, zaman cidden buharlaşıyor. binlerce endişeyle geldim üniversiteye. eylül sonu ekim başı gibi yazdığım ilk iki yazıyı okuyorum.

evin o yarım yamalak halini hatırlayıp gülüyorum, nasıl da düzene girdi her şey. dört kişi bir odada nasıl barınır derken üç kişi olunca eksik hissetmeye başlıyorsun...

suzanne vega - luka

ilk haftaların şarkısı bu. o aralar çok sık dinliyordum. o ilk haftanın yazısında bahsettiğim bilgisayarlar var ya hala bağlanmıyorlar evdeki modeme. biz de çoktan pes ettik zaten. hala eve giren çıkan çok belli değil ama evdekileri de fazlasıyla iyi tanıyorum artık, onlar da beni.

hazırlık hep sıkıcı oldu. ilk kurun son haftaları biraz eğleniyordum ki kur bitti. bir daha da okula isteyerek gelmedim zaten, hep geç kaldım derslere evi en yakın olan kişi olsam da. ayaklarım geri geri gitti ne yapabilirim? bıkkınlık yerini rahatlığa bırakıyor yavaş yavaş belki ama gitmek istemiyorumları değiştiremiyorum. 

önce uzun süre insanlarla birlikte olmaya devam ettim. sonra yoruldum ve dayanamaz hale geldim. son bir aydır her yerden çektim kendimi. sürekli oradan oraya gittiğim için çok sosyalsin diyorlar bana, hayır ben aktifim, bu farklı. ama insanlarla konuştuğum anlamına gelmiyor bu ya da konuşmaktan zevk aldığım.

yemek işini ise çözeli çok oldu. hatta bayağı kapmışım bu işi, öyle söylüyor evdekiler. ödev meselesiyse sadece not verilecekse yapılma haline dönüştü. en çok yarım saat çalıştım bir sınava, yatarak hazırlığı da geçtim işte. ama şu banyo sıraları var ya, o iş sonsuza dek sürecek gibi görünüyor. evin temel espri konularından biri oldu.

bu bloga yazdığım kişisel yazıların güzel kısımlarını alıp bir aforizma destesi oluşturmak istiyorum. öyle zamanlar oldu ki farkında olmadan çok sevdiğim cümleler kurdum. unutulmasın istiyorum.

boney m - one way ticket

ne kadar da çok şey öğrendim şu üç ayda! boş geçiyormuş gibi gelen o saatler ve günlerden ne çok şey kalmış bana. şaşırıp kalıyorum. öyle burnumu her şeye soktuğum doğru ve başıma bir sürü bela açtığım da... ve evet fiziksel ve psikolojik olarak çok yıprandım ve yorgun hissediyorum.  ama iyi ki yapmışım diyorum şimdi. tamam belki çok kitap okuyamadım, film de izleyemedim, ne bileyim falan filan ama öğrendim işte hayata, insanlara, sanata dair pek çok şey. üç de sevdiğim hikaye yazdım hem o arada. muhtemelen hiçbir somut getirisi olmayacak onların bana ama sevdim onları, bu yetmez mi? başka şeyler de yazdım. aslında genel itibariyle belki bloga az ama kişisel bazda çok fazla yazdığımı fark ediyorum ve bu da beni mutlu eden bir başka şey.

insanlar bazında ne kazandım? yüzden fazla insan tanıdım bir kere. evden, okuldan, dernekten, akademiden, lise arkadaşlarımın arkadaşları derken liste uzadı gitti. sevdim, sevmedim, kızdım, eleştirdim, takdir ettim, umursamadım... onlarca farklı profili izledim. evdekilerle çok yakın olduk zaten ama o farklı bir arkadaşlık, çok fazla şeyi paylaşmanın getirdiği. ama genel bağlamda gerçekten arkadaş diyebileceğim  iki insan olduğunu fark ediyorum. beni dikkate alan, değer veren, yardım istemeden yardıma koşacak. ve muhtemelen bu yıl içerisinde bile söylemeyeceğim ama samimi olarak teşekkür ediyorum arkadaşlıkları için onlara. asla haberleri olmayacak bu platformdan bunu yaparak kendi vicdanımı rahatlatıyor olduğum da doğrudur sanırım. kusura bakmayın çocuklar.

ve tabi ki bu noktada benim canımcım lise arkadaşlarıma teşekkür etmezsem olmaz. Evlerini açtılar, ne zaman bir derdimi anlatsam dinlediler, teselli ettiler. Bazıları buluşmak için uzak yollardan geldiler bazıları aşamayacağımız uzun mesafelere rağmen yanımda oldular. Onlar olmasa üstesinden gelemezdim bunca şeyin, biliyorum. bir kısmı bu yazıyı okuyacak ama çoğu da okumaz. yine de size sevgilerimi yolluyorum cancağızlarım. to be or not to be diye bir şey bizim için, we are the best.

loreena mckennitt - night ride across the caucasus

işte böyle. yarın evime gidiyorum. inanılmaz özledim, burnumda tütüyor cidden. hiç böylesine derinden hissetmemiştim özlem duygusunu. dayanılmaz oluyormuş gerçekten de. yazıma son vermeden önce Morgana sayesinde keşfettiğim bu inanılmaz güzel parçayı da sizinle paylaşmak istiyorum.

gündoğarken - sen benim şarkılarımsın

belki bir şarkının her sesinde 
belki bir sahil meyhanesinde 
belki de içtiğim sigaranın
dumanısın 
bir yıldız gökte kayıp giderken 
ıslak bir yolda yalnız yürürken 
bambaşka bir şeyi düşünürken
aklımdasın
sanki hiç gitmemiş hep var gibi 
bir sırrı herkesten saklar gibi 
sessizce sokulup ağlar gibi 
yanımdasın 
beni bir şeylerden aklar gibi 
koparmadan çiçek koklar gibi 
hiç bozulmamış yasaklar gibi 
aklımdasın 
geçmiş değil bugün gibi
yaşıyorum hala seni
sen hep benim yanımdasın 
gündüzümde gecemdesin
çalınmasın söylenmesin 
sen benim şarkılarımsın


Salı, Ocak 05, 2016

bu sene şubat 29 çekecek


Şuan yapacak bir işim varsa da -film izlemek dışında tabi- aklıma gelmiyor. O yüzden hazır böyle bir an bulmuşken yazmak istedim.

Bunu yazarken bir yandan Jake Bugg dinliyorum, zamanında yine Morgana sayesinde tanıyıp şarkılarını çok sevdiğim bir arkadaştır. "Seen it all" isimli şarkısı da son yazdığım hikayede müthiş yardımcı olmuştu. Diğer yandan da bir tartışma ile kaynaştığımız bir grup arkadaşla konuşuyorum. Konudan konuya atlıyoruz ve ben şuan koptum, iki tane mühendis bir takım hack(?) programları üzerinde gevezelik ediyor. Espri anlayışlarının çok gelişmiş olduğunu söyleyemem ama en azından kendilerince bir şeyler yapıyorlar. Sonra kültürel birikimi belli bir seviyenin üzerinde olan insanların çoğu komik olmaya çalışsalar bile komik olamıyorlar. Ve bu daha kötü. O yüzden üzerlerine gitmek istemem. Zaten bir sürü bu hisse sahip arkadaşım var.

***

Dün bunları yazarken iyi bir hissiyata sahiptim. Şuan berbat hissediyorum. Bu cümleyi yazalı bir kaç saat daha geçti ve ben hala berbat hissediyorum. Klasik bir acı çekme hali değil bu, hayır. Hayata karşı kalan bir avuç şevkimin de kaybolup gittiği bir ruh hali.

Bir çekiliş yapmıştık, onun sonucu olarak bu berbat ruh halime Osman Feyzi Efendi de bana eşlik ediyor. Kendisi arkadaşların arasında Master Yoda olarak tanınan bir kaplumbağa.

10 gün sonra evime (gerçek evime) gitmiş olacağım inşallah. Ama o zamana kadar beni deli gibi yoğun bir program bekliyor. Esaslı mı esaslı bir kur sonu sınavı ve çekilecek bir belgesel. Bir yandan devamsızlık sınırının pek yakınında olduğum okul devam ederken bu çekimleri nasıl idare edeceğim büyük bir muamma tabi.

"Kafayı yemeye beş dakika kala" diyerek içeri gidiyor oda arkadaşım. Üçüncü sınıf bir endüstri mühendisliği öğrencisi, final haftasında olan. Salondan buraya gelene kadar niye geldiğini unutmuş. Yadsımıyorum, aynısını ben de çok yaşıyorum. Çıkıyor, bir hışımla geri dönüyor. "Kitabı bulmam lazım!" diyerek ama ruhu ölmemiş, "Nereye sakladıysan ver artık şunu bana." diye eklemeyi de unutmuyor benim bütün kayıtsızlığıma rağmen. Gülüyorum, bulamıyor, bulamıyor, bulamıyor.

Kendime banyo terapisi yapmak için kalkıyorum.

***

Kesinlikle daha iyi olduğumu söyleyebilirim. Hala sorumluluklarımın altında eziliyor ve ne halt edeceğimi bilmiyor olsam da.

Yeni yıla girmeden bir şey yazmak istemiştim. Girdikten sonra da. Geciktim ama işte buradayım. 2016'nın ilk yazısı. Kendime hedefler koymaya ya da planlar yapmaya niyetim olmadığını söylemeliyim. Zaten daha önce de yapmış değilim böyle şeyler. Bu hayatın öyle çok da uzun vadeli planlar yapılarak geçirilmemesi gerektiğini düşünüyorum. Bir şekilde olacağı varsa oluyor. Rüzgar sizi nereye götürürse gidin demiyorum elbette ama sürekli karşı koymak da insanı yıpratıyor. En azından beni bu kadar çabuk yaşlandıran şey buydu.

Geçen senenin ilk yazısında bir tek "2014'ün Allah belasını versin," demediğim kalmış. Evet, gerçekten de 17 yaşımla alakalı çok büyük beklentilerim vardı. Ne olmasını beklediğime dair spesifik bir şey söyleyemem ama vardı işte. Birçok üzücü olay yaşadığımı fark etsem de şimdi üzerinden çok da bir zaman geçmemesine rağmen 17 yaşımın gerçekten önemli bir yaş olduğunu düşünüyorum benim için. Ben kimim sorusuna cevap buluşum ve kendimi kabullenişim. Elbette bizler insan olduğumuz için sürekli değişiyoruz ve ben kendimi hala keşfediyorum. Ama bu biraz daha farklı.

Geçen sene yeni yıla girerken film izliyordum. Bütün senemi film izlerken geçirdiğimi söyleyemem, tamam izledim ama o kadar da değil. Bu seneye de bilgisayar başında girdim, arkadaşın attığı bir videoyu izlerken. Sonum hayır olsun. Ayrıca bütün gün karamsarlığın dibini bulan bir hikaye yazmış olduğum için bütün oklarım da kendime dönmüştü ve bu ölmek istememe neden oluyordu. Sabaha karşı yattım.

Yeni yılın ilk günü aslında bayağı güzel geçti ve önceki günün tam aksinde bir hissiyatım vardı. Bütün yılın böyle geçmesini umdum ama tabi ki hayat düz yürüyen birini gördü mü hemen çelmeyi takıyor. Geçen sene 2015'ten bir şey beklemediğimi söylemiştim. 2016'dan sadece biraz daha kişisel alan talep ediyorum. Bütün isteğim bu. Ah bir de rüyalarımı da bana geri verirsen sevinirim.

Edip Cansever okuyorum yine. Altıncı yıl oluyor, hala benim bu konuşan adam. Bilmezler, kızmıyorum, bunu onlardan anlıyorum biraz... Erimek, bir olmak ve unutulmak içindeki onlardan... Ya da bir başkaca şey: ben kendimi ayırıyorum... O yapayalnız olmaktaki kendimi... Böyleyken akıp gidiyorum bir nehir gerçeği gibi... 

...

...

...

Yağmur yağıyor.

Uyumak istiyorum.

Bu sesi dinlerken uyumak.

Yatağımı özlüyorum.