Salı, Temmuz 29, 2014

Haziran'da Okuduklarım


Temmuz bitmeden önce yayınlayabildiğime şükür diyelim. :D “Geçen Ayın Kitapları” ismiyle başladığım bu yazı dizisinin adını değiştirdim, sıradan olsun bizim olsun. :’)

EVA WEAVER, KUKLACI ÇOCUK

“Palto dikildiğinde on iki yaşındaydım. Terzimiz ve çok sevgili arkadaşımız Nathan, bu paltoyu 1938 senesinde, Mart ayının ilk haftasında büyükbabam için dikti. Şehrimizin özgürlüğünü yaşadığı son haftaydı, bizim de. Hayatın en zor anında bile bir umut vardır. Ve bazen bu umut, küçük bir çocuğun yüreğine en yakın yerde hayatı selamlamayı bekleyen bir kuklanın verdiği umuttur.” 
Büyükbabası Varşova gettosunda hayatını yitirdiğinde Mika'ya kalan yalnızca onun muhteşem paltosu değildi, aynı zamanda içi sırlarla dolu bir hazine de onun olmuştu. Mika, babasını kaybeden hasta kuzenini, daracık bir odada yaşamaya mahkum edilmiş komşularını eğlendirirken, kendini kukla gösterilerinin ortasında buluverir. O artık bütün gettonun yüzünü güldürmeyi başarabilen, aşık olduğunda yüreği kelebek gibi kanat çırpan kuklacı çocuktur. Ancak bu güzel tablo, bir Alman askerinin karşısına dikilmesi ve onu gizli bir hayatın içine çekmesiyle yerle bir olur. Yüreğinize dokunacak, sizi alıp uzaklara götürecek ve döndüğünüzde asla eskisi gibi hissetmeyeceksiniz. Savaşın acımasız yüzüne rağmen küçük mutlulukların aslında ne kadar büyük ve değerli olduğunu anlamanızı sağlayacak bir eser.

(Tanıtım Bülteninden)

İkinci dünya savaşını konu alan bir eser daha. Gerçekten bu konudan bıksam da güzel bir kitap olduğu gerçeğini inkâr edemem. İlk bölüm tipikti, ikinci bölümün varlığını gerçekten sevdim. Sadece tek bir açıdan yaklaşmamış olması hoşuma gitti. Eğer bu konuyla ilgili bir kitap okumak istiyor ama sürükleyici olmasına da önem veriyorsanız tavsiye ederim. Ama bendenseniz gerek yok. Güzeldi ama orijinal değildi çünkü.


RASİM ÖZDENÖREN, KAFA KARIŞTIRAN KELİMELER

Bir arkadaşımdan alıp başladığım kitap o kadar hoşuma gitti ki yarısını okuduktan sonra kendime bir tane alıp öyle devam ettim. Masa başında okumanın daha iyi olacağını düşünüyorum. Tembelliğimden not alamasam da aklımın bir köşesine yazdım. Oldukça sık kullandığımız ama göründüğü kadar masum olmayan kelimelerden tutun, derinliği hala tartışılan pek çok kelimeye yer vermiş. Bakış açılarımız da benzediği için değmeyin keyfime. :D Sırada hangi kitabı var merak ediyorum çünkü benim neyi ne zaman okuyacağım pek belli olmuyor.

AHMET MUHİP DIRANAS, ŞİİRLER

Dıranas’la öyle köklü bir ilişkimiz yok açıkçası. Ablamın kitaplığını karıştırırken buldum, ilgimi çekti, aslında babamın kitabıymış. Hatta öyle bir şekilde oldu ki… Kitabı öylesine açtım, gözüme çarpan ilk dörtlük beni şoka uğrattı. Ben bu dizeleri ezbere biliyor, lakin sahibini tanımıyordum. Aklıma araştırmak da gelmemişti.

“Titrek bir damladır aksi sevincin
Yüzünün sararmış yapraklarında
Ne zaman kederden taşarsa için
Şarkılar taşırsın dudaklarında”

Tabi çok etkilendim, hemen başladım. Ama sadede gelelim, Dıranas genelde dörtlük ve heceyi kullandığından çok benim tarzım değil. Yani bana sorarsanız “Ne şair be!” demem. Yine de güzel şiirleri yok mu? Var tabi, sevdiklerim oldu, olmaz mı? Portre, Kar, Kadavra, Yağma (Ümit Yaşar’a yazmış) ve Bitmez Tükenmez Can sıkıntısı favorilerim. Bir de Yağmur, Gül ve Eller var ki onu burada paylaşmak istedim.

Yağmur Gül Ve Eller

Yel yapraklarımı savurur,
Dört yanım yağmurla örtülü;
Güz vaktim gerçek ya, ne yağmur!

Kafamda hep bir uykusuzluk

Ve masamda bir düşler gülü,
Gecenin içinde, soyunuk.

Ve bir düşünce arasında

Ellerim; beyaz, boş ve bencil,
Bu gül’le gece arasında,

Kopmuş gidiyor dallarımdan...

Hayır, başımdan yana değil
Uykusuzluğum, ellerimden.

SEZAİ KARAKOÇ, YİTİK CENNET

Nesir görünümlü şiir kitabı diyorum ben buna. Adam düz yazmaya çalışmış ama becerememiş, buram buram nazım kokuyor cümleler. Edebi değerin yüksek bir eser nasıl olur sorusuna cevaptır Yitik Cennet. Not ala ala okudum lakin kaybetmeyi becerdim.(!) Yine de damağımda kalan bu tadı unutmam mümkün değil. Kuranda ismi geçen peygamberlerin yaşadığı olayları topluma bakan yüzüyle incelemiş Karakoç. Mistik bir öykü halini almış kaleminde ve çıkarımlar o kadar yerli yerinde, o kadar etkileyici ki…  Notlarımın birkaç tanesini ise şimdi buldum.

“Adem'in Adem, Cennetin Cennet olabilmesi için atılan ilk adımdı Havva'nın gelişi.”
“Her çağda, şartlar ne kadar ağır ve umutsuz olursa olsun insanlar için bir Nuh'un gemisi vardır.”
“Bağımsız varlık iddiası yüzünden insana karşı su, celal kamçısıyla kamçılandı.”
“Toprak, gafletti. Sular "hal"di. Gemi "intisab"dı. Cudi Dağı "makam" oldu.”
“En ağır yükü, insanlığın en ağır yükünü omuzladı peygamber. İnsanın var olmak veya olamamak meselesini çözmek istedi.”

HEKİMOĞLU İSMAİL, CUMHURİYET ÇOCUĞU

Bu adamın çok hoşuma giden iki şeyi var; adı ve kurduğu yayınevi. (Ahmet Günbay Yıldız’la birlikte Timaş’ın kurucusudur kendisi.) Yani maalesef kitapları dahil değil. Biraz tarih kitabı okuyormuş gibi okudum bu kitabını, bir kez daha biçimi manaya feda etmiş. Olaylar takır tukur ilerliyor, hızına yetişmek zor. Bir başka kitabını daha okumayı düşünmüyorum, sanırım o yüzden sonsuza dek en sevdiğim kitabı “Maznun” olarak kalacak.

İBRAHİM ERŞAHİN, GİZEMLİ SAYILAR KİTABI

Aslında bu kitabı sene başında ilgisini çekeceğini düşünerek S-ra’ya almıştım ama yine ben okudum. O da okudu biraz gerçi. Neyse, Carpe Diem yayınevinin kitaplarına aşina iseniz bilirsiniz, söyleşi havasındadır geneli, eğlendirir insanı. Arkadaki yazı öyle ama içeriği sıkıcı olmasa da komik de değil onu söylemeliyim. Yine de benim ilgimi çeker sayılar, o yüzden güzel bir eser olduğunu düşünüyorum.

“Bu kitapta okuyacakların sıfırcı matematik hocalarının derste anlattıklarından epey farklı… İşin içinde başka işler var, ey gidim ey…

Mesela 1 sayısı olmasaydı dünyaya gelemeyeceğini söyleyen oldu mu sana hiç? Peki, altın oran olmasaydı, dünyanın eciş bücüş bir şey olacağını… Sevdiğine kavuşmak için düğüne, derneğe değil sadece 4 sayısına ihtiyacının olduğundan haberin var mı? Pi sayısı olmasaydı evinin yolunu bile bulamayacağını, 5 sayısı olmadan hiç bir şeyi görüp duyamayacağını, hele sıfır rakamının yokluğunda sıfırı çekeceğini biliyor muydun? “Cıks” mı?


O zaman hemen bu kitabı oku. Ve kâinattaki her sayının, dünyayı ve insanoğlunu ayakta tutan dengede nasıl da gizlediğini kendi gözlerinle gör.”

OKTAY AKBAL, HİROŞİMALAR OLMASIN

Bu kitap biraz elimde sürünmüş olabilir ama güzel olmadığından değil, onunla birlikte başka kitaplar da okuduğum için. Eskiden bunu çok yapardım, aynı anda sekiz kitap birden okumuşluğum vardır. Sonrasında bırakmıştım, teke tek yapıyordum bu işi. Şimdilerde tekrar başladım iki üç kitapla yapıyorum ama bu sefer, daha iyi oluyor.

Olayın üstünden bir çeyrek yarım asır geçtikten sonra Akbal Japonya’ya, Hiroşima’ya giden ilk Türk gazeteci yazar oldu. Okurken içim sızladı. Şimdi aradan yetmiş yıl geçti ve Japonya çok daha iyi durumda ama bu olayın acısını azaltmıyor. Dahası olabilecekler hakkında da bir şeyler söylüyor. Anlatım fotoğraflar silsilesi halinde gözünüzde canlandırıyor. Kitapta ek olarak Akbal’ın Sovyetler birliğindeki gezilerinde yaşadıkları da var. Türk ülkelerini tanımak için güzel bir fırsat.


AHMET TURAN ALKAN, ALTINCI ŞEHİR

Ben bu adamı gittikçe daha çok seviyorum, sonum hayrolsun.
Tanpınar’ın “Beş Şehir”ini bilirsiniz, orada Sivas’ın olmadığını gören Alkan, altıncı şehir de Sivas’tır diyerek bir eser ortaya koymuş ki yine harika yine harika demek istiyorum. Sivas’ı hiç gezme fırsatı bulamadım, içinden geçmiş olsam da. Sonbaharda inşallah diyeyim, gidip okuduğum yerleri göreceğim. Tabi Alkan eski Sivas’ı yazdığından, o şekilde bulmam mümkün değil, biliyorum. Yine de görmek istiyorum işte.

Yazar, Sivas’ı anlatırken aslında bütün anadoluyu ve geçirdiği değişimi anlatmış. Kimi zaman ben de “Hey gidi günler hey!” diye nostalji yapmadım değil. :D Biraz da içim sızladı çünkü aslında anlatılanların neredeyse hiçbirine yetişemedim. Ve bu hep içinde yaradır bu mesele o yüzden geçiyorum. Yine de şunu söylemeliyim ki kimi zaman canlı üslubu sayesinde hayalen yaşadım kimi zaman da dolaylı eleştirilerine kahkaha attım. Türkçe’yi harikulade kullandığını düşünerek bir kez daha takdir ettim.

YAKUP KADRİ KARAOSMANOĞLU, MİLLİ SAVAŞ HİKÂYELERİ

Bu kitabı aslında iki ay önce falan okuyacaktım. Ama B sağ olsun kitabı kaçırıp, haftalarca getirmediği için bayağı ertelendi. Kütüphanede bir Yakup Kadri bulunca çok sevinmiştim çünkü döneminin en sevdiğim yazarıdır kendisi. Hem üslubu sağlam hem tekniği hem kurgusu…  Ama bu kitapta etkileyici olanlar bunlar değil, hikâyelerin gerçek olmasıydı. Gözlerim doldu zaman zaman, kitap okurken ağlamaya yatkın oluyorum sanırım. Herkesin okuması gereken bir kitap, o zaman yaşananları bilmek belki yeni bir bakış açısı kazandırır bizlere.

GRIGORY PETROV, BEYAZ ZAMBAKLAR ÜLKESİ

Çok ünlü bir kitap olduğundan benim beklenti tavan tabi. Hatta bizim manyakötesi felsefeci bile kitapla ilgili yorum yaptığından iyice bir merak ettim. Sonuç; güzeldi güzel olmasına ama benim beklentimi karşılamadı. Belki de benim okuduğum basımdaki çeviri iyi değildi. Etkilendim diyemem.

“Yazar Grigory Petrov'un çeşitli aralıklarla çıktığı Finlandiya seyahatlerindeki notlardan oluşan eser 1800'lerin son döneminde Finlandiya halkının içinde bulunduğu durumu, cehaletten kurtulmak için bu ülkedeki bir avuç aydının verdiği olağanüstü mücadeleyi anlatır.” –Vikipedi

ALİ FUAT, MARALLAR İNİNCE SUYA

Aslında sadece başlığında “maral” kelimesini görünce balıklama atlamıştım. Ama genel olarak kitabın ismi de güzel tabi. Maral yani geyik, Cengiz Aytmatov’un Beyaz Gemi’sinden sonra ne zaman aklıma gelse etkilendiğim bir hayvan. Ali Fuat da çok etkilenmiş olmalı ki o hikâyeden esinlenip bir kitap yazmış. Açıkçası kötü değildi ama tavsiye de etmiyorum. Bu kadar güzel isimli bir kitabın içeriği de daha güzel olabilirdi.


AHMET HAMDİ TANPINAR, SAHNENİN DIŞINDAKİLER

Aslında bunun son Tanpınar kitabım olacağını düşünüyordum. Çünkü Aydaki Kadın notlardan derlenmiş, yine de kitapevinde görünce, nasıl desem? Kendimi kaybettim? Alıverdim. Henüz okumadım gerçi. Neyse…

Böylece üçlemenin son kitabını okumuş bulundum. Sıralamam doğru muydu? Bilemiyorum. Ama yine de bir kez daha “Mahur Beste”nin adını duymak, hatta Huzur’daki favori kahramanlarımdan İhsan’la olmak güzeldi. Ama yine de nasıl Mümtaz’a vurulduysam bu kitapta da Doktor Cemal’i sevdim. Nuran’dan sonra ise Sabiha’ya bir güzel uyuz oldum. Ki biraz feminist bir yanım vardır, genelde oğlanlara uyuz olurum. :D Neyse, bu sefer konumuz Milli Mücadele döneminde İstanbul. Yani sahne mücadelenin verildiği Anadolu, hikâyenin kahramanları ise “sahnenin dışındakiler” yani İstanbul ahalisi. Yine ve yine çok beğendiğim bir kitap oldu. Finalde Tanpınar’ın üstüne yok, hayran kalıyorum.


AHMET HAŞİM, GÖL SAATLERİ

Haşim’in şiirlerini gerçekten çok seviyorum. Denemelerini de okudum ama Yahya Kemal gibi Haşim de benim için “şair”dir ve de öyle kalacaktır. Nesirde de başarılı olabilirler ama benim için öne çıkan özellikleri hep şiirleri ve şair yönleriydi. Onları bu şekilde bilmek istiyorum. Çünkü gerçekten şiirlerini benim hayatımda önemli bir yer var. Her neyse, Ahmet Haşim’in ünlü “O Belde” şirinden güzel bir bölümle bitirelim. En sevdiğim kısmım olduğunu söyleme gerek yok herhalde.

“Ne sen
Ne ben
Ne de hüsnünde toplanan bu mersa
Olan bu mai deniz
Melali anlamayan bir nesle aşina değiliz
Sana yalnız bir ince taze kadın
Bana yalnızca eski bir budala
Diyen bugünkü beşer
Bu sefil iştiha, bu kirli nazar
Bulamaz sende bende bir ma’na…”

MEŞHUR ŞAİRLERDEN MEŞHUR ŞİİRLER 2

İlk kitapta Tanzimat sonrası şairlere yer verilmişti, bunda Divan Edebiyatı’ndan, Türk Dünyası’ndan ve Dünya Edebiyatı’ndan şairlere yer verilmiş. Ben da favori şiirlerimi buraya yazmak istedim.

Hasan Mercan – Geceyle Birlikte Bir Türkü Daha Ali Üstüne, Tezgâh
İzzet Sarayliç – İstanbul Günleri
Necati Zekeriyya – Anama Soneler (1)
Nusret Dişo Ülkü – Üsküp’e Ağıt
Olcas Süleyman – Fizikçinin Duası
Osman Türkay – Uyurgezer
Özker Yaşın – Yabancı
Resül Hamzatov – Ne Varsa
Lamartine - Göl
Baudelaire – İçe Kapanış
Charles Bukovski – Babam
Herman Hesse – Bütün Ölümler
John Masefield -  Denize Özlem
Jorge Lois Borges - Anlar
Pablo Neruda – Bu Gece En Hüzünlü Şiirleri Yazabilirim
R.M. Rilke – Yalnızlık
Yannis Ritsos – Görülmemiş Bir Çiçek Açma

Pazar, Temmuz 27, 2014

"Omubumu" Mimi

Kadınlar Günü, Güney Afrika

Kendimi Afrikanın yerli dillerinden biriyle konuşuyormuş gibi hissettim "omubumu" yazarken. LoverK beni yine mimlemiş. Çok teşekkür ediyorum bu zevkli mimden dolayı. Yani bu sefer geçen seferki kadar ciddi olmayacağım demek. :D Başlayalım!

Aşk mı bağlılık mı?

Şimdi… Bağlılıktan kasıt ne diye sorarlar adama. Çünkü efendim yıllardan beri bize hep “aşk mı dostluk mu” ya da “aşk mı para mı” diye sorulduğundan böyle bir soruya alışkın değiliz. En azından ben değilim abi. Neyse, ben bunu sadakat diye alacağım ama bu sefer ikinci bir sorun teşkil ediyor. Bana sunulan aşk/bağlılık mı yoksa benim sunmak isteyeceğim mi? Amaaan niye uzatıyorsam, her iki şekilde de sadakat yani bağlılık benim için çok çok çok daha önemli. Bununla birlikte insanlar aşık olmayı biliyorlar da sadık olmayı bilmiyorlar, bu yüzden hep sorun hep sorun. Aşkın sonunun olduğu çok bariz ve biz insanlar sonu olan şeyleri pek sevmiyoruz. :’)

Gurur mu teslim olmak mı?

Duruma bağlı. Kime teslim oluyorum, ne için teslim oluyorum, niye oluyorum? Bunlar önemli. Ama eğer bir konuda gurur yapıp da inat ettiğimi fark edersem o gururu kırmak için teslim olabilirim. Böyle de mazoşist bir yanım vardır. Ama dediğim gibi şartlar çok mühim bu konuda.

Sarışın mı esmer mi?

Bu konuda yaralıyım arkadaşlar, siz de tuz bastınız sağ olun. Bana kalırsa ben sarışın değilim, kesinlikle reddediyorum bunu. Ama diğer insanlar sarışın olduğumu iddia ediyor. Bunca yıldır kabul etmiyorum ve bundan sonra da etmeyeceğim arkadaş. (O sarışın aptal muamelesi tamamen ayrı bir konu, ayak dirememin sebebi başka.) Sarışın, sarı saçlı olan denmez mi? Peki sarı nasıl bir renktir? Muz, sarıdır. Güneş, sarıdır. Şimdi kim benim saçımın muzla aynı renkte olduğunu söyleyebilir ki? Hiç kimse.

Neyse, anlaşıldığı üzere cevabım esmer. Lütfen evlenirsem evleneceğim kişi sarışın olmasın, mor bile olabilir ama sarı olmasın yahu!

Yeşil göz mü mavi göz mü?

Buyur buradan yak…

Şimdi bazı insanlara göre ben mavi gözlüyüm, bazı insanlara göre yeşil. Ama ben mavi olduğunu iddia edenleri duymazlıktan gelip, yeşil olduğunu söyleyenleri bağrıma basıyorum. Mavi gözden hiç hazzetmiyorum, hatta nefret ediyor bile olabilirim, o derece. Başıma ne geldiyse mavi gözlülerden geldi. Yani kesinlikle mavi göz olmadığı açık ve net. Ama yeşil göz mü? Ehhhh. Koyu yeşil olsaydı olabilirdi ama benim favori göz renklerim; bal rengi ve açık kahve. Özellikle bal rengi gözleri olan arkadaşları evimde saklayabilirim. :D

Et mi tavuk mu?

Bu soruya cevap olarak sadece “Ben vejetaryenim,” diyorum.

Karpuz mu kavun mu?

Kelek karpuzdan ziyade kavunu, kabak kavundan ziyade karpuzu tercih ederim. İkisi de iyiyse daha soğuk olanı tercih ediyorum. İkisi de kötü durumdaysa ben bir su alayım.

Altın mı gümüş mü?

Bu ne berbat bir sorudur. Altından tiksindiğimi söylesem abartı olmaz herhalde. O yüzden gümüş diyorum, çok abartılı olmadığı sürece tabi. Yine de biri sarı biri gri, tabi ki gümüş. (Beyaz altın başka bir konu, bunu sormamış arkadaş belli ki.)

Kedi mi köpek mi?

Bu soru bana sorulur mu???
Ben ki sokakta köpek görünce üzerine atlayan bir insanım. (Evet, tam tersi olması gerekiyor .) İkiz kez köpekler tarafından saldırıya uğramış olmama rağmen üstelik. Hani böyle travma falan olmadı. Hala köpek görünce bir anda evrim geçirir, erimeye başlarım. Hani bebek görünce kızlar bir “oyyyy” moduna girer ya, ben de köpek görünce girerim. Yalnız kanişleri köpekten saymadığımı belirteyim, onlardan tiksiniyor bile olabilirim. Bir süs köpeğindense yüz kere bin kere kedi diyeceğim.




Beyaz mı siyah mı?

Ne için kullandığıma bağlı. Giyim söz konusu ise tabi ki siyah ama odamın duvarını boyatacaksam da beyaz olması önemli tabi. Ama genel olarak koyu renkleri tercih ederim her zaman. Hatta açık renklere karşı bir fobim bile olabilir, mümkün.

Yağmur
mu güneş mi?

Geçen bir şeyler karalıyordum da bu konu hakkında da iki satır yazmıştım;

“Güneşi gördüğümde bütün yaşam enerjim damarlarımdan çekiliyor, hayata küsüyorum. Hiçbir şey yapasım gelmiyor, sadece bir an önce gece olmasını ve bu aydınlık(!) dünyadan kurtulmayı istiyorum. Bulutlu, yağmurlu günlerde içim mutlulukla doluyor. Dünyayı kurtarabilecek potansiyeli görüyorum kendimde. Gündüzleri her şey can sıkıcı, her şey çirkin görünürken gece olduğunda aynı şeyler birer mucize halini alıyor. Konuşmak, gülmek, gezmek, eğlenmek hatta ders çalışmak bile benim için cazip hale gelmeye başlıyor.”

Mesajlaşmak mı aramak mı?

Bu soruyu cevaplamak zorunda mıyım ya? Arkadaşlarım okuyor olabilir de çünkü. Ehem hıhım öhöm… Evet, şey, yani… Mesaj yazarken deli oluyorum. Aramayı yüz kere tercih ederim. Ama bazen iyi durumda olmuyorum. O zaman aramak korkunç bir hal alabiliyor. Yani ruh durumuna göre değişiyor ama bence en iyisi buluşup yüz yüze takılmak. :D

Bodrum mu Çeşme mi?

Fazla insanın olduğu her yerden nefret ediyorum. Özellikle bu gibi tatil yerlerine karşı ayrı bir nefretim var. “Tatil” anlayışım da kesinlikle çok farklı üstelik.

Deniz mi havuz mu?

Tabi ki tabi ki tabi ki deniz. Havuz çok iğrenç ya, ben nefret ediyorum diyebilirim. Denizde mis gibi, kayalar, kum, yosunlar ve balıklarla istediğin kadar eğlenebilirsin. Havuz öyle mi? Pffftttt. Küçük yaştan beri yüzüyorum ve denize ölesiye aşık bir insanımdır. Havuz neymiş ya? Bardak gibi. Ufka bakarak yüzmenin, takla atıp yerde kum almanın, kayadan atlarken yoga yapmanın, kuzenini boğmanın, arkadaşın tarafından boğulmanın, ani bir dalgayla bir ton su yutmanın, yosundan tiksinen ablanın üzerine bulduğun bütün yosunları fırlatmanın, yorulduğunda balıklarla iletişime geçmenin, denizden çıktıktan sonra sahilde ateş yakmanın ve orada yenen yemeğin tadı bambaşkadır.


Ha bir de "boğuluyoruuuum" diye bağırıp sahildeki çocukları ağlatmak :D

Omubumu mimimiz burada sona ermiştir sayın seyirciler.
Shirushi'yi, Findingme'yi, Kafadan Kontak'ı, Elysium'u, Zompirya'yı mimliyorum. Lütfen görüüüün! :D

Perşembe, Temmuz 24, 2014

Ki-pat-lar Mimi


Çok... Mükemmel...

LoverK beni güzel mi güzel bir mimle mimlemiş, konumuz kitaplar! Kendisine önce teşekkürlerimi, sonra biraz geciktiğim için özürlerimi sunuyorum.*.*

Ne sıklıkla kitap okursunuz?

Soruyu tam anlamamış olabilirim. O yüzden anladığım iki şekilde de cevaplayacağım.

1-Neredeyse her gün okurum ama bazen iki gün okumayıp üçüncü gün 500 sayfa okuduğum da olur. Demek istediğim her gece yatmadan önce düzenli okuyan tayfadan değilim. Ama genelde günde 100 sayfaya ulaşırım. 
2-Ortalama bir kitabı iki günde bitiriyorum. Ayda on beş kitaba tekabül ediyor.

En sevdiğiniz yazarlar?

Bu soru… Ovvv cidden çok zor bir soru yahu.

Klasiklerden başlayalım, favorim Goethe’dir. Önceden klasik okumaya bayılırdım, son zamanlarda biraz ı-ıh olmuş durumdayım. Moliere’in saçmalığını, Balzac’ın duygusallığını, Voltaire’in alaycılığını, Dostoyevski’nin karamsarlığını, Tolstoy’un derinliğini, Hemingway’in diyaloglarını, Mark Twain’in mizah anlayışını, Hugo’nun coşkusunu, Steinbeck’in vuruculuğunu, Gogol’un burnunu (:D) seviyorum. Zweig’ın intiharlarını, Cervantes’in hayal gücünü, Shakespeare’ın gizemini, Dante’nin dünyasını, Descartes’ın aklını, Lamartine’in şiirlerini, Dickens ve Puşkin’in Yeşilçamlığını, Turgenyev’in akıcılığını, Çehov’un saman altında su yürütmesini, Platon’un direk kendisini, Jack London’ın bakış açısını, Camus ve Kafka’nın sıradışılığını seviyorum.

Modern dünya edebiyatına dönersek o kadar da favorim yok. Richard Bach’ı, Marquez’i, Vasconcelos’u, Paulo Coelho’yu, Haruki Murakami’yi, Amin Maalouf’u, Italo Calvino’yu, Khaled Hosseini’i sayabilirim. Eskiden Dan Brown ve Adam Fawer’ı çok severdim, bu yüzden bütün kitaplarını okudum. Roald Dahl ise çocukluğumun kahramanı ama yetişkin olunca okunmaz diye bir şey kesinlikle yok. Ve okuyan herkesin zihninde iz bırakan Exupery…  Şimdilik aklıma bu kadar geldi.

Türk Edebiyatı’na dönecek olursak… Sait Faik Abasıyanık, Rasim Özdenören, Ahmet Hamdi Tanpınar, Ahmet Rasim, Ahmet Turan Alkan, Ahmet Mithat, Ahmet Haşim, (Ahmet Krallığı)Beşir Ayvazoğlu, Hasan Aktaş, Yakup Kadri Karaosmanoğlu… İskender Pala, Nazan Bekiroğlu, Mustafa Ulusoy, Muallim Naci, Ömer Seyfettin, Sabahattin Ali, Peyami Safa, Tarık Buğra, Cemil Meriç, Hüseyin Nihal Atsız, Yusuf Atılgan, Oğuz Atay, Cengiz Aytmatov…

Öldüm, daha yazamayacağım.

En beğendiğin kitaplar?

Al buyur buradan yak… İnsaf edin yahu. Bunca yazardan bahsettim, her biri için bir kitap yazsam? Oho…. Ölme eşeğim ölme. İyisi mi ben size bu sene okuduğum kitaplardan tavsiye ettiklerimi söyleyeyim. 2014’ten bu yana yani. Çoook sevdiklerimi yazdığımı belirtirim.

Vasconcelos – Güneşi Uyandıralım
Richard Bach – Hipnozcu
Paulo Coelho – Veronika Ölmek İstiyor
Marquez – Kırmızı Pazartesi
Henning Mankell – Rüzgarlara Söyleyen
Aytmatov – Beyaz Gemi
Tanpınar – Huzur
Beşir Ayvazoğlu – Defterimde Kırk Suret
Ahmet Turan Alkan – Üç Noktanın Söylediği


Züğürt Olursam Yaşayacağım Ev..
Bir İhtimal Zengin Olursam Yaşayacağım Yer...

Yerli/yabancı hangi yazarların kitaplarını tercih edersin?

Aslında yukarıda açıkça iki tarafı da okuduğum belli olur. Açıkçası hayatımın çok büyük bir dönemini yabancı yazarlara ayırarak yaşadım. Maalesef evet, buna gerçekten üzülüyorum. Geçen senenin sonbaharında kütüphaneye dadandıktan sonra Türk yazarlara ciddi anlamda dönüş yaptım. Bundan çok memnunum. Hatta onları okuduktan sonra bir daha yeniden çeviri eser okumayı canım çekmiyor. Ama tabi yapacak bir şey yok. Yabancı yazarları terk etmedim ama şuan oyumu kendi edebiyatımdan yana kullanırım. :’)

Bugüne kadar en beğendiğin kitap serisi?

Tabi ki bu sorunun cevabı; Dune.
Yani bloguma adını veren Arrakis gezegeninin, bilinen adı Dune.

Dune, Frank Herbertin (1920-1986) Hugo ve Nebula ödüllerini almasını sağlayan ve tüm dünyada on beş milyondan fazla kopyası satılan 6 kitaptan oluşan bilimkurgu roman serisi;

Arthur C. Clarke'ın ifadesiyle, "Yüzüklerin Efendisi ile kıyaslanabilecek tek şaheser kurgu romandır."

Seri, bütünü düşünüldüğünde insan doğası; din, siyaset ve ekonomi kurumları, liderlik olgusu; erkek, kadın, cinsellik kavramlarına dair muhteşem denebilecek sosyolojik, psikolojik ve felsefi tahliller ve gözlemler içerir.

Bir bilim kurgu romanından beklenmeyecek ölçüde felsefi bir derinliğe sahiptir. Serinin tamamına yayılmış aforizmalar, eserin özenle oluşturulmuş özgün kurgusu ile birleştirildiğinde 3500’e yakın sayfası ile 6 kitaptan oluşan artık dünya çapında bir kült haline gelmiş tek bir eser ortaya çıkar.”

-Vikipedi

Daha çok hangi tarz okumaktan hoşlanırsın?

Aslında sadece kişisel gelişim ve aşk romanları okumayı sevmem. Ama özellikle belirtmem gerekirse psikolojik romanları ve düşünce kitaplarını tercih ederim. Çok fazla olaylı kitapları okumaktan da hoşlanmıyorum çünkü sıkılıyorum. Direk bilgi odaklı kitapları okurken daha çok zevk alıyorum.

En son hangi kitabı okudun?

En son Balzac’ın Albay Chabert isimli eserini okudum. Dedemin kütüphanesinde bulmuştum ama dayımın kitabıymış. Bundan 19 sene önce alınmış ve ancak okunan bir kitap. Sanırım bu eseri artık basılmıyor. Fena değildi ama Balzac’ın daha iyi eserlerini okumuştum. :’)


Benim Yaşamak İstediğim Yer...

Şu anda hangi kitabı okuyorsun?

İlber Ortaylı – Tarihin İzinde
Bayağı geniş bir içeriğe sahip, güzel gidiyor.

Kitap blogları hakkında ne düşünüyorsun? Yeterli mi?

Yüzlerce blog var ne diye yeterli olmasın ki? Kitap bloglarını hem seviyorum hem sevmiyorum. Seviyorum çünkü kitaplar hakkında bir şeyler okumak güzel, sevmiyorum çünkü beni baştan çıkarıyorlar, heveslenmeme neden oluyorlar!

Kitap okumak sizin için ne ifade ediyor?

Cemil Meriç’in kitaplarla ilgili söylediği bir şey var; “Kitap bir limandı benim için. Kitaplarda yaşadım ve kitaptaki insanları sokaktakilerden daha çok sevdim.”

Çok nadiren yalnız kalmama rağmen ben insanlara ihtiyaç duymayan bir yapıya sahibim. Demek istediğim ben kendi kendime, kimseyle konuşmadan görüşmeden iletişime geçmeden yıllarca yaşabilirim. Dünyada kalan son insan olsam mesela hiç sıkılmadan mutlu bir hayat yaşayabilirim. Ailemi ve arkadaşlarımı seviyorum, orası kesin. Ama ben en çok yalnızlığımı seviyorum.

Peki bunları neye dayanarak söylüyorum? Kitaplara… Dünyada insan kalmasa yaşamaya devam edebilirim ama kitap kalmasa acımdan ölebilirim. İnsanlara ihtiyaç duymuyorum. Ama kitaplara duyuyorum. Su içmek ya da uyumak gibi… Bu yüzden önemli.

Ve Sonunda Olacağım Hal...


Vee bitti. Bu mimi güzel bir şekilde yapacağına inandığım Hanijuni’yi, Mitsuki’yi, Alielle’yi mimliyorum. Buralarda mısınız yapar mısınız bilmiyorum. :D

Çarşamba, Temmuz 23, 2014

"Yine Japon Filmi Mi İzliyorsun?" #4

Japon filmlerimize kaldığımız yerden devam ediyoruz sayın seyirciler. Bu part biraz daha dram ağırlıklı. Belki de birazdan daha fazladır. :')

HEAVENLY FOREST (2006)



Ben sadece neşe bulacağım bir film izlemek istemiştim ve kızın görüntüsü de bana öyle bir his verdi. Hepsi yalanmış. Filmin ilk repliğinin ne kadar doğru olduğunu sonra anlayacaksınız. Şöyle başlıyordu: “Çok yalan söylerdi…”

Makoto (Hiroshi Tamaki) vücudunda bulunan bir yara yüzünden bir krem kullanmak zorunda kalmaktadır. Bu yüzden insanlardan uzak kalmış ve asosyal biri olmuştur. Üniversiteye başladıktan sonra kremin kötü koktuğuna inanmaya başlar ve bu konuda ciddi endişeleri vardır. Bir gün asfaltta yaya geçidinden geçmeye çalışan bir kız görür ama trafik yoğun olduğundan bir türlü başarıya ulaşamamaktadır. Makoto ortaokuldaymış gibi görünen bu kıza ilerdeki geçitten geçebileceğini söyler ve böylece Shizuru (Aoi Miyazaki) ile tanışmış olurlar. Shizuru böyle ufak kalmasının nedeninin yeterince gelişmemiş olduğunu ve büyümeye devam edeceğini söyler. Sürekli ileride güzel bir kadın olacağından dem vurur. Bununla birlikte Shizuru’nun da arkadaşı yoktur. İkili yakın arkadaş olur ve birlikte fotoğrafçılık üzerine çalışırlar. Derken bir gün Shizuru ortadan kaybolur ve Makoto da onu aramaya gider. Filmin bundan sonrası sürprizlerle dolu.



Çocuk gülünce Leeteuk’a benziyordu biraz, belki de ben uzun zamandır Teuk’u görmediğim için böyle düşünüyorum. Kızın ise gözlükleri çıkarınca güzel olacağı belliydi zaten, bunun davasını gütmeye lüzum yoktu. Çok büyük beklentiler içine girmeye yok ama güzel bir filmdi.




CALLING YOU / ONLY YOU CAN HEAR ME (2007)



Ryo Aihara (Riko Narumi) sessiz, içine kapanık bir kızdır. Küçükken yaşadığı bir olaydan dolayı diğer insanlarla ilişki kurmakta başarısız olmaktadır. Bu yüzden okulda dışlanır. Ayrıca herkesin telefonu olmasına rağmen Aihara’nın yoktur. Derken bir gün Aihara oyuncak bir telefon bulur. İlginç olan şey bununla iletişim kurabilmektedir. Daha sonra anlar ki aslında telepati yoluyla birileriyle konuşabilmektedir. Bu kısım biraz fantastik olsa da filmi izlerken yadsımıyorsunuz. Karşısında konuşma engelli bir genç olan Nozaki vardır. Shinya Nozaki’nin (Keisuke Koide) en sevdiği şey eşyaları tamir etmektir. Konuşmaya devam ederler ve bu süre içinde Aihara’nın hayatında bir şeyler değişecektir. Peki ya bu iki kişi buluşmaya karar verirlerse?

İlginç olduğunu düşündüğüm için izlemeye başlamıştım ama bir beklentim yoktu. Sonrasında filmi gerçekten sevdim. Ne yazık ki üzdü de ama yine de güzeldi. Birileriyle bu şekilde iletişim kurmak hoş olurdu diye düşündüm. Ağzımı açmaya gerek olmaması hoşuma giderdi. Gerçi sürekli güldüğüm için açılıyor yine ama neyse işte, güzel bir filmdi.

I GIVE MY FIRST LOVE TO YOU (2009)



Yeterince çok film izlemişsiniz sonu bilirsiniz. Baş karakterimiz kalp hastası, bununla başlayalım. Eğer bir filmde hastalık baştan beri biliniyorsa %90 masada kalır ya da başka bir şekilde ölür. Film süresi içinde öğrenirse büyük ihtimalle tehlikeli bir ameliyat geçirdikten sonra yaşamaya devam eder. Yani bu kendinizi hazırlayın demek.

Baştan spoiler verdiğim için çemkirebilirsiniz, hakkınız da var ama filmi herkes izlemiştir diye düşünüyorum nedense. Hem zaten filmin başında doktor diyor yirmisine gelmeden ölecek diye. Karakterimiz olan Takuma’yı Masaki Okada canlandırıyor. (Hanakazari’deki Okada’yı seviyordum ama sonra zırt pırt karşıma çıkmaya başlayınca yeter ulen demiş olabilirim.) Sevimli ötesi kızımız Mayu’yu ise Mao Inoue oynuyor. Hana Yori Dango’da oynayan kız, ben izlemedim ama izleyenler bilir diye söylüyorum.



Ama gerçekten de filmin sonunda ne olacağını bilmenin bir önemi yok. Yine ilk aşkın masumluğu üzerine hoş detayların olduğu, ölmeden önce yapmak istenen şeylerle ilgili etkileyici bir film. Etkileyici diyorum çünkü gözyaşlarınıza hakim olamıyorsunuz. Ben ki odunluğumla ünlüyüm, Mayu’nun “Onegaishimasu, onegaishimasu” diye yalvardığı bölümde salya sümük ağladım. O sahne gerçekten çok iyiydi ve çok acıklıydı. Sadece şunu düşündüm “Dünyada gerçekten böyle şeyler oluyor. Böyle çaresizce, ümitle bekleyen yüzlerce insan var.”

İzlediğim aşk filmleri arasında en iyilerden biriydi. Ama herkese izleyin demeyeceğim, üzülmeye ağlamaya hazırsanız izleyin.




PIECING ME BACK TOGETHER (2010)



Matataki ismiyle de biliniyor. Ve maalesef yine Okada. Dahası buradan ölecek olan da değil, çoktan ölmüş birisini oynuyor.

Izumi (Keiko Kitagawa) geçirdiği bir trafik kazasından sonra hafızasının bir bölümü yitirmiştir. (Buna amnezi denir, beyin kendini bloke eder ve kişiye zarar veren hatıraları siler.) Bu kazada sevgilisi Junichi’yi kaybetmiştir. Onunla ilgili hiçbir şeyi unutmak istemediği için kazanın nasıl olduğunu hatırlamaya çalışır. Yardımcı olması için bir avukatla (Nene Otsuka) anlaşır ve kazayla bilgi sahibi olan herkesle konuşarak parçaları birleştirmeyi dener. Zaman zaman geçmişe dönerek Junichi’yle olan diğer anılarını da düşünür. Peki kaza anında gerçekten ne olmuştur?



Kitagawa’yı daha önce Paradise Kiss’te izlemiştim. Oyunculuğunun iyi olduğunu düşünüyorum ama film sıkıcıydı. Ayrıca unutmasının daha hayırlı olacağı bir şeyi hatırlamak için bu kadar çaba göstermesi… Bilemiyorum. Kesinlikle hatırlanmak isteyecek bir şey değildi.

KARATE GIRL (2011)



Karateyle ilgili bütün filmlerde bu kızı oynatıyorlar galiba. High Kick Girl’de de kendisini izlemiştim ve o film için de bu filmle aynı şeyi düşünmüştüm; komik.

Ayaka (Rina Takeda) babası öldürülmüş ve kardeşi kaçırılmış bir kızdır. Yıllar sonra babasının kemerini isteyen Kazutoshi isimli bir şahıs yetiştirdiği dövüşçüleri bununla görevlendirir. Bu dövüşçülerin arasında en iyisi Natsuki (Hina Tobimatsu), yani Ayaka’nın kaçırılan kız kardeşidir. Bu film Ayaka’nın kardeşini kurtarma ve babasının intikamını alma hikâyesidir.



Klasik bir senaryosu olduğu yetmezmiş gibi filmin kalitesi düşük. Şüphesiz elde olan iki kızımız iyi dövüşüyor. Özellikle Natsuki ama yine de madem elinizde bu kızlar var adam akıllı bir film çekin demek istiyorum. High Kick Girl’den daha iyi olduğu da kesin ama.

ENOSHIMA PRISM (2013)



Filmi çok beğendim. Bu postta bahsettiğim filmler arasında en güzeli buydu. Etkisinden çıkmam kolay olmadı. Gerçekten şaşırdığım bir zaman oldu ki film izlerken bu duyguyu pek yaşamıyorum. Resmen kandırıldım ama çok mutlu oldum gerçeği öğrenince.

Gelelim konusuna… İki yıl önce Shuta’nın (Sota Fukushi) en yakın iki arkadaşından biri ölmüş, diğeri de yurtdışına eğitim için gitmiştir. Her şey Shuta’nın ölen arkadaşı Saku’nun (Shuhei Nomura) ölüm yıldönümü için evine gitmesiyle başlar. Orada bir saat bulur ve saatin kitapçığında bununla zamanda yolculuk edilebileceği yazılıdır. Tabi Shuta buna güler ama sonra öylesine saati takar ve kendini iki yıl öncesinde bulur. Saku henüz ölmemiştir ve Michiru (Tsubasa Honda) da İngiltere’ye gitmemiştir.



Elbette Shuta arkadaşını kurtarmak ister ancak o zamandaki normal hayatını da devam ettirmek zorundadır. Ayrıca kalp atışları hızlandığında ya da yaralandığında aniden günümüze geri dönmektedir. Bir yandan da günümüzde zaman akmaktadır. Bu yüzden her dönüşünde vakit daha da geçmiş olur. Tek sorun bu da değildir, tam olarak ölememiş bu yüzden ruhu okulda hapis kalan bir kızla, Kyoko ile tanışır. Kyoko  (Hanoka Miki) ona geçmişte bir şeyleri değiştirmenin neleri etkileyebileceğini anlatır ve ona yardım eder. Saku’nun hayatını kurtarmanın bedeli tahmin edilemeyecek kadar büyüktür.




Karakterlerin hepsini ayrı ayrı çok sevdim. Shuta biraz Kai’ye benziyordu. Aşktan ziyade dostluk vurgusu ön planda olduğu için benim gözümdeki değeri daha da arttı. Sonunda çok üzülsem de bu kadar güzel bir film izlemekten dolayı mutluydum. Tahmin ettiğimden daha iyi bittiğini de söylemeliyim. Herkese tavsiye edeceğim bir film. Shutaaaaa!