Perşembe, Aralık 21, 2017

bir kadının suya değiyor ayakları

20.12.17

bir buçuk ay olmuş yazamadım bloguma, ben bile sandım ki bıraktım blog yazmayı. on ikisinde beşinci yılı doldu blogumun. beş yıl be kardeşim, sözde en güzel gençlik yıllarım, on altı yaşındaydım bu blogu açtığımda, şimdi yirmi bir. ama genelde son sınıf sanırlar beni ya da daha asistan filan. zaten ben de kendimi hissetmiyorum. yani o veya bu yaşta, öyle veya böyle, hissetmiyorum. şuyum diyemiyorum, adımdan bile şüphe duyuyorum. bugün hoca sınıfta adımı çağırdı, anlayamadım, kimden bahsediyor, birkaç saniye kafam bomboştu, sonra elimi kaldırdım, "benim!" dedim ama neden emin olamıyorum bir türlü aradığı kişinin ben olduğumdan? ne zamana kadar benim, nerede bitiyor sınırım?

the neighbourhood - sadderdaze

her sene önceki seneden yazdığım mektubu değerlendirip sonraki seneye bir mmektup yazıyorum. (zaten okul yüzünden bu yılın bittiğini bile ancak idrak edebiliyorum, aralık yirmi bir olmuş.) tabi ki bunu bırakacak değilim ama bir de ilk yazdığım mektubu okumak isterim. 


2017'ye mektup:

"şuan hazırlıktaki rahatlığını özlüyorsun ama memnunsun, zor olsa da güzel lisans, severek öğreniyorsun, bu yüzden notların da iyi. bu sene ablanla birlikte kalıyorsun, enişten florida'ya gitti bir seneliğine. bazen ablanı dövesin geliyor. çoğu zaman ya da. lumineers - sleep on the floor dinliyorsun bugünlerde sık sık. türklere yöneldin, no land, adamlar, kaç canım kalmış, peyk. indie dinliyorsun, çince bazen, bir de yetmişler seksenler var tabi. k-müzik'ten daha da koptun. en son ne zaman dinlemiştin hatırlamıyorsun bile. dernekten ayrıldın ama oradaki arkadaşlarınla görüşmeye devam ediyorsun. okulda radyo pogramı yapıyorsun, bir avuç dinleyicin var. yalnız gezenin düşleri iki'yi yazmayı planlıyorsun. (böyle dememin sebebi sürekli yalnız takılman.) aslında üniversitede iki yakın arkadaşın var, biriyle aslında okulun ilk günü tanışmıştın, salı ve perşembe günleri yemek yerken edebiyat, sinema ve felsefe üzerine sohbetler yapıyorsunuz, beyniniz yanıyor tartışırken ama çok zevk alıyorsun bundan. diğeriyle hazırlığın son kuru tanıştınız, ilk gördüğünde biliyordun, o mühendislik öğrencisi olduğu için hiç ortak dersiniz yok, zamanlarınız da uyuşmadığından nadiren görüşüyorsunuz ama her gün konuşuyorsunuz. her şeyini paylaşabildiğin birisi. lise arkadaşlarınla görüşmeye konuşmaya devam ediyorsun. ilişkiniz tadını koruyor. bugünlerde politikaya geçip sinemadan çap yapmayı düşünüyorsun, sonra vazgeçiyorsun. hatta belki de sosyolojiden yandal? merak ediyorum bölümünü değişmiş ya da çapa başlamış olacak mısın? geçen iki dönemin sonunda ortalaman kaçtı? peki kısa film çektin mi hiç? hala mutlu musun? Xingchi ve Shohei nasıl? hala konuşuyor musunuz? aşık olmayı beceremedin değil mi? peki çöplük nasıl? kedin nasıl?" 

çok sevgili 2018 aralık ayındaki paul;

al işte şimdi de birinci sınıfı özler oldun, rahattım diyorsun, şimdi okul dünyan olmuş gibi, işin gücün ödev sınav sunum. hayatını sorguluyorsun her sabah ve akşam, okul, neden? bu sene de ablanlasın, aranız daha iyi. yılın başında derneğe yeniden girdin, okuma grubu yürüttün. yarın da ikinci okuma döneminin son toplantısı var. yazın o dernekle kamp yaptın, yetmiş öğrencinin karşısında durup onlara felsefe, sosyoloji, psikoloji anlattın. şimdi bir başka eğitim projesindesin. güz geldi, gönüllülüğe başladın. cumartesi günleri risk altındaki liseli çocuklara ders anlatıyorsun. bu onlardan çok seni mutlu ediyor, besbelli. okuldaki sosyoloji kulübünün yönetim kuruluna da dahil olmuş buldun kendini. radyo programını bırakalı çok oldu, hemen sıkıldın zaten. arkadaş çevren de ilişkilerin stabil. politikadan çapa başladın, sosyolojiden de yandala. kendi bölümünü, sinemayı seviyorsun ama ödevleri yapmak zor oluyor senin için, çok vakit alıyor çünkü seninse hiç zamanın yok. gün niçin yalnızca yirmi dört saat? hiç kısa film çekemedin tabi. öykü bile yazamadın doğru dürüst, iki tane belki. xingchi ile eylülden beri konuşmuyorsunuz ama beklediğinden uzun bile sürdü zaten. shohei daha uzun aralıklarla ancak daha istikrarlı yazıyor sana. kedin antalya'da, aylardır görmedin, artık senin kedin bile değil, bunu düşünmek çok acı verici, düşünmemek için kafanı başka yerlere odaklıyorsun. çöplük ise bahardan beri karşına çıkmadı. aşık olmayı da beceremedin pek tabi ama hoşlandın bence birinden ya da sadece inanmak istedin hoşlandığına, herkese anlattın ama kimse de inanmadı işte. çok inanıyordun bu yılın senin yılın olabileceğine. on yediye çok inanıyordun. bir yandan çok şey oldu, olmadı diyemezsin ama her geçen gün daha da bulanıklaşıyor her şey, bilincin eriyor, kişiliğin oturacağına dağılıyor, yargılar koymakta zorlanıyorsun, yargı koyamayınca üzerine kafa da yoramıyorsun. soru bile soramıyorsun artık eskisi gibi, bu yüzden belki, yazmayı da beceremiyorsun. yağmur yağmasa, ağlamasan bir oyun izlerken, sen denizin kıyısında dururken biri gelip "atlamayacaksan orada durma ıslanırsın," demese yaşayamayacağını sanıyorsun. var olmuş olmaktan memnunsun biliyorum fakat hayatta hiçbir şeye inancın yokken ne kadar daha toplumsal kodların normal bulduğu bir hayat yaşamaya devam edebileceğini sanıyorsun? ama bunun dışına da çıkamazsın çünkü sistem-dışı olma ihtimaline bile inanmıyorsun. karamsar mıyım diye soruyorsun kendine? sadece gerçekçiyim diyorsun. gerçek buysa, hiçbir şey iyi olmayacak, her şey düzelmeyecekse eğer, hiç umut yoksa gerçekten, ne için uğraşıyorsun? hayattaki amacım insanların kafasını karıştırmak diyorsun, onların hakikat varsa eğer ona bu yolla ulaşabileceklerini varsayarak. peki sen bu mükemmel karışık kafanla hakikati görebiliyor musun?


Perşembe, Kasım 02, 2017

olup olmadığını bilmediğini bilmiyor



dün sonradan ünlü bir tamburi olduğunu öğrendiğim bir amcayla sohbet ediyorken ve o okuduğum bölümü sorduktan sonra ne yapmayı düşündüğümü sorunca "ben aslında edebiyatla daha çok ilgiliyim," dedim. aslında yazar olmak istiyorum demeye çalışıyordum ama nedense bunu söyleyemedim. evet, doğru, çekindim. neden? bir, çok iddialı olduğunu düşündüm; iki, utandım; üç, kendime inancım yoktu. o bana yüksek lisans yapmamı, kim bilir belki onun gibi trt'de çalışabileceğimi söylerken ben hala içimden "ne yapacağım ben de bilmiyorum, her şey mümkün," diyordum. benzer bir durum okuduğum  bölümler bir yana ben felsefeden devam etmek istiyorum aslında daha çok dediğimde ortaya çıktı. insanlar şaşırıyor. bütün bilimlerin felsefeden doğuşu gibi nihai noktada hepimiz yine felsefeye ulaşıyoruz. ama bu yolculuğun fiziksel dünyada bir karşılığı olmalı. eğer fiziksel dünya dediğimiz bir dünya varsa.

beach boys - dont worry baby

bilmiyorum, hayattaki amacımı bulmuş olduğumu düşündüğüm için mi yoksa birden gelen tuhaf bir farkındalık mı beni çok tatlı bir huzur içine sürükledi. aslında şuan biraz uykum var ama kitap okumam falan lazım. bilge karasu'dan gece'yi okuyorum şimdi. rick and morty'nin son bölümünü izledim bugün ama o kadar da üzülmedim dördüncü sezonu nasıl bekleyeceğim diye (birkaç gün önce bu yüzden mümtaz'a ağlamıştım.) çok tatlı bir rick and morty tişörtü aldım, onunla teselli bulurum bence, sonra baştan filan başlarım belki. havalar soğudu iyice. okulla beraber bu aylaklık ve huzur son bulacak.

rem - drive

yani öyle takılıyorum bugünlerde -bir paragraf yazıyorum, birkaç gün boş geçiyor. çok bir amaçlı olduğumu söyleyemem eylemlerimin. çince ve rusça çalışmaya yeniden başladım, o yüzden mutluyum da suluboya çalışmalarıma uzun bir ara verdim o kötü. üç hafta falan önce saksıya ektiğim karaçam tohumu filiz verdi, bayağı ümidi kesmiştim o yüzden çılgınlar gibi falan mutlu oldum. gidip hemen iki saksı aldım (bir tane aldım da diğeri hediyeymiş) şimdi bir kadife çiçeği tohumum var, onu ekeceğim. bir çiçek tohumu daha almak istiyorum ama belki de ağaç almalıyım. henüz karar veremedim. pendragon, açelya ve siklamen çiçeklerinden bahsetti (o da bunları biliyormuş sadece) ikisi de güzeldi. bilemiyorum, hele bir dükkana gideyim, karar veririm.


o gün neden mutlu filanım onu anlatacaktım aslında. aslında tam bir babanneyim bugünlerde, evde olduğum zamanlar pembe krem beyaz çizgilerden müteşekkil bir battaniyeyi bacaklarıma örtüp kitap filan okuyorum. yoo aslında çok kitap okumuyorum, daha çok 9gag'de takılıyorum. iflah olmaz bir 9gagger'ım ama loli şakalarından hazzetmiyorum. çok canımı sıkıyor onlar. arada reddit'teki sanat çalışmalarına bakıyorum. sonra youtube'da klip izliyorum. boş yapıyorum yani genel olarak. arkadaşlarımla buluşup duruyorum, çene çalıyoruz saatlerce. bazen önemli şeylerden bahsediyoruz tabi, neden var olduğumuzdan filan. bugün rope'la yeni sayko hocam, kitlesel intihar, onun vurulduğu son çocuk, din hakkında falan konuştuk; yani sohbet bu şekilde ilerliyor demek istiyorum. şimdi oturmuş mümtazla yine hayattaki amacımızdan falan konuşuyoruz. dedi ki, bizim inanç eksikliğimiz hayal edemeyişimizden ileri geliyor.


hayal et, diyor mesela. ormanın içinde bir ev, bir masa, bir kahve. çok şükür bir masa bir kahve bulunuyor kolayca. ama bunlar benim yapacağım şeylerle ilgili değil gibi hissediyorum. bilmiyorum. bir türlü hayal kurmayı beceremedim. ne düşünmeliyim dedim? bir film çekmiş olduğumu mu? saçma sapan şeyler. öyle film çekmeyi filan o kadar da istemiyorum. yazar olmak istiyorum ama kitap yazmış olduğumu hayal etmeyi canım çekmiyor. bu hayal bana cazip de gelmiyor doğrusu. yalnızca aşık olsam güzel olurdu. 


okulumun beni çıldırtması, ders programımı üç defa değişmek zorunda kalmam filan dışında aylaklığıma devam ediyorum. silicon valley diye bir dizi var, başrolde bir programcı(?) kodcu (?) görüyoruz, inanılmaz bir sıkıştırma(?) algoritmasıyla bir anda kendi şirketini kuracak pozisyona geliyor. bu diziyi iki bölüm izledim, güzeldi ama ben dizi izleme konusunda fazla beceriksiz olduğum için bıraktım. rick and morty'nin dördüncü sezonu başlayana kadar da beklemek durumundayım belli ki. en az yirmi tane dizi izlemeye çalışıp beceremedim herhalde son bir yılda. arada bir simpsons, futurama, family guy, south park filan bakıyordum, onlardan bile sıkıldım şimdi. kahvaltıda lynch filmi izleyecek kadar abuk bir durumdayım yani anlayacağınız.

aslında bahsedeceğim çok film var, lynch'in blue velvet'i (lynch'e giriş filmi olarak ünlüdür, mide bulandırır ama izletir kendini, freud okursun filmi izlerken sanki.), tarantino'nun death proof'u (tarantino en kötü filmim demiş, ben de onaylıyorum. ayak fetişinin zirveye oynadığı filmdir. dinsizin hakkından imansızın gelmesini konu edinir, güzel kadın görmek için eğlenmek için izlenebilir), haneke'nin happy end'i (diğer haneke filmleri gibi içinizde büyüyen kırıklık, bir kırgınlıkla çıkarsınız filmden ama iyi ki de izledim dersiniz). sonra düşündüm, tarantino'nun sekiz filminden altısını izlemişim ama ben tarantinocu biri değilimdir hiç. haneke'yi nasıl seviyorum ki sadece üç filmini izledim mesela. sevince izlemeye okumaya kıyamıyorum ama ne kadar mantıksız bir şey bu.


astrolojiyle ilgilenmeye başladım. önceden sadece bir iki temel şeyi biliyordum, birkaç aydır bu konuda uzmanlaşmaya doğru ilerliyorum kjrfdmlermf. sunshine sağ olsun, iki blog gösterdi biri junoastrology (ben buna bakıyorum genelde) diğeri de kristindemirci. gerçi şimdi bundan da sıkıldım. kendime yeni bir ilgi alanı bulmam lazım. rusça'da biraz daha ilerleyince genel gramer kuralları ve sesler üzerine bir yazı yazabilirim belki. şimdi bunun için çok cahilim. çince'yle karşılaştıracak olursam ben gramer yapısını çok zor buldum açıkçası ama alfabeyi okumak ve sesleri çıkartmak da çok daha kolay.


şu günlerde seviyorum diye diye sevebileceğime inanıyorum. hedefim yaz gelmeden aşık olmak. tabi ki arkadaşlarım benimle dalga geçiyorlar ve haksız olduklarını söyleyemem. ancak hala en azından nüfus kağıdında gençken bu duyguyu yaşamam gerek! juno bile blogunda oğlakları (oğlak burcuyum) soğuk bulanlar olduğunu yazmış. (ve eklemiş: "hatta daha ileri gidip ”en güzel duyguların katili” olarak görenler de vardır!") ben sağdan soldan odunmuşum, çok duygusuzmuşum, yüzyıllık çınarmışım. arkadaşlarım böyle diyorlar. bana kalsa ben çok sevgi dolu bir insanım da işte dışıma vurmuyorum. vuramıyorum ya da. ama siz de anlayın canım o kadar tanışıyoruz nihayetinde.  

suluboyaya da yeniden başladım çok şükür demiştim, azıcık minimalist çalışmalar da yaptım. kemandan filan iyice uzaklaştım artık, müziğin yalnızca dinleyici olarak bir parçası kalmaya karar verdim. resim çalışmalarıma devam edeceğim. ama çok sabırsızım. istiyorum ki hemen olsun bitsin, halbuki uzun zaman alır bir çalışma. almalıdır da. bilincindeyim ama güdü kontrol sorunu var belki de biraz bende? sabretmem gerek. 


şuan faulkner'ın ağustos ışığını okuyoroum. boun'un kütüphanesinden elime geçti, murat belge imzalı. bayağı güldüm. çevirmen imzalı kitap. in an ılm az. baskısı annemle yaşıt.

zazie metroda'yı önce le monde'un yüzyılın yüz kitabı listesinde görmüştüm (liste götüm!). tabi o fransız ağırlıklı bir listedir, doğal olarak. ama yine de o listede okuduklarımın hepsi çok güzel kitaplar oldu. bu da onlardan biriydi. o kadar sevdim ki herkese okutasım var. zazie yedi yaşında bir kız çocuğu ama ne çocuk. roman boyunca bütün büyükleri cebinden çıkarıyor (büyük götüm!). tam bir çılgın. tahsin yücel'in sisifos çevirisini korkunç bulmuştum ama bence bu kitabı çok şahane çevirmiş (sisifos götüm!). zazie'nin argosu  o kadar eğlenceli olmuş ki hiç rahatsız etmiyor. olay zazie'nin iki günlüğüne dayısının yanında kalmak için şehre gelmesi ama grevden dolayı metrolar çalışmadığı için hayallerinin yıkılması fakat başka başka olaylar yaşamasını anlatıyor. kadın dansöz kılığında gece sahnelere çıkan artiz dayı-gabriel, onu inanılmaz sakin karısı marceline, zazie'nin aklını karıştırdığı şoför charles, yine zazie'nin  gül koklattırmadığı herkese aşık olan dul hanım, kılıktan kılığa giren dedektif(?) derken kısacık ama rengarenk ve çok keyifli bir kitap olmuş. yazarımız cümleler arasına felsefi göndermeleri sarkastik bir yaklaşımla serpiştirmiş.

kırmızı saçlı kadın'ı planımda olmadığı halde ortaya çıktı. ben pamuk kitaplarını bazen çok seviyorum bazen sevemiyorum. kara kitap ve beyaz kale'yi çok sevmiştim. kar'ı da aradan çok uzun zaman geçti ama o zaman etkilendim diye hatırlıyorum. yeniden okuyacağım. masumiyet müzesi'ni yeniden okumuştum yazın müzeye gideceğim diye, hala gitmedim ama o ayrı bir konu. çok sıkılmıştım okurken. pamuk, kitaplarını bir iki ayda okunacak diye düşünerek mi yazıyor acaba, sürekli tekrar düşüyor ama bu en fazla tekrarlar yaptığı kitabıydı ve şimdiye kadar okuduklarım arasında en sevmediğim kitabı da oldu aynı zamanda. şimdi spoiler vermek istemiyorum ama postmodern kasıyorsa bile -yani bilinçli bir amatör yazar hissi uyandırmak istemişse bile-   böyle kasmasın, ciğerim soldu. ha yine çok akıcı bir pamuk kitabıydı, ona lafım yok. ama sevemedim be abi. oidipus'un da cılkı çıktı artık yeter. başka konular bulun be.

bilge karasu'nun susanlar'ını okuduğumda çok etkilenmiştim, iki sene filan oluyor. yerli öykücü-romancılar arasında çok eşsiz bir rengi vardı ve çok naifti. ama sonra denk gelmedi de okuyamadım işte. şimdi neredeyse ardı ardına iki kitabını okuduğum için bir iki yıllık ara daha verebilirim.  kısmet büfesi, yazarın deyimiyle metinlerden oluşuyor ama bunların çoğu basbayağı öykü işte. özellikle kitaba ismini veren öykü ve "düş balıkçıları" gerçekten çok güzeldi. adamın hem hayal gücü inanılmaz, hem tasvirleri, hem dili. gece de postmodernizmin muhtemelen türk edebiyatındaki en güçlü romanlarından biridir. bir sürü metafor var, okurken sürekli kafanız bunlarda oluyor. ne oluyor anlamıyorsunuz, anlamadıkça daha çok okutuyor kendini filan. kitabın yarısı altı çizebilir söylemler zaten.

"bir düş içindeymiş gibi yaşıyor, kendi sözlerinizi de, başkalarının sözleri kadar, kolayca unutuyorsunuz." (s.132)

"dördümüzü birden yatakta düşünmeye çalışacağım. dördümüzü birden yatakta, birbirimizi hırpalamadan, parçalamağa kalkışmaksızın, içimizdeki birikmiş bütün hınçları, öfkeleri, güdük bencillikleri sevgiye dönüştürerek sevişir durumda gözümün önüne getirmeye çalışacağım. gülünçlüğümüzün büsbütün ortaya çıkması için. durmadan kendimize de yakınlarımıza da -en yakınlarımıza, başta kendi kendimize- yalan söylemek zorunda kaldığımıza, her şeyin düzmece bir durum, bir duygu oluverdiği bir dünya kurduğumuza göre bu yalanları sonuna dek götürmek, patlayacak kerteye vardırmak gere. öyle ki yalan söyleyemez olalım. ya da ölelim." (s.163)

romanın son bölümü, tek bir soru sorar:
"bunları yazmakla çıldırmaktan kurtulunur mu?"



on sekiz gün önce toprağa tohumunu koyduğum iki çiçeğim (kadife karagöz ve hüsnü yusuf) on iki önce filizlendiler ve bugün itibariyle yaklaşık beş santim boyuna ulaştılar. bir gün gelip çiçek açacaklarına inanmak gibi inançlar olmasa sanırım yaşamaya devam edemezdik.

detachment diye bir film izledim sabah, pek pek ağladım izlerken -bu da gerçek bir ağlama seansı değildi ama gözyaşları vardı. american history x'in yönetmeni tony kaye'dan. yine bir öğretmen, okul, çocuklar, öğrenciler üzerinden ilerleyen ama insan olmak üzerine bir film. bütün yüreğimle tavsiye ederim.

tüyap yaklaşıyor (4-12 kasım) o yüzden ben de kasım ayı için kitap alışverişini güzel indirimler olursa fuardan yapmak istiyorum. ama olmazsa da... internet bunun için var. neden bilmem eskiden kitapçı gezmeyi çok severdim artık cazip gelmiyor. belki kendime kitap almamam gerektiğini söyleyip durduğum içindir. bir gün çok zengin olursam yeniden zevk alabilirim belki kitapçı gezmekten. 

okul başladığından beri nevrim döndü. ben kimim, burası neresi? kaybolup duruyorum, dersler gözümü korkutuyor ama yine de oturup çalışmıyorum. yarın diyorum, yarın okuyacağım makaleleri. sonra da buraya geldim işte.

Çarşamba, Ekim 04, 2017

perdeden üç oyun

geçen sene birden devlet tiyatrolarına sardım -her yıl başka bir şeyin sapıklığına koşuyorum. tamam biraz abarttım, sadece yedi oyuna gittim aslında. çoğu yalnız başıma, bazen ablam ya da arkadaşlarımla. hiç beğenmediğim de oldu bayıldığım da.  şimdi yeni sezonda da oynayacağını gördüğüm üç oyunu yazacağım, belki ilginizi çeker diye. (eğik yazılar devlet tiyatrolarının sitesinden alıntıdır.)

yaşamak denen bu zahmetli iş


30 yıldır leviva ile evli olan yona, bir gece karısını terk etmeye yeltenir. buna sebep olan sıkıntı ve bıkkınlık, onların özelinden, belki de yüzyıllardır kanayan bir yara olan “evlilik” ve yaşam üzerine yapılan bir sorgulamaya dönüşüverir. kim için yapılır evlilik? kadın ve erkek evlendikten sonra bir adanmışlıkla yaşamak zorunda mıdır? bağlılık, gerekli ve olumlu bir etki midir, yoksa muhatabını sardıkça boğan bir canavar mı? hep hayatı ıskalamaya mahkum muyuz? yaşamak denen bu zahmetli iş, tüm bu sorgulamaların odağında duran çarpıcı bir kara mizah örneği.

aradan uzun zaman geçtikten sonra bile şüphesiz izlediklerim arasında en iyisiydi. üç oyuncu var ama gerçekten fazlasıyla yetiyorlar. kadın oyuncu bu sene gördüğüm en iyi oyuncuydu. zaten ülkü duru, bu performansıyla "yılın kadın oyuncusu" ödülünü de almış. o kadar gerçek o kadar samimi bir oyundu ki. kahkahalar attım, ağladım da. herkese çokça tavsiye edeceğim bir oyundu. gitmeden evvel cassie-zd ile konuşmuş ve tavsiye almıştım, bu oyunu çok övmüş, muhakkak gitmem gerektiğiniz ve küçük sahnede izlemem gerektiğini söylemişti. gerçekten de orada izledim ve bütün kalbimle teşekkür ediyorum.


ikinci dereceden işsizlik yanığı


bir cumhurbaşkanı, başbakan’ın kafasına anayasa fırlatırsa, tesadüf bu ya, siz de o gün askerden dönmüş bir üniversite mezunu olarak iş aramaya başlasanız nasıl bir sürecin içinde bulurdunuz kendinizi? güzide memleketimizin insan kaynakları uzmanlarının “modern metotlarla” hazırladığı başvuru-eleme-cevap bekleme badirelerini aşmaya çalışmak bir yandan, eşe dosta, aileye karşı işsiz konumunda olmak öte yandan, kendi başvuru kriterlerinizi tabana vurdurmak ters kroşeden gelirken nasıl olur da sağlıklı, ilkeli, tuttuğunu koparan bir vatan evladı olarak kalırsınız? ya da kalabilir misiniz? durum bu kadar tuhafken doğal olarak yaşananlar da absürd olacaktır. hem keyifli, hem de canınızı yakacak bir kara komedi. 

tek kişilik gösteri -bunu başta belirtmekte yarar var.

çoğu zaman tiyatroya yalnız giderim, sinemaya da. böylece ne istersem onu izlerim, yanımdaki beğendi mi sıkıldı mı ne hissediyor diye gerilmem. ancak o zaman irfan sürekli beni tiyatroya götür diye ağlıyordu -abartıyorum denemez- ve onu da götürdüm. gerçi ben götürmesem başka arkadaşımız çağıracakmış; oldukça tuhaf bir şekilde üç senedir sık sık oynanan bu oyunu izlemek için aynı akşama bilet almışız. (daha önce perdedeki oyunlar hakkında falan konuşmuştuk, hangileri rezildi, hangisini tavsiye ederiz şeklinde ama nadiren konuştuğum birisi. çap'a kabul aldığımı bana haber veren kişi. böyle bakınca, ayda iki kez falan görüyorum, o kadar da yabancı demesem iyi olur belki - bana hep "siz" der, hoşuma gitmiyor değil. kendisine küçük bey diyelim, benden büyük ama bu ona uyuyor.) üstelik komik olan çıktığımızda hepimizin "bu neydi ya?" "çok kötüydü çok" diye ağlaması. gerçi sonradan irfan beğendiğini söyledi ve ben de o zamanki kadar korkunç olduğunu düşünmüyorum. yalnızca fazla uzamıştı ve yüzeysel gelen espriler canımı sıkmıştı. ama benim gibi sürekli işsizlik üzerine kafa yoran biri için -insanın gelecek planında olunca tabi- güzel bir deneyimdi yine de diyebilirim. eğer beklentiniz yüksek değilse eğlenebileceğiniz, biraz da işsizliğin acılı kısmını paylaşabileceğiniz bir oyun olur.


cehennem


cehennem, düşüncelerimizi kodlayan, yaşamı gerçeklikten koparan ve şiddet dürtüsünü tetikleyen sanal dünyanın gelecekte duygularımızı da ele geçirme boyutlarını bilimkurgu atmosferinde tartışıyor. 

bilim kurgu ve tiyatro. insan gerçekten bağdaştıramıyor, kitaplar, fimler, çizgi romanlar, çizgi diziler. bunların hepsi çok anlaşılabilir. en azından benim için öyleydi ve izlediğim ilk bilim kurgu temalı bir tiyatroydu. oyun başladığından çeviri olduğu için diyaloglar çok canımı sıktı -hep sıkar, çeviriden nefret ediyorum. ama sonrasında kelimenin tam anlamıyla kendimi kaybettim. o kadar kaptırmışım ki o en can alıcı sahnesinde -izlediğinizde hangi sahneden bahsettiğimi anlayacaksınız- hığaaa diyerek ellerimle ağzımı kapattım, şoklar geçirdim. gerçekten çok iyiydi, konusu, olay örgüsü, karakterler, sorguladıkları; hepsi inanılmazdı. (yine tesadüf bu ya, küçük bey'le bir görüşmemizde şöyle demişti "dün akşam bir oyun izledim, inanılmazdı. cehennem..." ben de "yaaaaa harikaydııı" diye atlamıştım tabi. sonra o da diğer arkadaşlara "o zaman... siz çıkın, bizim konuşacak çok şeyimiz var," gibi bir şey söylemişti. tabi bunlar hep mealen, yoksa aradan geçmiş aylar aylar nasıl hatırlayayım? ama böyle etkilenmiştik işte oyundan.) 

eğer yeni oyunlara gidersem -şimdilik gözüme avrupa'yı kestirdim ve şu herkesin ayılıp bayıldığı profesyonel'e gitmeye de çok kararlıyım- veya gittiklerimden yeniden oynananı görürsem yazacağım efendim. saygılarımı sunuyorum. 


Pazartesi, Ekim 02, 2017

hayır en çok ben devrimciyim



eylül'den hiç hazzetmem de ekim'i pek severim. güneş eteğini ancak çekmiştir ve arada kalmışlık sona erer yavaşça. bir de bende yalnız kalma arzusu zirveye çıkar. (sonbahardan değildir herhalde, olabilir mi ya? bu kadar basit mi? neden olmasın tabi.)

ilginçtir ki halkımız benim izlediğim filmleri ya da okuduğum kitapları çok da umursamıyor. laf arasında geçebilir diyor ama abartma, ilgilenmiyoruz diyor -gerçek şu ki ben de kitap eleştirilerini pek okumuyorum. bunun için üzülecek değilim, böyle havadan sudan mırıldanmak benim için de daha çekici.

sonbahar bütün kültür-sanat etkinliklerini toplamış geliyor. şuan beyoğlu sahaf festivali var (yarın son gün), filmekimi başladı, devlet tiyatrosu kapılarını araladı, şehir tiyatroları aktif, kasım'da tiyatro festivali, fransız kültür merkezi -sanıyorum bugün koyulan afişte gördüğüm kadarıyla- ekim sineması dolu dolu, akbank sanat etkinliklerine devam ediyor, bir ay içinde üsküdar sahaf festivali de olur, bienal devam ediyor derken gidilecek çok yer ve bende de boş bir ay var. (en güzel kısmı da bu zaten)

beyoğlu'ndaki sahaf festivalinde çok uzun süre kalamadım, bir buçuk saat bile sürmedi. sunshine'la birlikte film ve televizyon fuarına gidecektik o yüzden acele etmek durumundaydım. (zaten normalde aslıhan pasajına gitseniz de aynı fiyata alabilirsiniz bu kitapları vs.) ama üç güzel kitap ve üç de şirin fotoğraf edindim. (tabi dürüst olayım, resimleri öykülerime ilham olsunlar diye aldım.) fuardaki paneller kalabalık olur sanmıştım ama lütfi kırdar'ın en korkunç salonlarından birini vermişler, katılımcı sayısı çok azdı ve çoğu akademisyendi. benim sektörüm olabilir ama yabancıyım bu mevzulara, o yüzden dinlemek ilginç olabiliyor yine de bir yerden sonra sıkılıyorum. (bizim rektör de konuşmacı olarak gelmişti, bir kaç kez dönüp bana baktı, bir yerden tanıyor ancak çıkaramıyor bir türlü. en sonunda dayanamadı sordu siz bizim okuldan mısınız diye. niyeyse bir inanamadı orada olabileceğimize. gerçi ben de emin değilim niye oradaydık ama.)


masamda boş yer olmadığından resim defterimin üstünde çekmek durumunda kaldım, bu korkunç arka plan için kusura bakmayınız efendim

bir sahaf amcayla arkadaş olduk. kendisi çok geveze, çok da komikti - ağzına geleni söylüyordu. sonradan fark ettim ki onunla birçok şey konuşsam da -evini biliyorum mesela- adını sormadım, eh o da durup dururken söylemedi tabi. (o benim adımı sorduğunda, ben de onunkini sormalıydım halbuki.) oğlunun adını bile öğrendim, o da çok iyi bir insandı. aradığım kitabı bayağı arayıp bulamayınca "üzgünüm hanımefendicim," dedi çok yumuşak bir ses tonuyla, o kadar hoşuma gitti ki. hem çok kibar hem de samimi bir ifade. bunu cebe attım, yeri gelince kullanırım. amcacım bir daha pasaja geldiğinde "muhakkak bana gel," dedi durdu. ben de gideceğim elbet. kitap alanlara bir ayraç hediye ediyordu, gerçi beni pek sevdi (hemşehri çıktık da) daha almadan hediye etti, ben de bu güzel tanışmanın şerefine diyelim iki kitap alıverdim. 


kefaret'i amcam çok tavsiye etti, roman kültürüne aşırı ilgiliyim, auster zaten hep aklımdaydı

en son heinrich böll'ün katharina blum'un çiğnenen onuru'nu okudum. böll'ün kısa öykülerini okumuştum önceden ve aşırı beğenmiştim. (o yaz çok güzel bir yazdı; coetzee, buzzati ve böll'le tanıştım.) bu da bir roman sayılmaz aslında, novel diye geçse de bence daha çok novella sayılmalı. neyse bunlar önemsiz ayrıntılar zaten, ben buna karar verecek değilim ya. incecik bir eser, inanılmaz bir hiciv, bir ironi almış başını gidiyor, tabi diğer yandan pek eğlenceli. en çok medyaya giydiriyor tabi ama bunun yanında işçi sendikaları, kilise, polis, işletmeler de nasibini alıyor. biraz kırmızı pazartesi tadında ama ondan yedi yıl önce basıldığını söylemekte fayda var.

çap ve yandal sonuçları (politika ve sosyolojiden başvurmuştum) on beş gün önce açıklanmış, benim bundan haberim yok, soranlara da hala açıklanmadı diyordum. bugün okuma grubundan bir arkadaşım sordu, açıklanmadı dedim ona da. akşam bana link attı, kazanmışsın öyle yazıyor dedi. (peki sence böyle ikisi birden biraz şov değil mi, diye de ekledi) tabi böyle bir rezillik yok, finale yanlış saatte gittiğimde de oldu ama resmen utandım abi. yarın okula ne zaman açıklanacak, diye mail atmayı düşünüyordum. ablam ve mümtaz aynı şeyi söyledi: "iptal ederlerdi herhalde."


yazarlar arasından bana nazım çıktı
bunu okuyunca çok güldüm
çok unutkanım ben dedim
(o zaman büyük devrimciydim de)

Çarşamba, Eylül 27, 2017

birtakım kitaplar



joanne greenberg - sana gül bahçesi vadetmedim

"doris iyileşip buradan çıktı ve şimdi bir işi var. ve biz korkuya kapıldık, çünkü bir gün... 'iyileşmek' ve dünyaya katılmak zorunda kalabiliriz."

on altı yaşındaki şizofren bir kızın çoğunluğun gerçek olarak kabul ettiği bir dünyaya entegre olmak durumunda kalmasının (tedavi sürecinden bahsediyorum) hikayesi olabilir ve böyle deyince kulağa wattpad (yanlış yazdıysam özür dilerim) romanı gibi gelebilir (wattpad romanlarını küçümsüyor değilim, bir tür olarak kendilerini gösterdikleri inancındayım) ama değil. (ama şimdi gelip o romanları övmemi de beklemeyin benden) hayli zamandır rafımda bekleyen bir başka kitaptı kendisi. duyduğum yorumlar müthiş olduğundan beklentim fazla yüksekti sanıyorum. belki bir kaç yıl önce okusaydım, gene daha çok etkilenirdim ama şu vakit için biraz geç kalmış olduğumu seziyorum. akıl ve ruh hastalıkları, delilik, hastaneler ve benzeri şeyler hakkında çok şey okuyup izlemiş olduğumdan ve bakış açım zaten çok değişmiş olduğundan bu eser bende neyi değiştirdi, emin olamıyorum. şüphesiz ben bu kitabı okuduğumdan beri artık eski ben değilim. ama yine de içimde ne gibi duygusal düşünsel depreşimler oluştu, bunu söyleyemiyorum. konuyla ilginize göre okunması gereken bir kitap olduğunu düşünüyorum. özellikle de lisedeyken okuldan nefret ederken ve yalnız hissederken okunması tavsiye edilebilir.

"- adalet uygulanmıyorsa, namussuzluk örtbas ediliyorsa ve inançlarını koruyan insanlar acı çekiyorsa, sizin gerçekliğiniz ne işe yarıyor peki?
- bak, dinle beni, sana hiçbir zaman gül bahçesi vadetmedim ben. hiçbir zaman kusursuz bir adalet vadetmedim... ve hiç bir zaman huzur ya da mutluluk da vadetmedim. sana ancak bunlarla savaşma özgürlüğüne kavuşmanda yardımcı olabilirim. sana sunduğum tek gerçeklik savaşım. ve sağlıklı olmak, gücünün yettiği kadarıyla, bu savaşımı kabul edip etmemekte özgür olmak demektir. ben yalan şeyler vadetmem hiç. kusursuz, güllük gülistanlık bir dünya masalı koca bir yalandır... üstelik böyle bir dünya çok can sıkıcı bir yer olur!"

"cehennem'in eşiğine gelmiş kişilerin şeytandan ödü kopuyordu; zaten cehennemin içinde olanlar içinse şeytan özel biri değildi, yalnızca başka biriydi, o kadar."

"-sizce sorun ne zaman başladı?
-...havanın tam olarak ne zaman değişeceğini insan nasıl anlayabilir ki? birdenbire değişiverir, işte o kadar."

"bir keresinde, kendine korkunç eziyetler yapan bir hastam olmuştu. ona neden böyle şeyler yaptığını sorduğum zaman, 'bunları bana dünya yapmasın diye.' karşılığını vermişti."

"insan mahkum olacaksa, güzel olmalı, yoksa dram yalnızca bir komedi olur."

"hastaların çoğunda bir başka insanın zayıf yanlarının nerede yattığını ve ne denli büyük ve zorlayıcı olduğunu neredeyse ilk bakışta anlamak gibi olağanüstü bir yetenek vardı."


paul auster - yazı odasına yolculuklar

"uzayın merkezden uzak noktalarından seyredildiğinde, yeryüzü bir toz zerresinden daha büyük değildir. bundan sonra bir daha yazılarında, insanlık sözcüğünü kullanırsan bunu hatırla."

auster, hayatta ve bence genç de sayılabilecek bir yazar -yalnızca yetmiş yaşında. bence onu özel kılan herkesin bildiği ödüllerle (nobel, man booker falan) ünlü olmamış olması -tabi bu yüz milyon ödül almadığı anlamına gelmez. her neyse. görünmeyen'i okumuş hoşlaşmıştım. onu da bir ara yazmak istiyorum. ama bu kitabı (başlıktakini) okuduktan sonra auster külliyatını bitirip en son bunu okusam çok güzel olacağını fark ettim çünkü aslında bu roman auster'ın kendini bir yazar olarak sorguladığı-yargıladığı bir kurgu. romandaki diğer karakterler de diğer eserlerinde geçen kahramanlar. başlangıçta neler olduğunu anlamadım ama tuhaf bir şekilde akıyordu. anlamayınca daha çok ilgi çeker ya zaten ama meseleyi çaktıktan sonra daha anlamlı oldu. sıradışı bir kitaptı yine de söz konusu auster olduğunda bu sıradışılık beklenen hale geldiğinden şaşırtmıyor galiba. yani bir iki kitabını okuduktan sonra okuyabileceğinizi düşünüyorum, çok kasmaya da gerek yok -tabi bunlar benim hep kişisel düşüncelerim. not: auster'dan öncelikle şunu oku dediğiniz varsa bir dal alırım.

"ben bir insanım, melek değil ve çektiğim acı bazen doğruyu görmeme izin vermemiş, davranışlarımda bozulmaya yol açmış olsa da bu durum anlattığım hikayenin doğruluğunu gölgelememeli."


nezihe meriç - korsan çıkmazı

"-bence, meli bak bunu çok düşündüm, insan sevmeli hayatta, anlatabiliyor muyum, ille sevmeli. bu ne bileyim seçtiği iş mi olur, şiiri, romanı, resimi, sanatı diyelim, bir şeyi, bulamıyorum tam karşılığını ama, bir tutkudur bu. bir şeyi olmak, onu sevmek, kuvvetle, önüne geçilemez bir istekle sevmek, o yolda başarıya ulaşmak. daha doğrusu şöyle diyeyim, istediğini yapabilmek, başabilmek için bir uğraş, yoğun bir doyma isteği; bir türlü o doymaya varamayışın insanı yenileyişi, ayakta tutuşu."

neziheciğim 1925'te doğmuş, edebiyat okumuş, piyano çalmış, müzik öğretmenliği yapmış. sait faik, sedat simavi, tdk ödülleri almış. üç roman ve öyküler yazmış. bir anı, üç de çocuk kitabı. 2009'da bizlere veda ettiğinde ben on iki yaşındaydım ve onun adını hiç duyduğumu hatırlamıyorum. bu ilk okuyuşumdu kendisini ve çok yüksek bir beklentim olmamasına karşın (yani türk edebiyatında önemli bir eser, peki tamam) kesinlikle türk edebiyatı içerisinde okuduğum en iyi eserlerden biriydi. belki kitaptaki karakterlerle paylaştığımız o naif ayrıntılardan dolayı mı ya da nedir bilemiyorum şimdi ama çok çok etkilendim. iki tane kızın, meli ve berni, çocukluklarından kadınlıklarına dek uzanan, hikayeleri. bu gerçekten çok tatlı bir romandı. meriç'in üslubu inanılmaz. bütün külliyatını okumaya karar vermeme neden olacak kadar. sağda solda bizim (kadınların) nezihe meriç'imiz var diye övüneceğim kadar.

"kapının önüne kar yığılmış olurdu. çarşıya gitmek sırası kimdeyse, o çabucak giyinir, başına atkısını sarar, kalın yün eldivenlerini, çizmelerini giyer, çıkardı. daha çocukluktan kurtulmamış, pembe dedikleri dünyamıza, ikinci dünya savaşı girmişti. ekmek vesikayla veriliyordu. bu bizim için bir çeşit oyundu. savaş demek, kahvelerin önüne biriken kalabalıkların ajans haberlerini dinlemesi demekti. kalabalık, insanların korkulu telaşları hoşumuza gidiyordu."


miguel de unamuno - yaman adam

"maşallah, ne de güzel düşünüyorsun! aşk düşünmez!"

ilk defa ortaokuldayken sanırım ya da lisenin ilk yılları, ömer sevinçgül'ün bir kitabında adını görmüş ve merak etmiştim. ilk defa duyuyordum, ve sevinçgül ilgimi çekecek biçimde bahsetmişti. bu kitabı alıp bugüne dek okuyana kadar da başka kimseden ne işittim ne de gördüm sanıyorum. unamuno (1864-1936) adından anlaşılacağı üzere bir ispanyol, felsefe öğretmenliği yapmış. anti-faşist eylemlerinden dolayı rivera onu fransa'ya sürmüş. sonra franco'ya karşı çıkınca yine sürülmüş. yazın hayatına gelecek olursak, sanırım en önemli eseri sis. onu da okuyacağım ama büyük bir haz almadıkça kendisini okumayı devam etmeyi düşünmüyorum. okurken nedense çağının gerisinde yazdığını bile düşündüm, - tabi bu bir sorun değil. yalnız son öyküleri dikkatimi çekti. biraz daha yaşasaydı belki çok çılgın bir yazar olacaktı kim bilir? (hem sevdim hem sevemedim gibi oldu, dedim ya kafam karışık.) aradan zaman geçtikten sonra bile kendisini sınıflandıramıyorum. yalnız aşk hakkında çok sıradışı görüşleri var, - en azından bunu söyleyebilirim.

"unuttuklarım bile unutmanın derinliklerinden doğru düşüncemi canlandırıyor, çünkü unutma da sükût ve karanlık gibi pozitif bir şeydir."

"sadece bir kuruntu muydu aşk, yoksa zayıf kimselerin hayatlarındaki boşluğa veya kaçınılmaz can sıkıntısına karşı koymak için kullandıkları itibari bir yalan mı?"


Çarşamba, Eylül 20, 2017

o zaman niye böyle yapıyorsun

13.08

bugün en son ne zaman ağladığımı düşündüm. sık sık bir iki damla gözümden süzülüyor. bunlar tamemen anlamsız şeyler değiller ama benden başka kimsenin ağlamayacağı şeyler. şüphesiz herkesin duyarlıkları farklıdır.  ama ben bundan bahsetmiyorum, otuz saniyeden fazla süren gerçek bir ağlama seansı. neredeyse iki sene olmuş, telefonda turşu'yla konuşuyorduk ve ben yakın olduğum bir insanın sesini duymamın etkisiyle - bir tür tetikleyici olmuştu demek istiyorum - deli gibi ağlamaya başladım. turşu şaşırdı ve endişeyle - pek sık ağlamadığım için insanlar gerilebiliyor - bana sorunun ne olduğunu sormaya ve her neyse üstesinden geleceğimizi söylemeye başladı. bense nispeten kalabalık öğrenci evinde, kimsenin beni göremeyeceği ve duymayacağı bir köşe bulma telaşesi içindeydim. birilerinin yanında ağlamak çok az kimsenin dürüstlüğüdür.

*** 

yirmi ya da yirmi bir yaşındayım. doksanı görmeyi umuyorum. gerçi dün akşam james dean (trafik kazası) ya da kurt cobain (intihar) gibi, sekizinci evimin marsta olduğunu öğrendim. bu kişiler sık sık kazalar maruz kalırmış - doğru ama benimkiler hep küçük kazalar. dahası ölümleri ani ve şiddetli olurmuş, baş ve beyin bölgesinin zarar görmesiyle oluşabilirmiş. yataklarında ölmezlermiş yani. neyse, konu bu değildi, zaten insan doksan yaşında da geçirebilir ani bir kaza. yine de daha makul olup önümde 50 yıl olduğunu varsayacağım. yılda yetmiş kitap okusam, bu hayatımın sonuna kadar 3500 kitap daha okuyabileceğim anlamına geliyor. ki hayatımın ileri dönemlerinde bu kadar boş vaktimin olmayacağı bir gerçek -tir herhalde. yalnızca 3500 kitap hakkımın kaldığını düşününce moralim çok bozuldu. özgürlüğüme müdahale edilmiş gibi hissediyorum. halbuki hep bildiğimiz bir şeydi nihai noktada öleceğimiz.  

***

son zamanlarda ağzıma gelen lafları yutmaya başladım. daha doğrusu çok fena bir biçimde bunları söylemeye üşeniyorum ve hepsi tamamen boş. herkesin söyledikleri. "sen de dahilsin buna" eylül geldiğinden beri havalar daha çok ısındı sanki. ekim güzel de eylül'ün sinirbozucu bir yanı var. her anlamda arada kalmışlık. istanbula döneceğim için mi kaçtı keyfim? "hadi hadi itiraf et" ve okul başlayacak. ve yeniden dersler ve sınavlar ve stres ve okuyamayacağım kitaplar, izleyemeyeceğim filmler, tiyatrolar. ne zaman bu kadar karamsar oldum? "karamsar değil, gerçekçisin" aslında bugün güzel başlamıştı. ama böyle günlerden insan korkmalıdır. hayırdır niye mutluyum bu sabah, hangi korkunç şey olacak acaba diye düşünmelidir. "ama düşünmüyorsun çoğu zaman" filmekimine hazırlanıyorum, en kısa zamanda bitirmeyi umuyorum ama garantisi yok. "yetiştiremeyeceğine bahse girerim"

***

uzun zaman sonra ilk kez sanırım bir öykümün sonunu getirebildim. dahası öyküyü sevdim ve yazarken eğlendim. genelde acı çekerek yazarım, daha doğrusu yazmaya başlayınca kaçınılmaz bir biçimde trajediye sürükleniyorum. nietzsche beni överdi biliyorum ama bu beni teselli etmiyor. insanlarda olumlu duygular uyandıran öyküler de yazmak istiyorum. buzzati'nin öyküleri ya da yaşlı ormanın gizemi gibi olabilirdi; calvino gibi olabilirdi; twain, bulgakov ya da basara gibi satirik-esprili şeyler de yazmak güzel olurdu; ya da steinbeck gibi insanı farklı bir dünyaya sürükleyen şeyler de olabilir; belki yalnızca absürd komedi. ama ben selim ileri gibi barış bıçakçı gibi yazıyorum çoğu zaman. kendimi onlarla karşılaştırıyor değilim elbet, buna cüret edemem ama otuz yıl sonra onların dizinin dibinde oturabilirim. onları seviyorum da ama çöküşleri yazmak üzüyor beni. corneille'le bağım kesilsin artık. biliyorum hiçbir zaman moliere'in torunu olamadım ben ama bundan sonra da olamaz mıyım? 

***

bir şey diyim mi? ağaçlar sular havalar kuzular hepsi gerçektir biliyor musunuz?

Çarşamba, Eylül 13, 2017

sunshine (2007)

en güzel sahnelerden biri: merkür'ün güneşin önünden geçişini izliyorlar

tatilimi yan gelip yatarak geçirdiğim şu güzide günlerin sonu yaklaştıkça paniklemeye başladığımı hissediyorum. hala bir öykü yazmadım. kitap listemi bozdum. yağlıboya yapacaktım, tuval almaya üşendiğimden hala başlamadım. suluboyaya da el sürmedim. kemanımın teli koptuğundan beri elime bile almadım. peki ben ne yapıyorum, yani allah aşkına ne yapıyorum?!

izleyeli bayağı olsa da bir ara wonder woman, la pianiste ve who am i'dan da bahsetmek istiyorum. bu filmlerin hiçbir ortak noktası olduğunu düşünmüyorum, benim onları izlemiş olmam dışında.  ama bugünkü önceliğimiz, bir film nasıl son yarım saatte batırılır, bunun örneğiyle incelemek.

ailecek film noktasında en büyük ortak noktamız bilim kurgudur -zaten annem tarih ve bilim kurgu sevdiği için yalnızca çok seçenek kalmıyor. ama bütün iyi filmleri izlediğimiz için artık iyi bilim kurgu filmleri bulmakta zorlanıyoruz, bu konuda sizin de tavsiyelerinize açığım.

işte bu sefer de sunshine(2007) isimli İngiliz yapımı bu filmi izledik. yönetmenimiz danny boyle, adını transpoitting, slumdog millionaire, 127 hours, jobs filmleriyle halka ve tabi ki bana duyurmuştu. ama bunun beklentimi çok yükselttiğini söyleyemem -boyle'un bilimkurgu'da iyi olabileceğine inanmadım.

on yıllar sonra güneşimiz ölüyor ve bu şüphesiz dünyanın ölümüne de sebebiyet verecek -marsta koloni kurmak bile çözüm değil. o yüzden icarus i (hadi bu ismi seçtiği için boyle'a gülümseyelim) göreve gönderiliyor ama geri dönemiyorlar, haber de alınamıyor. bunun üzerine icarus ii göreve gönderiliyor. amaçları güneşe çok büyük nükleer enerjiye sahip bir roket atıp güneşin canlanmasını sağlamak ve eve geri dönmek.  ablamın ifadesiyle "düşük bütçeyle çekilmiş uzaygemisi filmi". (ama kendisi bunu söylerken bütçenin 40 milyon dolar olduğunu bilmiyordu. bütün boyle filmleri arasında en fazla bütçesi olan film. 30 milyon dolarla jobs onu takip ediyor, millionaire ise yalnızca 15 milyon dolar.)

filme dönecek olursak bilim adına ne söylenebilir emin değilim. bu tarz filmlere bilim-kurgu denmesi beni benden alıyor -doğrusu sadece kurgu demek sanki. spoiler olacak ama olsun, hadi alüminyum folyodan astronot kıyafeti yapmış olmalarını ve iç basınçtan beyinlerinin patlamamış olmasını geçelim, yahu adam (pinbacker?) yanıyor ama ölmüyor, bir daha yanıyor, gene ölmüyor. cassie isimli hatun bıçak saplıyor gene ölmüyor. kimse görmeden iki gemi arasında geçiş yapması ayrı bir hikaye. sonra efendim, yıldızımız ölüyor da ölüyor. bir yıldızın ölümü içine çökmesiyle olmaz mı? hani nerede öyle bir güneş? yani eğer kırmızı deve dönüşmekteyse dünyayı çoktan kavurmuş olması lazım değil mi? fizikçiler neredesiniz? ölüyoruuummm

görüyorum ki bazı sanatsever arkadaşlarımız ünü iyi olan boyle'u savunmak ve de aşırı mantıksız olay ve kişileri "saçmalık değil onlar, imkansız diye bir şey yoktur bir kere" nevinden yaklaşımlarla kabul ettirmek niyetindeler. lakin kanımca bu tarz metafiziğe kayan ögeleri kullanacaksa bir yönetmen bunu doğru düzgün sunmayı bilmelidir. ma loute'da kadın uçmaya başladığında "aaa ne saçma" demedim ben. bir sinemacı olarak ben de bilirim ki her filmin kendi dünyası vardır ve böyle şeyler gayet de makul sayılabilir. (bir vampir filminde yaaa bu niye ölmüyor demezsiniz). ama boyle'un kurduğu dünyanın fiziğine de aykırı olaylardı. (senaryosunu kendisi yazmamış olması da kabul edilebilir değil) son yarım saat dünyam yıkıldı, çok hayal kırıklığına uğradım çok.

bazı notlar:
-kaptanı ilk gördüğümde dedim ki "eğer bu bir korku filmi olsaydı, ilk bu ölürdü." ve tabi ki önce o öldü. zaten scienfiction-thriller yazıyormuş filmin künyesinde.
-psikiyatrist favorimdi, adının searle olması da ilgimi çekti. ama o da hastaydı.  
-icarus i'e geldiklerinde saniyenin onda birinden daha az insan resimleri görünmeye başladı. önce birbirimize gördünüz mü falan dedik, ne oluyor anlamadık, bir korktuk. sadece babam her zamanki sakinliğiyle durumu açıkladı. 
-en güzel ayrıntılardan biri de gemideki dünya odasıydı bozulan sinirlere tedavi olarak. o fikri bayağı beğendim. bir gün çalmak isterim. 

kaptan adınıhatırlamıyorum ve psikiyatrist searle


Pazar, Eylül 10, 2017

yalnızız



"ben şüphemi adamcağızdan gizlemedim:
-siz tek başınıza haydar'ı zaptedebilir misiniz? diye sordum
memur elini arka cebine doğru götürerek:
-evelallah! dedi.
safa'nın başyapıtlarından biri olarak kabul edildiğini zaten biliyoruz, -dokuzuncu hariciye koğuşu, biz insanlar, matmazel noraliya'nın koltuğu da listenin diğer üyeleri. yine de okuduğum yorumlar arasında (söylenmiş bir şeyi tekrar etmemek için bunu yapmaya çalışırım) olumsuz bir yoruma çok nadiren rastlamış olmam sanırım beni şaşkınlığa uğrattı. kitabı hiç beğenmediğim için mi? hayır, saldırıya olanak veren çok delikler olduğunu düşündüğüm için. ama bunlardan çokça konuşup canınızı sıkmayacağım.

kitabı çok umursadığımı düşünmüyordum, ta ki bütün kelimelerinin dilime yerleştiğini (elli yıl öncesinin gündelik diliyle konuşmaya başlamıştım birden bire) ve sık sık romandan repliklerin hatırıma geldiğini fark edene kadar. birileriyle konuşurken "safa da şöyle diyordu," diye diye insanları bıktırmış olabilirim -ama benim suçum mu her konuda düşünülmeye değer bir laf demiş olması? çok mu aynı fikirdeyim safa'yla? aslında çoğu zaman değilim (hatta hiçbir zaman değilim galiba) ama bir yargı ortaya koyuyor safa, üzerine düşünmek tartışmak için çok elzem bir şeydir bu yargılar.

ben tabi kalkıp felsefi çözümleme yapmayacağım burada. yüzlerce makale var yalnızız üzerine. safa'nın (karakter olarak samim'in) ütopyası olan simeranya'dan da bahsetmek istemiyorum. mümkün olduğunda kısa ve temiz bir yorum yazmak istiyorum -şimdiden ortalık karıştı ama.

ben romanı okurken safa'nın karakter yaratımından çok hoşnut kaldım. hepsini önce tip olarak görsem de roman içinde değişimlerine tanık oldum (ve tabi karakter olduklarını gördüm), bu da beni hayli etkiledi. çünkü bir romanda bu kadar çok karakterin ruh dünyalarında olan biteni göstermek kolay iş değildir -en azından buradan bakınca öyle görünüyor.

ara not: her zamanki gibi kadınlarla ilgili sorunları devam etmekteydi. ben yarı-zamanlı feministim. rope derdi ki "feminizmin nimetlerinden yararlanırken feminizmi lanetleyenlere (bazı kadınlardan bahsediyor) dayanamıyorum". toplumdaki feminist algısı o kadar korkunç ki bazıları söze "ben feminist değilim," diyerek başlıyor, sanki suç. ama çığırından çıkmışlar da var tabi.

mesela besim muhteşem bir karakter olmuş, çok eğlendim, hem de samim (safa) ne kadar kardeşi besim'i kafasız bir hedonist olarak görse de zırnık etkilemedi beni. çok tatlıydı besim, her eve lazım. safa'nın bizzat kendisinin besim gibi bir karakteri hedonistlerden hiç hazetmediği halde nasıl bu kadar şirin resmedebildiğine şaşıyorum.  

"bizim gibi mirasyediler için, geceleri kitap okumak, gündüzleri gevezelik etmek için lazımdır. fakat züğürtlerin bütün felaketleri alfabeden başlar." (besim)

" insan ya geleneklere karşı koyup açık ve cesur yaşamalı, yahut da, inandığı bazı kıymetler varsa, onlar için fedakarlık yapmalı. en çirkin şey ikisine birden sahip çıkan mürailiktir." (besim'den meral'e)

" fakat bana öyle geliyor ki, kadın bile, senin araştırma zevkinin bir vasıtasından başka bir şey değil." (besim, samim'e diyor)

mefharet (samim'in kardeşi, besim'in ablası), safa'nın çok sık kullandığı kadın tiplemelerinden biri. alabildiğine irrasyonel, habire tansiyonu fırlayan, cemiyetin sürüklediği, sık sık hafakanlar basan bir kadın işte. selmin, mefharet'in kurnaz ve zeki kızı -ama bir samim değil tabi. kitabın ilk yarısını selmin'i ana karakter sanmak bile mümkün. yine de selmin her zaman duygularının etkisi altında ve bu da onu en büyük zaafı -çünkü o bir kadın.

samim, yani safa diyebileceğimiz abi, ilerlemiş yaşına rağmen kızı yaşında bir kıza, meral'e aşık olmuş -kızı yaşında ifadesine dikkat çekmek isterim. tabi ki kendisi her konuda en doğruyu bilen ve doğru kararları verebilen bir karakter. yalnız aşk onun zaafı. tabi bu çok kutsal bir zaaf, yani safa'nın mükemmel insanda bulunacağını düşündüğünü sandığım kusur.

“yalnızım, evet yalnızız. yani, bak, büyük kalabalıkların ortasında, insan denilen sosyal varlık kendi iç dünyasının mahpusu halinde, şifasız bir yalnızlığa mahkum. yalnızım, evet herkes yalnızdır, yalnızız. bütün ihtilaflarımızda yalnızlıklarımız çarpışıyor. hatta kendi kendimizle mücadelelerimizde bile kendilerimiz birbirine karşı yalnızdır.”

“biz, hepimiz sadece kendimizi düşündüğümüz için yalnızız ve yalnız kalacağız..”

meral'se, aslında gerçek kahramanımız diyebiliriz. tabi ki kimlik bunalımı, doğu-batı, eski-yeni çatışması. bir yanı paris e kaçıp (cemiyetten) gününü gün etmek isterken (samim buna ikinci meral diyor) bir yanı istanbul'da kalıp belki samim'le evlenmek sorumluluk sahibi edepli cemiyetle uyumlu biri olmak (birinci meral) -ki bu noktada safa'nın düşünce tarzı bana hadi abicim bırak bu kafayı dedirtiyor. tabi nihayetinde meral de bir kadın olarak zayıf, iradesiz, kararsız, inişli çıkışlı falan -safa sen neden böylesin?

“ikincilerimize hakim olduğumuz nispette insanız. hepimizin ruhumuzda en az bir katil, bir kaç hırsız, bir sürü yalancı, iftiracı ve sayısız can, mal ve ırz düşmanı var. bunları hapsediyoruz. yoksa kim adam öldürmez, çalmaz, iftira atmaz, ev bark yıkmaz?” (samim, meral'e)

"beni ona bağlayan hisse bir isim takamıyorum. aşk değil bu. dostluk değil .dostluk ve ahbaplık gibi, zora gelince feda edilebilecek bir şey değil. sevilmenin gururu var tabii bu biraz da sevmektir. aşka yakın bir sempati mi? galiba. çünkü aşk olsa,ona hürriyetimi feda ederdim; kuvvetli ve sempati olmasa, onu hürriyetime feda ederdim. ikisini de yapamıyorum." (meral kendi kendine)

olaylar oldukça tahmin edilebilir ve hatta sıkıcıydı ama akıcıydı da. benim için kitabın en heyecan verici yeri meral'in annesi necile ve bakıcı renginaz'ın parapsikolojik (ya da paranormal) bir deneyim yaşadıkları bölüm oldu (durugörü denilebilir sanırım?) korku filmi izliyormuş gibiydim ama bundan daha fazlası. hayatının son dönemi metafiziğe ilgi duymaya başlayan safa'nın bu alanın da yok sayılması ve rasyonalite tarafından  küçümsenmesine karşın tavrını da görmüş olduk. (tabi bu hayatının son dönemlerinde benimsediği bir duruştu)

çok eğlendiğim şöyle bir bölüm vardı, fransız mektebinde okumuş meral bazen fransızca kelimeler kullanıyor. bir ara "detay"lardan bahsedip, türkçesi neydi diye soruyor, samim'in cevabı "teferruat". (bir kere daha bu dil tartışmalarını anlamsız buldum, her şey sonsuz göreceli.

sözlerime son verirkene safa tarafından  fazlaca hisli olduğu için çıkarılmış prolog bölümünden bir alıntıyı sunacağım. bu beni kendisini zorla rasyonalist düşünmek zorunda bıraktığına dair düşüncelerimi destekleyen ve özgür bıraksaydı ne kadar muhteşem şeyler yazabileceğini gösteren bir bölüm.

"- seni sevmek istedim bir an için. böyle bir his gelip geçti. geçmedi daha. fakat geçer. böyle birçok hayallerim var: simeranyam var.
- kim o? sevgilin mi?
- hayır, sevgilim başka. o bir memleket, simeranya, dünyada olmayan bir yer. benim icadım. sıkıldım mı, kendimi oraya atarım.
- ne hoşsun. beni de götür oraya.
- simeranya’da yalan yoktur.
- kadın yok mu?
- insanlar gölgelerdir. konuşmadan anlaşırlar. birbirlerinden hiçbir şey saklamazlar. seni görür görmez bir simeranya kadınına benzettim. elbisenin içinde yalnız ruhun var. yüzün bir örümcek ağı. gözlerinde sen dolusun. gurur ve yalan yok. seni sevmek istiyorum. bu bir hayal. simeranya gibi sen de yoksun. yaratıyorum seni ben, kendi arzuma göre, ismini sakın söyleme bana. birbirimizi bir daha görmeyeceğiz."



ek: simeranya kaşifine mektup

sevgili peyami

bu mektubu sana yazıyorum fakat sayısız çekincelerim var. mesela çekince kelimesini kullanmam hakkında ne düşüneceksin bilemiyorum. (fakat endişe yahut korku veyahut tevahhuş değil bu, basbayağı çekince. tamam tamam seveceğin sözcüğü buldum, ihtiraz) son zamanlarda hoş olmayan kişilerle vakit geçirdiğimi mi? sanıyorum ki bu mektup sana göre argo kabul edilebilecek bir dolu ifade  ihtiva edecek. bunun için şimdiden özürlerimi sunuyorum.

eisenstein'dan iki buçuk ay, ileride kalem kavgasına (saman ekmeği kavgası denildi buna) tutuşacağın yakup kadri'den beş gün sonra fatih'in gedikpaşa semtinde doğdun. senden iki hafta sonra chaplin, yirmi altı gün sonra salazar doğdu. rus kahbeliği kadar birbirine yakıştığını düşünmediğin çift kelimelerden biri olan eyfel kulesi de o yıl açıldı. vikipedide (bugün internet dediğimiz çeşitli bilgi kaynaklarını içeren bir platformdaki bir kaynak) yazdığına göre adını tevfik fikret koymuş. Baban İsmail Safa, trabzon kökenli bir aileden geliyormuş ve döneminin eski şiir temsilcisi olarak kabul edilen Muallim Naci'ye göre allah vergisi bir yeteneği varmış. II.Abdulhamid'e muhalif olduğu için sivas'a sürülmüş, bu yüzden seni ve kardeşini annen tek başına yetiştirdi. sağ kolunda kemik veremi ortaya çıkınca okulu bırakmak zorunda kaldın.

yirmi bir yaşında vefa lisesine başladın, arkadaşların yusuf ziya, hasan ali yücel'di. ilk öykünü lisede yazdın, ilk romanını da. hemen tükenen "sakın bu kitabı almayın" diye bir hikaye kitabı da bastın. ama maddi sıkıntılar sebebiyle liseyi de bitiremedin. fransızca'yı öğrenmene abdullah cevdet vesile oldu. onun da etkisiyle gençliğin üzerine pozitivizm ve materyalizm hakimiyet kurdu, kendi kendine başka alanlarda kitaplar da okudun. hayatın boyunca da böyle devam etti. bir ara derülbedayi'ye (şehir tiyatroları) girmek istedin de kazanamadın. (muhsin ertuğrul'la orada sınıf arkadaşı olduğunu söyleyenler de var.) öğretmenlik yaptın, çeşitli devlet kurumlarında çalıştın. abinle gazete çıkarttın. eleştirmenlere göre edebi değeri olmayan eserlerini (arsen lüpen'den ilham aldığın cingöz recai gibi) server bedi adıyla yazdın. bergson'u, rousseau'yu pek severdin. valery'ye de hayrandın. nazım hikmet'le birbirinizi pek severdiniz fakat o komünist sen liberalist olunca anlaşamadınız, aranız açıldı. otuzların başında rasyonalist oldun, bir doğu-batı sentezi tutturdun. sonra sana kemalist milliyetçi de dediler.

"yaşlanarak değil, yaşayarak tecrübe kazanılır; zaman insanları değil, armutları olgunlaştırır." sözünü çok sever inanırdım. sen de çok yaşadın sonra en güzel romanlarını yazdın. kırk dokuz yaşındaydın annen öldüğünde. sonra da nebahat'la evlendin. bir ara seni faşist ilan ettiler. sense o dönem mistik konulara ilgi duymaya başlamıştın. demokrat partiden hazzetmiyordun, sonra cumhuriyet halk partisine de küstün. büyük doğu'da da yazdın ama necip fazıl'la da geçinemedin. menderes'le iyi ilişkilerin yüzünden darbeciler de sevmedi seni. yalnız sen değil hayatındaki bütün sevdiklerin hastalıklardan boğuştu, iki kardeşin ve annen hastalıktan öldü. eşin felç kalmıştı, öldü. oğlun da hayatını bir hastalıkla kaybetti. oğlunu kaybetmeye dayanamayınca beyin kanaması geçirdin sen de öldün. bense bütün bir sene haftasonları edirnekapı şehitliğindeki mezarının yanından geçtim ama bir fatiha okumadım sana.

hayır hayır, mektubum daha fazla trajik bir hal almamalı. hepimiz zaten ölüyüz. çocukken senin romanlarından çok etkilendim, psikolojik tahlillerinden ve her çocuk gibi dokuzuncu hariciye koğuşunun verdiği ıstıraptan ürktüm. sonra büyüdüm, makalelerini de okudum, kafamı çok kızdırdın. bir tereddüdün romanı'nı lise üçte okumuştum galiba -ya da o yaz- ve benim için en özel anlamını orada kazanmıştın. zirveni yaşadın, sonra düşüşe geçtin. yeniden okuyunca romanlarını eski hayranlığım da kaybolmaya yüz tuttu. şimdi yalnızız'ı okudum yeniden. biz insanlar'ı, matmazel noraliya'nın koltuğunu da okuyacağım yeniden. (ama acelem yok, belki on yıllık bir hedef bu.) bir de nazım'ın üç kez okuduğu dokuzuncu hariciye koğuşu'nu elbet. en son bir tereddüdün'ün romanını. ve defteri kapatacağım.

ikinci kez okunacak kadar değerli misin gerçekten de? bilemiyorum.  ama seninle ilgili merak ettiğim çok şey var, neden mutaassıp olarak etiketlenmek seni bu kadar üzüyordu? tıbbı bu kadar iyi bilmen nedendi (bütün o hastalıklar mı?), ya modern fiziğe olan ilgin? peki kadınlarla sorunun neydi? bazıları seni çok sevdi, seviyor, hayranlar, dostoyevski'yle karşılaştırıyorlar. bazıları nefret ediyor. fikirlerinden bağımsız estetiğine hayran olanlar da var. bense seni tahlil etmeye çalışıyorum şimdi. ne kadar benziyoruz mesela? sandığım kadar farklı mıyız gerçekten de? görüyorsun ya, sorum çok. cevaplarını bulana kadar birlikteyiz.

gözlüklerinden öperim

-yağmur