Cuma, Aralık 13, 2019

yedi ve son


hugo simberg en etkilendiğim ressamlardan biri ve giderayak onu paylaşmasam olmazdı
bu tablonun adı "yaşamın akıntısı üzerinde" (1896). bilgenin ve deneyimin sembolü olan günlükleri taşır,
nazik ve kibarca, gündelik bir melankoli içinde ölüme doğru yollanır 

bazı şeylerin bitmesi gerekir. bazı şeyler solarak yok olup gider. bu blog da böyle yavaş yavaş bitti. umarım benim bir şeyler yazmamın sonu da olmaz bu. eğer bir gün bir kitabım olursa burada paylaşırım, belki benim yazdığım bir şeyi okumak isteyen birisi olur. belki de olmaz. umarım olmazsa da üzülmem. her neyse, o zaman kadar zaten fazlasıyla boşladığım bu blogu devam ettirmenin anlamı da yok gibi görünüyor. o yüzden bu işe bir son vermenin vakti geldi. son aylarda sadece okuduğum kitaplardan bahsediyordum ama bunu 1000kitap hesabından ve instagramdan yapıyorum zaten (saydamturp kullanıcı adım ikisinde de.) twitter'da ise gecelerin şantiye şefi olarak bulunuyorum.

bu sene biterken kısaca son sözlerimi de söyleyeyim. yazdan beri okuma aşkım geri geldi ve sonbaharda da yaz kadar bol okuyabildim. az önce senenin 84. kitabını bitirdiğimi farkettim -yani okuma listeme baktıktan sonra- ve mutluyum. 2020'de bunun 120 civarında olmasını planlıyorum ama göreceğiz hayat. yazmaya henüz tam olarak dönememiş olsam da deniyorum, en azından film çekiyorum. ki bir şey yaptığımın göstergesidir bu. yine de bir şekilde bir yerde yazacağımı biliyorum. çizeceğimi de çünkü muhakkak aşırı sıkıcı bir ders oluyor. dünden beri de telefonla arama mesafe koymam gerektiğine kesin kani olup bir uygulama indirdim space diye, günde bir saat bakma izni verdim kendime. önümüzdeki sene de bunu kullanmaya devam edip hayatımda boşa vakit harcamak istiyorsam bunun duvara bakmak olmasını istediğime karar verdim ve işte buradayız. bir diğer mevzu ise my significant other ile ilgili. sanıyorum ki önümüzdeki sene kendisiyle ilişkimizde daha ciddi noktalara ilerleyeceğiz. ailelerin tanışmasıyla işe başlanabilir. sonrası... belirsiz. iki senedir birlikteyiz ve evet sonunda nihayet uzun süreli ilişkinin bugını buldum. ne kendimi ne de onu üzmediğim güzel günlerdeyiz. tabi onun hayatında işlerin iyi gitmesinin de etkisi yok değil.

*siyaset başlıyor*

bunlar olumlu şeylerdi. bir de olumsuz kısım var ki belki bunların hepsini bastırıp gözüme uyku sokmuyor, aklımdan çıkmıyor. hiçbir zaman siyaset konuşmayı tercih etmedim blogda. ama bugün siyaset benim kişisel alanımın tam ortasına taht kurdu. istanbul şehir üniversitesi'nin bir öğrencisi olarak, en azından birkaç cümle kurmak isterim ama kimse okumak zorunda değil. belki haberlerde gördünüz belki de hiç duymadınız. en kısa şekilde, eski başbakan davutoğlu'nun hükümeti eleştirmeye başlaması ve yeni bir parti kurmasıyla birlikte (ki bu partinin alacağı oyun yüzde iki filan olacağı açık) hükümetin karşı atak olarak davutoğlu ile arasında bir gönül bağı bulunan şehir üniversitesi'ni (ki bugün bu üniversiteden kendisine çıkacak destek de yüzde beşten fazla değil) halkbank üzerinden zor duruma soktu (üniversite hesaplarını dondurmak suretiyle). bu da maaşların ödenememesi, bursların verilememesi demek. ama akademisyenler de öğrenciler de derslere ödevlere devam ediyoruz. normal şartlarda bir son sınıf öğrencisi olan ben gururla şunu diyebilirim ki üniversitemdeki eğitimden fazlasıyla memnunum ve okulun kalitesini diğer üniversitelerde okuyan arkadaşlarımda konuştuğumda da teyit ediyorum. asla bu okula geldiğime pişman olmadım, aksine şükrettim. bu yüzden bugün okulumu savunuyorum. ve ülkedeki hukuksuzluk bu boyuta ulaşmışken artık bir silkinip kendimize mi gelsek diyorum? bu blogdaki son yazım böyle olsun istemezdim. ama çok yoruldum çok öfkeliyim çok üzgünüm. hayatımda ilk kez ciddi anlamda yurtdışında yaşamayı düşünmeye başladım. kendi geleceğimden endişe duymuyorum, okulsuz da işsiz de olmaya hazırım ama ben, paul ya da yağmur, bu ülkeye olan ümidimi kaybediyorum.

*siyaset bitti*


tam yedi yıl oldu. ne tuhaf. on beş yaşındaydım bu blogu açtığımda şimdi yirmi iki (matematik akarrr). ergenlikten çıkıp bir genç ve hatta bir yetişkin oluverdim. tabi yetişkin olma koşullarını tartışabiliriz ama ailemden ayrı bir evde yaşıyorum kısmen de olsa ekonomik bağımsızlığım var (dı, bazı siyasi sebeplerden ötürü bursumdan da oldum). bunlar da bayağı bir sorumluluk demek ki beni yetişkin yapan şey bu olsa gerek.

bu yedi yılda çok şey yaşadım gerçekten çok da değiştim. her sene daha duygusal biri oluyorum mesela (ama bunun sonu yok mu? olsun lütfen, herkes içinde ağlamak hoş değil). aşırı asosyallikten kurtulduktan sonra bu aralar yine içime kapanıyorum. gerçekten ne yapacağım hala karar veremedim ama onda bir değişiklik yok. liseye başlarken yirmiden fazla alan gözüme makul görünüyordu, şimdi bu sayı yediye filan düştü ama üniversite bitirmek üzere olan biri için hala çok fazla. neyse, elbet yaparız bir şeyler.

bu blog olmasaydı ben yazdıklarımı insanlarla paylaşmaya başlayamazdım. benim hayatımda büyük bir adımdı, atılımdı. burada tanıştığım insanlar, okuduklarım, bütün o etkileşimler, hepsi çok güzel bir parçası hayatımın. bu yüzden herkese çok teşekkür ederim. burada beni okumuş, yorum yazmış, bir saniyesini ayırmış herkese çok teşekkür ederim.

adamlar - doldum


Çarşamba, Ekim 02, 2019

eylül okumaları

kitapların bir kısmını koyabildim ancak çünkü diğerleri ailemin evinde kaldı

şimdiden özledim tatili. son senem olması gereken ama olmayan bu senede artık okuldan tamamen bezmiş olduğumu anlıyorum. bu hafta kampüs içinde sürmek için bisiklet alacağım, belki motive olurum ajkdsjhksjf (gerçekten çok yorucu oluyor bu arada, bisiklet büyük nimet)

eylül yoğun bir aydı ama verimli okumalar yaptım. Ortalama günde bir seksen sayfa yine sanırım. youtube’dan kitap dinlemek gibi çamaşır asmayı katlamayı eğlenceli kılabilecek bir yöntem buldum. genelde daha önce okuduğum ama pek hatırlamadığım kitapları dinledim: hugo’dan bir idam mahkumunun son günü (tabi ki ağladım) ve hemingway’in yaşlı adam ve deniz’i gibi. turgenyev’den ilk aşk’ı ve zweig’dan olağanüstü bir gece’yi dinledim ki ikisini de sevdim diyemem. ortaokul, hadi arttıralım lise seviyesi olabilir çünkü ben lisedeyken zweig’ı okuduğumda sevmiştim. turgenyev’in babalar ve oğullar’ı da o zaman okumuş bayağı sevmiştim. ileride belki yeniden okurum diye düşündüğüm bir klasik. sıra gelirse tabi.

bunun dışında daha önce yarım bıraktığım bazı kitapları tamamladım ki bunu yaptığım için kendimle bayağı gurur duyuyorum.

bunlardan biri camus’nun sisifos söyleni’ydi. niye yarım bıraktığım benim için de meçhul bazen sadece öyle kalıveriyor işte.  sisifos tanrılar tarafından çok ağır bir kayayı dağın tepesine kadar itmekle cezalandırıldı, her zirveye vardığında kaya aşağı geri yuvarlanıyor ve sisifos da onu yeniden zirveye itmek zorunda. sonsuza kadar bu döngü içine hapsolmuş sisifos mutsuz mudur peki? camus hayır, diyor. 

ben daha önce yabancı ve veba'yı okumuştum ki onları okumuş olmam camus'nun ne demek istediğini anlamamı kolaylaştırdı. camus'nun felsefesi eserleriyle çok iç içe. heidegger ve sartre gibi tanrısız bir varoluşçu olan camus bu kitabında niçin yaşamalıyız, hayat yaşanmaya değer mi, neden intihar etmemeliyiz, başkaldırma neden önemli, uyumsuz uslamlama/akıl yürütme nedir, uyumsuz insan nasıl olmalıdır ve uyumsuz yaşam biçiminin zirvesi neden sanat bağlamında bir yaratımdır sorularına cevap veriyor. not: tahsin yücel'in çevirilerini genel olarak beğensem de bu kitaptaki bazı kavramların çevirilerini kafa karıştırıcı buldum (ulam, kılgısal, saltık vb.). keşke daha yaygın kullanılan eşanlamlılarını tercih etseydi.

yarımlardan ikincisi berger’dan görme biçimleri ki bu kitabı çok sevip ilk essayin üzerine makale bilem yazmıştım. ama sonra niye yarım bıraktım ben de bilmiyorum, zaten başlayınca bir solukta bitirdim. çok çok güzel, sanatla ilgileniyorum diyen herkesin kesinlikle okuması gereken bir kitap.

üçüncüsü pamuk’un kara kitap’ı. bazen sadece doğru zaman olmuyor kitapları okumak için. özellikle ben elime aldığım kitabı en fazla üç günde bitirmek isteyen sonrasında sıkılmaya başlayan biriyim. e öyle olunca da kalın kitaplarda ya adam gibi zaman ayırıp bitireceğim ya da hiiiç girişmeyeceğim. kara kitap’a okul zamanı başlayıp üç günde de bitiremeyince atmıştım kenara. fakat şimdi tatilde kafam rahat başlayınca sular seller gibi aktı. ne kadar eşsiz bir insan olarak kendimiz olabiliriz, bu mümkün mü soruları üzerine kurulu bir roman. pamuk benim çok sevdiğim bir yazar değil zevk meselesi ama romanı nasıl ince ince işleyerek yazdığı apaçık ortada. bol bol da eski istanbul tabi her zamanki gibi.

dördüncüsü ise nietzsche’nin deccal’iydi (anti-christ). yani niçe artık şişirdiği için bir yerden sonra sıkıyor ince bir kitap olmasına rağmen, anladık nefret ediyorsun hristiyanlık ve ona dair her şeyden. hele bazı yerler argümanlar bile yoktu sadece nefret kusma seanslarıydı. o yüzden bu kitabı tamamlamak bile zordu benim için inceliğine rağmen. beni şaşırtan kısmı -bunu duymuş ama okumamıştım- islam’a dair olumlu şeyler söylediği kısımlardı çünkü islam dünyadaki yaşamı ve bedeni evetliyordu.

ve son olarak da tezer özlü’den yaşamın ucuna yolculuk. zamanlama cidden önemli. yarım bıraktığım zaman pek sevmemiştim bu kitabı ama bu sefer hayli hoşuma gitti ve bu intihar muhabbeti biraz şişirse de (bir yandan da camus konuşuyor) keyifle okudum.

Bunların dışında on tane yepisyeni kitap okudum eylül’de.

refik algan - umursamaz uykucu (yky yayınları, 148 sayfa)

sait faik hikâye ödüllü yazarın okuduğum ilk kitabıydı. adını magriette'in tablosundan alıyor: le dormeur téméraire. içinde stoku (story haiku, kısacık öykülere verilen bir isim ben okri tarafından) denilebilecek öyküler ya da metinler olduğu gibi on sayfalık öyküler de vardı. beğenmekle beğenmemek arasında gitgeller yaşadım sık sık. başarılı olduğun düşünsem de duygusal olarak pek etkilenmedim metinlerden. belki daha erken yaşlarda okusaydım daha çok hoşlanırdım diye düşünüyorum.

marcel proust - swann'ların tarafı (yapı kredi yayınları, 430 sayfa)

kayıp zamanın izinde serisinin ilk kitabı. ben bu seriye başlamayı istiyor fakat hakkını veremem diye korkuyordum. acayip yersiz bir korkuymuş, böyle düşünüp başlamaya çekinen varsa derhal başlasın lütfen. aşırı ünlü bir kitap herkes övgüyle bahsediyor o yüzden pek bir şey diyecek değilim. çok çok etkileyici gözlemlerin tasvirlerin, insan psikolojisine ve toplumsal dinamiklere dair çok ince tespitlerin olduğunu söylemeliyim ama yine de biraz abartılmış gibi geldi bana, yani 9/10 luk değildi benim için, 8 makul bir puan olabilir. bir ve üçüncü bölüm çok güzeldi ve inanılmaz aktı. kitabı elimden bırakamadım, bu bakımdan akıcı olduğunu da söyleyebilirim kesinlikle. ancak ikinci bölüm gereksiz uzundu. sonlara doğru bir an önce bitsin bu aşk hikayesi dedim çünkü bence çok fazla tekrar vardı, aynı şeyi değiştirip değiştirip anlattı. sinirlerim bozuldu biraz. ikinci kitabıysa kış tatilinde okumayı planlıyorum. çünkü dediğim gibi beş yüz sayfa ve ben elimde sürünsün istemiyorum.

william shakespeare – macbeth (antik batı, 110 sayfa)

yıllar önce okuduğum zaman değerini anlayamamıştım, belki o zaman tiyatroyla bu kadar ilgilenmediğim içindi. bu okuyuşumda adeta izledim oyunu ve özellikle bazı tiratlar çok etkileyici geldi. tek üzüldüğüm, türkçe çevirisinden sonra orijinalini de okuduğumda fark ettiğim aşırı kötü ve hatta eksik olan çeviriydi. diğer yayınevlerinin çevirilerini de çok beğendiğimi söylemem zor. hiçbir çeviri anlamı tam karşılamıyor çünkü biraz da şiirin doğası bu.

“sanki ağlayan bir ses duydum: 'uyumayın artık!
macbeth uykuyu öldürdü!' -masum uykuyu,
kaygılar yumağını çözen uykuyu,
her günün ölümünü, yorgunlukları yıkayanı"

"methought ı heard a voice cry, “sleep no more!
macbeth does murder sleep”—the innocent sleep,
sleep that knits up the raveled sleave of care,
the death of each day’s life, sore labor’s bath"

susanna tamaro - kökler, yollar ve yitik benler (can yayınları, 104 sayfa)

yazarın yüreğinin götürdüğü yere git isimli kitabı daha ünlü de olsa ben bunu daha çok beğendim. çok çok gençken yazmış olmasına karşın etkileyiciydi. kendini bulmaya çalışan ve bunu kendisinin hiç yaşamamış olduğu ancak aile büyüklerinin oradan geldiğini bildiği bir köye giderek yapmayı deneyen bir gencin geçmişi yeniden çağırdığı düşündüğü, bence yazarın kendisinden çok fazla şey taşıyan naif bir eser. ben hayli keyif aldım.

paulo coelho - the alchemist – (200 sayfa)

evet doğru simyacı, evet doğru yeni okudum. okumaya da niyetim yoktu aslında ablamda ingilizcesi varmış, dedim bir tane de ingilizce çeviri okuyayım. ana hikaye bilindik hatta birçok kültürde farklı hikayelerde geçen bir olay örgüsü var ama ben keyif aldım ve çok da akıcıydı. evet bence de simyacı çok muhteşem olağanüstü bir kitap değil ama gayet tatlı ve okunası.

yiğit bener – öteki kabuslar (can yayınları, 128 sayfa)

kitapçıda hep elim gidiyordu ama cesaret edemiyordum. yazık etmişim. çooook keyifli öyküler vardı, çok severek okuduğumu söyleyebilirim. böceklere adanmış bir sürü hikaye. çeşit çeşit. yazarın kırılma noktası romanını da aldım bir ara da onu okuyacağım. tavsiye edilir.

lawrence durrel – justine (can yayınları, 222 sayfa)

çok uzun zamandır okumak istediğim bir yazardı. sonunda iskenderiye dörtlüsünün ilk kitabıyla başardım. ama belki çok uzun zamandır istediğim için beklenti tavandı ve bu beklentimin karşılanmadığını üzülerek söyleyeceğim. bol bol aşk, cinsellik, bir akdeniz kenti olan iskenderiye’nin güneşli günleri ve başka bir sürü ilginç karakterler konular. başarılı yazılmış olduğuna şüphe yok, anlatım, tasvirler ifadeler inanılmaz şairane. yine de benim tarzım değildi çok. aşk da sıkıyor be bir yeden sonra. 

oğuz atay - oyunlarla yaşayanlar (iletişim yayınları, 90 sayfa)

bu minicik oyunu okuyunca atay’ı tebrik ettim çünkü oynanabilir bir oyun yazmış, sadece öylesine değil yani. ve oldukça etkileyiciydi.

“ey zavallı milletim dinle! su anda hepimiz burada seni kurtarmak için toplanmış bulunuyoruz. çünkü ey milletim, senin hakkında az gelişmiştir, geri kalmıştır gibi söylentiler dolaşıyor. ey sevgili milletim! neden böyle yapıyorsun? neden az gelişiyorsun? niçin bizden geri kalıyorsun? bizler bu kadar çok gelişirken geri kaldığın için utanmıyor musun? hiç düşünmüyor musun ki, sen neden geri kalıyorsun diye düşünmek yüzünden, biz de istediğimiz kadar ilerleyemiyoruz. bu milletin hali ne olacak diye hayatı kendimize zehir ediyoruz. … fakir fukaranın hayatını anlatan zengin yazarlarımıza gece kulüplerinde içtikleri viskileri zehir oluyor. zengin takımının hayatını gözlerimizin önüne sermeye çalışan meteliksiz yazarlarımız da aslında şu fakir milleti düşündükleri için, küçük meyhanelerinde ağız tadıyla içemiyorlar.”

carl gustav jung - dört arketip (metis yayınları, 137 sayfa)

jung’un okuduğum ilk kitabıydı, belki son da olabilir ajhdbkjk. Psikolojiyle çok ilgili olmadığımı söylemeliyim. Ama işte meraktan bir jung’u da okuyalım modundaydım. Aslında keyifliydi denebilir, ben çeviriyi çok beğendim. Yani çok anlaşılır temiz olmuş, bu da okumayı kolaylaştırdı. Farklı farklı denemelerinin derlendiği bir kitap. İlk denemede anne arketipinden bahsediyor ve erkek ve kız çocukta (kızda daha detaylı olmak üzere) anne komplekslerinin olumlu olumsuz nasıl kendini gösterdiğini anlatıyor. İkinci bölüm yeniden doğuşla ilgili, burada önce çeşitlerinden, psikolojideki yerinden sonra da farklı dini mitolojik hikayelerde bunun nasıl yer aldığını anlatıyor. Ancak burada bazı eksik bilgilerini yakaladım Jung’un. Üçüncü kısımda masallarda ruhun hangi değişik biçimlerde ifade edildiğini bunların anlamlarını anlatıyor. Son denemede hilebaz figürü üzerine ki benim az ilgimi çeken kısım bu oldu. Jung’la ilgili eleştirebileceğim çok şey var aslında, bir kere fazla mistik yani bilimden çok fazla uzaklaşıyor. Sonra kendini konumlandırdığı yer şüphe çekici filan filan neyse. Bana ne canım psikolojiciler düşünsün (evet psikolojici, psikolog psikiyatrist ve psikanalist kavramlarını kapsayan bir terim uydurdum.)

muhyiddin şekur - su üstüne yazı yazmak (sufi kitap, 336 sayfa)

Deprem olduğunda bu kitabı okuyor oluşumun da bir anlamı olduğunu hissediyorum. Birkaç gün öncesinde başlamıştım. Uzun zamandır sufizme önyargılı olduğum için okumak istediğim -kendimi aşmak anlamında- ve önyargılı olduğum için de okuyamadığım canımın istemediği bir kitaptı (tam bir paradoks). Ama şimdi anlıyorum ki doğru zamanı şimdiydi, aşkın ne olduğunu hatta uzun süreli bir ilişkinin ne olduğunu bilmeseydim, okuduğumdan pek de bir şey anlamazdım. Her şeyden önce edebi bir tatmin için okunmaz onu söyleyeyim. Mevzunun ne olduğunu merak etmeniz lazım. Müslüman olmuş bir Amerikalının tasavvuf öyküsü denebilir, yaklaşık on yıllık bir süreç ve birçok ilginç şey de öğreniyorsunuz. Tavsiye eder miyim, ilgilisine evet. Dinle islamla mistisizmle tasavvufla ilgilenenlere evet. 

*** 


şuan joyce komasına soktum kendimi dublinliler ve ulysses'i aynı anda okuyorum. bakalım nasıl olacak, okul da başladığı için böyle verimli güzel okumalar yapamayacağım gerçeği üzüyor.

Cumartesi, Ağustos 31, 2019

okumak üzerine gevezelikler ve ağustos okumaları

okunmayı bekleyenler rafım ve okuduklarım


aslında şuan ayın 29’u saat 19.57. ama bu yazıya başlıyorum ki eylülden önce yayınlayayım.
bazı insanların okumak konusunda belli başlı soruları var, kitap okuma alışkanlığı kazanmak, hızlı okumak, daha çok okumak filan. yani bir kitabı neden hızlı okumak istiyorsunuz, onu anlamak ya da keyfini sürmek isteyin. ayrıca bir kitabı ne kadar uzun sürede okursam o kadar iyi hatırladığımı fark ettim.

bazı youtuberların ise değişik düşüncelere sahip olduğunu gördüm. mesela bir tanesi ona bir şey “öğretmeyen” kitabın okumasından yana değil. elbette bir şeyler öğrenmek için kitap okunabilir ama bu kişi romanlardan bahsederken bunu diyor. ilginç. çünkü bir şeyler öğrenmek asıl hedefiyse akademik yayınları takip etse daha mantıklı olur sanki. benim için kurgu okumak asla pragmatik nedenler içermedi, nasıl içerebileceğine de anlam veremiyorum çünkü roman veya öykü okurken ya gerçeklikten kaçmayı ya da keyifli vakit geçirmeyi amaçlarım. hatta ben akademik kitapları bile o yüzden okuyorum ya neyse. yani efendim kitap okumalıyım diye düşünen varsa önce neden böyle düşündüğünüzü düşünün. makul amacınızı keşfettiğinizde de o amacınıza göre kitaplar okuyun.

ben kitaplarla dolu bir evde doğduğum için otomatik olarak kitaplarla önce oynadım sonra da okudum. ama benim okumam hala video oyunları oynamaktan farksızdır. hiç öyle yüce amaçlar filan yok yani, eğleneyim takılayım, dünyayı unutayım. o yüzden insanların benim çok kitap okuduğumu düşünüp bunu iyi bir şey sanması ne bileyim yersiz geliyor bana. zevk için başka bir şey de yapabilirdim ve insanlar beni ayıplayadabilirdi?

bu ağustos uzuuuun bir süreden sonra iyi bir okuma ayı oldu benim için, on beş kitap okudum, lise üçte böyle okuyordum en son, beş yıl geçmiş yani, yirmi iki yaşındayım. ben lisedeyken okulda geçirmem gereken bir sekiz saat vardı ve bu dersleri dinlemeye niyetim yoktu, bu tamamen hocaların suçu bence ama çok rezalet ders anlatıyorlardı yoksa benim sevmediğim ders yoktu dil bilgisi dışında. nitekim üniversitede derslerimi zevkle dinliyorum. lise sonda ise kendi kendime ders çalışmam gerekiyor diye baskı yapıp kitap okutmamıştım. hayatımda yaptığım en büyük salaklıktı herhalde çünkü ders de çalışmayıp bol bol film izlemiştim.

tabi on beş kitap sayı olarak çok olsa da aralarında okunması çok kolay kitaplar da olduğundan aslında büyük bir sayı değil. tahminimce günlük 70-80 sayfadan ibaret ki bu da günde iki saatimi okumaya beeelki ayırdığım anlamına geliyor. her ne kadar sürücü kursunun teorik ve pratik dersleri de biraz zaman almış olsa da daha fazla okuyabilirdim zamanım vardı. ama ben ne yaptım? youtubeda boş videolar izlemeyi tercih ettim çünkü neden olmasın?

yine de iyi okumuşum, bunu da kitaplıkta yaptığım bir düzenlemeye bağlıyorum açıkçası. yayınevine göre dizdiğim kitaplarımın arasında okumadıklarımı ya da yarım bıraktıklarımı en üst rafa dizdim. bu görüntü hiç hoş değildi çünkü altmış kadar kitap vardı!! bunların hepsine para verip almış olmasam da (bir kısmı ablamın dayımın babamın filandı) hepsi okumaya niyet ettiğim ve benim dediğim kitaplardı. gerçekten kitap almamaya çalışıyorum ama kolay değil nitekim gene de bu ay altı kitap aldım -haziran ve temmuzda almamıştım ama onu diyeyim.

ben elimdekiler bitmeden kitap almamak gerektiğine inanıyorum ama maalesef hayatıma pek geçiremiyorum bu düşüncemi. o an ilgilendiğim bir konuyla ilgili kitapları hemen okumak istiyorum ama sonra bir şekilde okunamıyor filan. bunu sorun görmeyen, elbet bir gün okuruz diye almaya devam edenler varsa da ben katılmıyorum. okuyacağın zaman alırsın kardeşim. en azından düşüncem bu, uygulamak için de kendimi zorluyorum işte. kendimi salsam her ay yirmi kitap alırım ve bu da çok saçma olurdu. ama bana hiç kitap almadan hediye kitaplarla geçinenler de saçma geldi. ne okuyacağımı ben seçerim arkadaş. şansa bırakamam.

neyse, işte bence bu beni motive etti. en üst raftaki kitapların birer birer alt raflara inmesi iyi hissettiriyor. bu yarım bırakma meselesi de sinirimi bozuyor, akademik kitapların neredeyse hepsi yarım. 2019’da şimdiye kadar 40 kitabı tam bitirmişim, 15 tane de yarım kitabım var. eylülden itibaren bu yarımları sene sonuna kadar tamamlamak istiyorum. mesela işte bu kitapları bir şeyler öğrenmek için okuyorum ve bilin bakalım kim hayal kırıklığına uğramıyor?

gelelim bu ay okuduğum kitaplara.

rainer maria rilke - malte laurids brigge’in notları

evet bu kitap yine uzun süredir elimdeydi, sahaftan almıştım sanırım. rilke bir şair olduğu için bu romanımsı eser de şiir gibiydi. çeviri olmasına rağmen ne kadar muhteşem ifadeler olduğu ortadaydı. çok beğendim, tabi malte denilen kişi rilke ona şüphe yok. inanılmaz benzetmeler vardı ve zaman zaman döndüğü çocukluk anıları, ailesiyle ilgili detaylar, ve kitabı yazdığı dönemdeki beş parasız hayatı ama bunu ooo bohem takılıyorum şeklinde değil hafif bir eziklik içinde anlatması… çok etkileyiciydi ve ben rilke’nin kendisine de ciddi sempati beslemeye başladım.

samim kocagöz - onbinlerin dönüşü

bu ay okuduğum en kötü kitaptı tartışmasız. o kadar kötüydü ki bir yerden sonra atlayarak okumaya başladım ve biter bitmez koşarak gidip sattım. ayrıntılı bahsetme lüzumu görmüyorum bile.

kemal varol - ucunda ölüm var

benim yazarın asıl okumak istediğim kitabı haw’dı. sonra bir blogda görüp bunu aldım. ana öykü ağıtçı kadın’ın yetmişinden sonra genç kızlık aşkını aramaya çıkıp şehir şehir gezmesi. bu sırada birçok insanın hikayesi de anlatılıyor bölümlerde, hepsi birinci ağız. bazı ağıtçı kadın bölümleriyse hakim bakış açısıyla yazılmış. şimdi kitap genel olarak güzeldi, okuması kolaydı ama açıkçası beklentimin altında kaldı ya. çok çeşitli karakterler olması güzeldi ama ince bir kitap da olduğu için hepsi yüzeysel kalmıştı hatta esas kahraman ağıtçı kadınla bile özdeşleştiremedim kendimi bir okuyucu olarak.  kemal varol hakkında daha fazla konuşmadan için önce haw’ı okuyacağım.

pakistan hindistan öyküleri

anlaşıldığı üzere bir derleme. ben içindeki öyküleri çok beğendim çok da etkilendim. sulugöz bir 
insan olduğum için de hemen her öykünün sonunda gözlerimden yaşlar aktı. yazarların hiçbirini tanımıyorum ve muhtemelen diğer eserlerini okuma fırsatı bulamayacağım için üzüldüm. umarım bu coğrafyadaki eserler de artık türkçeye çevrilir.

stephen hawking - her şeyin teorisi

yine lisede fizikle inanılmaz ilgilendiğim zamanlar almışım, güzel bir kitap, kuantum ve kütle çekim arasındaki uyuşmazlığı bir araya getirme çabasının tarihsel bilgileri de içeren kısa bir anlatımı. bununla ilgili birçok belgesel izlemiş olduğum için pek yeni bir şey öğrenmedim, öğrendiklerim de çok ayrıntı olacağı için hayatımda bana faydası olur mu şüpheliyim bir sosyal bilimci en iyi ihtimalle bir sanatçı olarak. merak edenler bununla ilgili birçok güzel belgesel bulabilir internette.

panait istrati – akdeniz

amin maalouf’un afrikalı leo romanının tadını hissettim. edebiyatta hoşlanan rumen bir gencin sonunda hayallerini gerçekleştirip akdeniz ülkelerine mısır lübnan suriye’ye gitmesi ve orada yaşadıklarını anlattığı bu kitap oldukça keyifli ve akıcıydı. çeşitli işlerde çalışıp genelde pek para biriktirmeyen hemen harcayan hem çalışkan hem de keyfini sürmeyi bilen bir karakter var. bu karakterin istrati’nin kendisi olduğu söylenebilir sanırım çünkü birçok parallelik görmek mümkün yazarın hayatına bakınca. ilk okuduğum kitabıydı ve diğerlerini de listeme ekledim. bu kitabın özeti: bol bol güneş, bol bol nargile, bol bol serserilik.

taha akyol - 101 kitap

bu kitabı yine lise sonda filan almıştım, ilk başta ne diye almışım ben böyle kitaplar okumam dedim ama inceleyince okumaya değer olduğuna karar verip okumaya başladım. ve güzeldi de. benim açımdan içerisindeki kitapların birçoğunu muhtemelen okumayacağım için iyi oldu. bir de taha akyol’un inceleme yazma tarzını çok beğendim, zaten gazetede yayınladığı için fazla uzun değil ama işin özünü yakalamayı ve hatta minik özetler, anahtar noktalar belirleyip onu okurla paylaşmayı çok güzel yapmış. zaten hemen hepsi akademik kitaplar olduğu için bu inceleme yazılarından da birçok şey öğrenmeniz mümkün. bahsettiği kitaplar arasından okumaya karar verdiklerim de oldu, o açıdan da çok güzel çünkü binlerce kitap arasından seçim yapmak kolay olmayabiliyor.

sevinç çokum - onlardan kalan

bu kitabı okumuştum ama hemen hemen hiç hatırlamadığımı görünce bir daha okudum. yine o zamanki gibi gözyaşlarıma hakim olamadım çünkü bence insanlara dair sıradan ama çok da naif çok hassas öyküler. yazarın 1980-87 yılları arasında yazdığı her biri ortalama on sayfalık on altı hikayeden oluşan bu derleme insanları olayları mekanları o kadar güzel ve doğal bir şekilde öyküleştirmiş ki hayran olmamak elde değil. istanbul nostaljisi sevenler için ideal.

ihsan oktay anar - yedinci gün

bu romandan nasıl bahsetmeli bilmem, daha önce puslu kıtalar atlası ve suskunlar’ı okumuştum. ama bu aralarından en beğendiğim kitabı oldu. sayısız dini öyküye göndermelerle yine çok renkli çılgın ve orijinaldi. ihsan oktay anar sevip sevmediğime karar veremiyordum ama bu kitaptan sonra emin oldum diyebilirim. yine ismi ihsan olan -bu sefer ihsan sait- bir karakter var ve gelecekteki aşkına kavuşmak için hava sefinesi yapıyor, ıı.abdulhamit döneminde başlıyor ve sonra ittihatçılar birinci dünya savaşı filan derken olaylar olaylar. şüphesiz herkes gibi ben de anar’ın olaylara insanlara durumlara hiç düşünmediğim şekilde bakmasını yorumlamasını çok seviyorum. bu ay en sevdiğim üç kitaptan biri buydu.

necip fazıl kısakürek - kafa kâğıdı

aslında bu kitabı okumam ilginç oldu çünkü necip fazıl’ı umursamam. yani fikirlerine katılmadığım insanlara genel tepkim budur. bu kitabını ise lisedeyken almışım, öyle bir bakayım dedim elden çıkarmadan önce. 78 yaşında hasta yatağında yazdığı bu otobiyografik eserinden çok etkilendim. yirmi yaşına kadar olan çocukluğundan gençliğinden bahsediyor, bilhassa çocukluk. babası deli fazıl diye bilinen çılgın bir herifmiş, on yedisinde bunu ancak evlilik adam eder diye on beş yaşında bir kızla evlendirmişler. dedesi necip’i çok seviyormuş, boyuna şımartmış yani. ancak kendi babasıyla pek yakın değil çünkü onun tarafından pek ilgi alaka görmemiş, zaten sonradan annesini boşayınca da annesiyle kalan necip babasını görmemiş bile. çok ufakken yaptığı bazı haylazlıklar ise film olacak cinsten. samimi bir kitaptı, zaten yarım kalmış, çok geçmeden kısakürek hayatını kaybetmiş.

henry bauchau - çevre yolu

ayın favori üçlemesinin bir diğeri de bu romandı. bauchau’nun daha önce mavi çocuk isimli romanını okumuştum, o kadar çok sevmiştim ki bir daha okumuştum. kendisi çok çok az bilinen bir yazar, bu durum beni oldukça üzüyor. diğer kitaplarını okumada ise niyeyse o kadar aceleci davranmıyordum. bu kitap da bayadır elimde, o kadar çok beğendim ki diğer kitaplarını da en kısa zamanda okumalıyım dedim. bauchau kariyerine avukat olarak başlamış sonra psikanalist olmuş. bu ölmeden önce yazdığı son roman ki 95 yaşında filan yazmış. roman diyorum ama sanırım kitaptaki bütün olaylar gerçek çünkü zaten bazı kısımlarda bir şeyleri öyküleştirmeye çalıştığından yazmaktan bahsediyor. kitap iki zamanda geçiyor denebilir, bugünde, anlatıcının gelini kanser ve ölüm döşeğinde, hemen her gün onu ziyarete gidiyor. ve 1940larda, anlatıcı ikinci dünya savaşında tanıştığı bir dostuyla, o sırada nazilere karşı direniş örgütündeler ama birlikte yaptıkları şey dağcılık yani tırmanmak. bu dostunun yeniden anımsayıp onun ölümünü düşünürken bir yandan da gelininin ölümle olan yüzleşmesini düşünüyor. yazarın kendisi o kadar hassas ve duyarlı ki… ve o kadar muhteşem bir insan olduğum düşündüm ki açıkçası, bunu nasıl anlatsam bilmiyorum. sanırım okumanız gerek. bazı insanların duygusal derinliği çok başka oluyor, cidden.

sefarad yahudilerinden masallar

minicik bir kitaptı zaten. birçoğunu da birazcık farklarla okumuştum başka yerlerden. uzun süredir aynı toprakları paylaştığımız için olsa gerek masallar hepimizin olmuş. ilk hikaye dışında çocuğuma okuması için verebileceğimi düşündüğüm bir kitaptı, ilki çocuklara uygun mu bilemiyorum. orayı keserim herhalde akjhdkfsjhdj

haydar ergülen - üzgün kediler gazeli

haydar ergülen’in bana imzaladığı bir kitaptı, o zaman yazdığımdan bahsettiğim için “senin de şiirlerini ve öykülerini okumayı bekliyorum” demiş. ben şiir yazmıyorum ama o öyle anlamış demek ki. bir de mailini yazmış. şimdi farketmiş olmam kötü ama zaten ne yazabilirdim ki? belki bir gün çok iyi bir hikaye yazarsam olabilir. neyse. asaf halet dışında bütün şiirlerini sevdiğim bir şair yok. bu kitabın içinde de çok beğendiğim şiirler de oldu ama hepsi değil tabi ki. eşine yazdığı şiiri çok sevdim:

idiller gazeli

gözlerin yağmurdan yeni ayrılmış
gibi çocuk, gibi büyük, gibi sımsıcak

sen bir şehir olmalısın ya da nar
belki granada, belki eylül, belki kırmızı

gövden ruhunun yaz gecesi mi ne
çok idil, çok deniz, çok rüzgar

çocukluğun tutmuş da yine aşık olmuşsun
sanki bana, sanki ah, sanki olur a

aşk bile doldurmaz bazı aşıkların yerini
diye övgü, diye sana, diye haziran

heves uykudaysa ruh çıplak gezer
gazel bundan, keder bundan, sır bundan
gözlerin şehirden yeni ayrılmış
gibi dolu, gibi ürkek, gibi konuşkan

hadi git yeni şehirler yık kalbimize bu aşktan

hüseyin nihal atsız - ruh adam

bu roman ufak tefek değişiklerle edebi bir eser olarak çok başarılı olabilirmiş. kurgu çok iyi içerik karakterler olaylar çok orijinal. cidden etkilendim, bu adamın nasıl bir kafası var çok iyi lan dedim. ama teknik bayağı kötüydü üslup filan ağlıyor. böyle güzel bir konuyu harcadığına üzüldüm yani. ideolojik olarak zaten klasik atsız yani başkahraman kendisi desem yalan olmaz. ana hikaye de şu askerlikle kafayı bozmuş bir yüzbaşı kralcı olduğu için askeriyeden atılınca perişan olur. sonra karısının lisedeki bir öğrencisine aşık olur. sanırım gerçekmiş, eşi bedriye atsız'ın bir öğrencisi kitaptaki gibi evlerine gelmiş bizim nihal de buna aşık olmuş filan filan. yine de kitapta farklı fikirlerden adam ve karakter var çok renkli, gerçekten beğendim o noktaları, özellikle yek tam bir ihsan oktay anar karakteriydi. kitabın esas sorusu da vatan millet harp gibi büyük meseleler varken nasıl olur da aşk hepsinden ağır basabilir? yüzbaşı selim ve kralları bunu anlayamıyor. buraya bir erkin koray – krallar

kazuo ishiguro - değişen dünyada bir sanatçı

öbürlerinin deneyecek cesaret ve irade gösteremedikleri bir konuda başarısızlığa uğradıysanız, sonradan hayatınızın muhasebesini yaparken bununla teselli bulmalı, hatta derin bir hoşnutluk duymalısınız.”

o kadar beğendim ki ıshiguro'nun bütün kitaplarını okumaya karar verdim. aslında 'beni asla bırakma' ve 'gömülü dev'i okumuş ve özellikle gömülü dev'i çok beğenmiştim ama bu romanı yazmış olması bir insan olarak da ıshiguro'ya saygı duymamı ve daha çok sevmemi sağladı. 32 yaşındayken yazdığı ikinci romanı ve ihtiyar bir ressamın ağzından yazılmış. bence karakter o kadar samimi doğal gerçekçiydi ki otobiyografi olsa bu kadar olurdu, inanılmaz başarılı.

değişen dünya da çok güzel ama ingilizce ismindeki floating world romana daha uygun ve daha şiirsel ve daha farklı göndermeler içeriyor. kitap yaşlı bir ressamın bugün yaşadığı olaylarla geçmişi anımsamalarını ardı ardına veriyor. ikinci dünya savaşı öncesinde kahraman olanların savaş sonrasında nasıl bir suçluya, özür dilemesi hatta toplumun ondan intihar etmesini beklediği birilerine dönüştüğü bir dünyadayız. aynı almanya'da yaşananlar gibi. ressamımız da savaş öncesinde milliyetçi vatansever duygularıyla oldukça politik ve nüfuzu da olduğundan toplumda etkili biri. ancak savaş sonrası gençlerde kendi nesline karşı büyük bir nefret kin öfke olduğunu görüyor ve buna çok anlam da veremiyor. kendisinin bazı yanlış şeyler yapmış olsa da niyeti iyi olduğu için utanılmayacak bir geçmişi olduğuna inanıyor. bu sırada küçük kızını evlendirme çalışmaları olduğu için -ve o sırada japonya'da bir dedektif tutularak görüşülen aile araştırılırmış- bu geçmişiyle yüzleşmesi gerektiğini büyük kızının imalarından anlıyor ve elinden geleni de yapıyor. kızlarına gerçekten çok sinirlendim, babalarına gerçekten kötü davrandılar. her neyse, sanırım ıshiguro kendisi ingiltere'de büyüdüğü için bu eski nesile toptan duyulan nefretin yersiz olduğunu farketmiş çünkü gerçekten de ihtiyar ono o kadar makul bir insan ki. nerede nasıl davranması gerektiğini bilen zeki ve iyi kalpli bir insan aynı zamandan çok yetenekli bir sanatçı, evet bir zamanlar büyük hatalar yapmış olabilir, savaşı desteklememeliydi ama şimdi hatasını kabul ettiği için bu ne ona kin duyulmasını gerektirir ne de bir anda japonya'nın ışık hızıyla amerikanlaşmasını normalleştirir.

yazarın üslubu biçim yöntem ne denirse çok iyi, bütün o yarım hatırlamalar ve anıların başka duygu ve zamanlarla karışmış olabileceğinden bahsetmesi, zihninin dağınıklığı, gerçekten bir yaşlı gibi davranması... bir de üzerine resimle ressamlarla ilgili konular olması, öğretmen öğrenci ilişkisi, toplum için sanat vb. ıyice keyifli oldu. çok çok iyi bir kitaptı, mükemmel, elimden bırakamadım

güzel bir ayrıntı: godzilla'ya gittiler torunla ama filmin adını vermedi.

*** 

ölümcül bir kitap muhakkak okumalısın dediğiniz bir şey varsa alırım bir dal


Cuma, Ağustos 02, 2019

gecelerin şantiye şefi

esao andrews, "petrichor" retrospektifinden
(arizona yereli üzerine yapılmış olduğu için bu çalışmalar petrichor ismi verilmiş, kelime anlamı uzun süren sıcak havadan sonra yağan yağmurun o güzel kokusu. diğer çalışmaları için tık)
ressamın sitesi: https://esao.net/

nasıl olduysa birkaç eski yazıma denk geldim, geldim ama zamanında anlattığım bu gündelik olayları hiç mi hiiiiç hatırlamıyorum. allahım ben nasıl bir hafıza kaybı yaşıyorum. yazmış olmasan yaşadığımdan da haberim olmayacak. lise grubuyla oturduğumuzda bir şeyler anlatırlar ve ben hatırlamazdım ama insan kendi yaşadığını ve sonra da yazdığını unutur mu? okuduğum kitapları unutmama hayret etmiyorum. neyse, biraz boşluk yapayım dedim. bayadır yapmadım.

eskiden çok kitap okurdum ya, lisedeyken zaten ayda yirmi kitap okuduğum olurdu, sonra azaldı azaldı. eh şimdi altı yedi kitap okuyunca seviniyorum. sosyalleşmenin zararları. yani arkadaş edinmiş filan değilim de mevcut arkadaşlarımla daha çok gezip tozuyorum. bir de youtube faktörü var tabi. cidden dipsiz bir kuyu. ben de youtube diyeti yapmaya karar verdim. yirmi dört saati geçti, başlangıç olarak fena değil akdjhjh. zaten sosyal medya kullanmadığım için o konuda bir şey yapmama gerek kalmadı. gerçi twitter açtım geçenlerde, bölüm politika olunca gündemi takip etmek gerekiyor. öyle arada bir bakıyorum işte ama çok nadir. zaten telefonumda uygulama yok. (hesabımı da buraya bırakayım https://twitter.com/antiyeefi1)

sürücü kursuna başladım. bu konuda hayli mutsuzum çünkü ben ne araba istiyorum ne de ehliyet. toplu taşımayla gayet mutluyum. tabi metrobüs kullanmadığım için olabilir bu. bence istanbul yoğun ve kalabalık bir şehir olabilir ve bazen korkunç olduğu da doğru ama işinizi bilirseniz rahatlık için de yaşarsınız, tabi evinizim konumu da önemli sanırım. ben üsküdar'da yaşıyorum ve ulaşım açısından da iyi bir yer, inkar edemem. ama toplu taşıma cidden gelişmiş ve ben mesela daha rahatsa erken çıkıp uzun yolu kullanmayı tercih eden bir insanım. güneşli pazar günleri de evden çıkmayıveririm nedir yani. konu nasıl buraya geldi? ehliyet diyordum, istanbulda arabam olsun zaten istemem, park edecek yer bulma derdi var, trafikte kalsan çekip gidemezsin "kaaptan orta kapıyı açar mısın?" diyemezsin. ya da mesela en basitinden üsküdar'ın daracık sokaklarında kendi evinin önüne bile park edemezsin arabayı. kısacası bu sürücü kursuna aile zoruyla gönderildim.

sınıf gencecik, çalışan olmayabilir öyle diyeyim. bu ne ehliyet merakı. ilk yardım dersi güzeldi, iyice de öğrendim hatta eve gelince hemen annemin üzerinde pratik yaptım -merak etmeyin kalp masajı yapmadım elbette, sadece yapıyormuş gibi. çünkü gerçekten ihtiyaç olabileceğini düşünüyorum. kriz anlarında da anlamsız derecede -ve normalde olmadığım halde- soğukkanlı oluyorum. gerek olmaz da inşallah olursa eğer temel yaşam desteği yapmayı bilmek iyi bir şey. diğer trafik dersi hocamız emekli öğretmen, risk diyemediği için riks diyerek beni içimden güldürdü. boş yapıyor biraz ama el mecbur katlanacağız, devamsızlık hakkı yok. teorik zaten kolay, pratik kısmından biraz korkuyorum. sadece bir kez bir mesire yerinde sürdüm, orada da babam yavaş git yavaş git diye bağırdığı için fazlasıyla gerildim. gerçi izleyenler sürüşümü beğendiler ama bu benim ne kadar stres yaşamış olduğum gerçeğini değiştirir mi? tabi ki hayır.

sonra kitap okuyorum işte, nadiren film izliyorum. daha çok oyun oynuyorum film yerine. assasin's creed 2. 15.yy italya'sında geçiyor ve ben bayağı sevdim. matrix'i andıran bir hikayesi var, anıları yeniden yaratma noktasında. aslında çok fazla oyun oynayan biri değilim, en son baharda skyrim oynamıştım, okul zamanı iyi gelmiyor çünkü insan bir an önce eve gitsem de oyun oynasam diye düşünüyor. şimdi iyi, zaten öyle bir derdim yok. ondan önce geçen yaz ps'de horizon ve uncharted 4 oynamıştım. oyun oynamayı çok seviyorum ve insanların oyuna kötü bir şey gibi muamele yapmasına da hiç anlam veremiyorum doğrusu. roman okumak film izlemekle arasında pek de bir fark görmüyorum. belki benim için öyledir çünkü hepsi yaşama verilen bir ara.

biraz kas yapmak istiyordum ve üç hafta güzel, düzenli spor yaptım. spor dediğim işte esneme sonrası sırt güçlendirme, iç ve dış baldır egzersizleriydi. hepsi toplasanız yarım saat sürüyordu güzeldi. arada da yüzmeye gidiyorum, oh mis. sonra? belimi ağrıttım, zaten sıkıntılı bir belim var. yüzmeye hala gidiyorum ama spora ara vermek zorunda kaldım. açıkçası hayatımda yaptığım ilk spor denebilecek şeydi ve onun da böyle sonlanması acı verici çünkü zihinsel olarak spor yapmaya hiç yatkın biri değilim. belimi de yazlığa el birliğiyle bir duvar yapalım demiştik, orada çalışırken incittim. tabi iş bilmez ve güçsüz bir insan olarak her şeye atlarsam olacağı buydu. ama bu tür işlere de çok hevesliyim. geçen yaz da parmaklıkları boyamıştım mesela, seviyorum fiziksel çalışmayı. elle tutulur bir şey yapıyorsun, makale yazmak gibi değil.

yaz başında dikiş öğrendim, evde de ablamın aldığı ama asla kullandığı bir makine vardı ve kendime birkaç şey diktim. (bir şort-tişört takımı ve iki pantolon) yani mükemmel olmadılar elbette, ilk eserlerim ama giyilebilirler ve bu da yeterli değil mi? hevesim hep vardı ama bu kadar eğlenceli (ve yorucu) olacağını tahmin etmiyordum, müzik eşliğinde saatlerce dikişler uğraşabiliyorum ve sıkılmıyorum. mükemmel bir zihin boşaltma aracı. ayrıca alışveriş yapmayı sevmediğim ve giysiler bana anlamsızca pahalı geldiği için (gerçi anneme gelmiyor ve alınıyor o giysiler, belki benim de maaşım olsa farklı olurdu) kendi giysilerimi dikmek çok güzel olur, üstelik kendi bedenine göre dikiyorsun, mesela pantolon belime tam istediğim gibi oturdu ve bu çok güzel.

bir de yine o aralar deli gibi suluboya yaptım bir hafta boyunca. ama sonra bir balon gibi söndü hevesim, şimdi yine başlarım diye düşünüyorum. ama ne zaman olur bilinmez. gördüğünüz üzere her şeye el atıp hepsini yarım bırakmak kadar başarılı olduğum bir konu yok. şimdilerde tek düşündüğümse bir öykü yazabilmek. öyle uzun zaman oldu ki. bu da tam boşluk yazısı oldu ama bu aralar duygusal açıdan içime kapandım, ne konuşabiliyorum ne yazabiliyorum. bu ısınma olsun.


Perşembe, Ağustos 01, 2019

temmuz okumaları



japonca mas que nada (hiç portekizce'yla japonca'nın benzediğini düşünmüş müydünüz?)

evet hangi motivasyonla yazdığımı ben bile artık bilmiyorum ama buradayım işte. başlıktan gayet anlaşıldığı üzere temmuzda okuduğum kitaplardan ve ağustos hedeflerimden bahsedeceğim.

yevgeny zamyatin - biz

yazarın en ünlü romanı zaten, türdeşlerine çok da benzemeyen bir bilim-kurgu. hemen hemen bilinen tüm popüler sci-fi romanlarına da ilham vermiş; cesur yeni dünya, 1984, mülksüzler... 1921'de yazıldığını düşünürsek zaten nasıl bir baba olduğunu anlarız. romanı birçok farklı şekilde okumak mümkün, yerine göre bir aşk romanı da olabilir sosyolojik bir inceleme de. bir kere isminin "biz" olması bana direk biz - onlar/ötekiler karşıtlığı üzerinden kimlik oluşturma çabasını hatırlattı. içerik de bunu destekliyor. roman birinci ağızdan anlatılan bir günlük olarak kurulmuş, kahramanın değişimi kendini açıkça gösteriyor. modern insanın matematik, düzen, bilme çılgınlığının hangi boyutlara ulaşabileceğini sarkastik bir dille anlatmış çünkü kahramanın övdüğü şeyleri okurken elinizde olmadan ne saçmalıyor bu adam diyebiliyorsunuz. elbette, zamyatin post-modernizmi öngörmediği için şuan romandaki dünyada yaşamıyoruz ama eminim o yıllarda bir gelecek düşleseydik bundan farklı olmazdı.

oscar wilde - vera veya nihilistler

okunması çok kolay bir tiyatro. nihilistler felsefi bir geleneği değil cumhuriyetçiligi ve devrimciliği ifade eder günün rusya'sında, çok olumlu bir imaj çizmemiş wilde, daha çok içgüdüsel hareket eden bir grup. kötü danışmanlar yüzünden despotlaşan ve halktan uzaklaşan çarın oğlu da onlardan biridir. vera ise aslında bir köylü kızı olup erkek kardeşinin intikamı için nihilistlere katılır ve sonra çarın korktuğu isim olur. çar öldürülüp yerine halkı seven nihilist oğlu geçince vera onun öldürülmesini istemez, biraz da aşk söz konusudur ama ne olursa olsun o çardır, cumhuriyet idealinin karşıtıdır. onu öldürme görevi kurada kendisine çıkar. bu sırada yeni çar kötü bakanları uzaklaştırıp, adli suçluları serbest bırakıp, halka temsil hakkı vermekle meşguldür. nihilistlere göreyse en kötüsü iyi bir çar ve reformdur çünkü devrimi geciktirir. (marx'ın fabianism eleştirisine paralel, reformlar mevcut sistemi devam ettirmek içindir, marx ise devrim ister). oyunun sonunda vera yeni çarı öldüremez ve onun hayatını kurtararak rusya'yı da kurtardığını söyleyerek ölür. yani cumhuriyet demokrasi filan gelmez, iyi kalpli bir otokrat gelir.

hilmi yavuz - üç anlatı

ilk anlatı taormina'da hilmi yavuz kendi ütopyasını anlatmış diyeyim biraz da felsefe yaparak. ikinci anlatı fehmi k.'da ise post-modern edebiyat metni nasıl olur onu yazmış. öyle ki derslerinde okutmak için mi yazdı merak ettim -işte size post-modern edebiyatın her özelliğini barındıran bir metin. üçüncü metinde ise yine benzer şekilde baş karakterin hilmi yavuz olduğu "kuyu" isimli bir hikaye. çok beğendim diyemem ama eğlendim kesinlikle. yine de kurguda çok başarılı bulmadım kendisini.

raymond queneau - zorlu bir kış 

yine tahsin yücel çevirili olan zazie metroda romanını çok eğlenerek okumuştum. kendisi oulipo diye bilinen bir edebiyat akımının kurucularından, perec ve calvino gibi ünlü isimler de bu akımda yer alıyor. sınırlı yazma teknikleri kullanan bu romancı, şair ve matematikçiler (evet matematikçi) kendilerinin de yazarken zevk aldıkları ve yeni yapılar ve şablonlar aradıkları bir potansiyel edebiyat peşindeler. oulipo zaten ouvroir de littérature potentielle'in kısaltması, yani potansiyel edebiyat atölyesi. (ouvroir aslında dikiş odası gibi bir şey demek, yazarlar yazma eylemini bir tür dikiş, işleme olarak görüyor diyebiliriz sanırım.) siz de yazmayı denemişseniz farketmişssinizdir, konusu net bir şekilde belliyse yazdığınız şeyin yazması daha kolaydır. sınırların insanın yaratıcılığını tetiklediğine inanıyorlar. neyse biz kitabımıza gelecek olursak başkarakterimiz ikinci dünya savaşı sürerken gazi olup iyileşmeyi bekleyen otuzlarındaki Lehemeau (bu ismin ingilizce karşılığı ise hamlet'miş). bu kitabın satışı tükendiği için sahafta görünce hemen aldım. biraz değişikti, tamam karakterin geçmişi hamlet'inki gibi trajik de, eee? evet adam resmen anti-hümanist ama eee? kibirli ve biraz da sosyopat ama... öyle yani. iyi bir öykü ama bir öykü gibi bitmesini beklemediğim için tatmin olmadım. siz ona göre okuyun. kitabın beğendiğim yanı altmetni çok dolu olmasına rağmen (ince bir novella) yoğun hissettirmiyor, her şey ima ediliyor ama anlıyorsunuz yani. bir de sanırım çeviri kayıpları var çünkü fransız okurlar bazı kelime oyunlardan bahsetmişler. 

jean paul sartre - duvar

dönem içinde aldığım çağdaş felsefe dersinde bir sürü sartre metni okumuştuk, ayrıca ben kendim okumalar yapmıştım. bu yüzden sonrasında bir edebi metnini okumak çok tatlı oldu benim için. sartre'ın geç dönemini seviyorum çünkü bana olgun ve makul geliyor. gençken yazdıklarının biraz fazla iddialı olduğunu düşünüyorum ama bu kadar ünlüyse sebebi de o iddialı olma hali işte, şair ve felsefeciler için bence böyle. gözükara ve fevri olmak gerekiyor, tarihte yeriniz olsun istiyorsanız. neyse, sartre'ın şu ünlü sözü var ya, varoluş özden önce gelir, bunun anlamı şu, bu zamana kadar felsefeciler tanrı fikrinden "kurtulsalar" da öz fikrinden kurtulamadılar ama sartre'a göre bunlar paket halinde satılıyor (buna hiç de katılmıyor ve bence bugün kimse de katılmıyor) o yüzden öz fikrinden de vazgeçmeli.  çünkü diyor, irade anlamayı takip eder, eğer tanrı bizi yaratmayı irade ettiyse demek ki bizim ne olduğumuzu biliyordur. gel gelelim iş böyle değil, diyor. tanrı olmadığına göre bir varlık olmalı ve bu varlığa göre varoluşu özünden önce gelmeli. ki bu da insandır tabi ki. insan doğası diye bir şey yoktur çünkü onu tasarlayan bir tanrı yoktur. insan kendi ne yaparsa odur, bu yüzden hayatındaki her şeyin sorumlusu da odur. hatta ve hatta kendi seçimleriyle bütün insanlığa karşı sorumludur çünkü her seçimiyle insanlığı da şekillendirir. peki bu her şeye izin olduğu anlamına da gelir mi? insanın yaptığı hiçbir kötülüğe karşı bahanesi olamaz. insan özgürlüğe mahkumdur, yalnız ve kimsesizdir. ancak sonraki bir röportajında bu özgürlük işini biraz abartmış olabileceğini kabul ediyor, daha o zaman marx'ı ve freud'u anlayamadığı için bir şeylerin eksik kaldığını kabul ediyor. 

öykü kitabımıza gelecek olursak ancak gelebiliyoruz evet, ilk öykü duvar, tam da bu felsefenin öyküsü. beş hikaye de aslında marjinal tiplerin hikayesi denebilir. son öykü ise bana hesse'nin demian'ınını ve joyce'un sanatçının genç bir adam olarak portresi'ni hatırlattı. ama kahramanımız lucien akıntıya daha fazla kapılan bir arkadaşımız, önce bir freud'a sarıp kendindeki her şeyi odip'e bağlıyor, bir ara acaba ben gay miyim diye bakınıyor, en son anti-semitist oluyor filan. diğer üç öykü de psikopat, sosyopat, şizofrenlerin öyküsü. bence güzel başarılı ve varoluşçu akjdhkjfdh yabancı'yı bulantı'yı sevdiyseniz bu öyküleri de seversiniz.

imre kertesz - kadersizlik

okuduğum en güzel ikinci dünya savaşı romanlarından biriydi, belki en güzeli. sırf toplama kamplarındaki "dehşet"ten ya da "cehennem"den bahsetmediği için, "soykırım kurbanları ile alay edildiği" gerekçesiyle basılmasına izin verilmemiş. kertesz yalnızca on beş yaşındayken götürüldüğü kamplarda yaşadıklarını anlatıyor, bütün açıklığı ve gerçekliği ile. abartı yok, duygu sömürüsü yok. okuyucu dehşeti kendi hissedebilir ama yazar bunu dikte ettiği için değil. romanın kara mizah ya da ironi unsurları taşıdığını da düşünmüyorum, birçok yorum okudum böyle, yazarı anlamadığını düşünüyorum bu yorumların. sadece çok hassas ve derinde olan, açığa çıkmasından biraz da korkulan bir gerçekliğin cesurca dışavurumu. bu yorumların bile cesareti bu dürüstlüğü olduğu gibi kabullenmeye. son sayfalar yazar tam da bunu anlattı aslında. nasıl anlamak istemediğini insanların onu.

“her şeyi, bunu anlamaya çalışmalılardı, her şeyi elimden alamazlardı; bana kazanan ya da kaybeden durumunda olmak, ne neden ne etken, ne yanılan ne haklı çıkan durumunda olmak yakıştırılamazdı. sadece masumiyeti kabul etme durumunda kalmak gibi aptalca bir acılığı yutamazdım.”

gertrude stein - picasso

gertrude hanımefendi picasso'nun portresini çizdiği arkadaşlarından biri. ama pek de özeline inmemiş picasso'nun, bence hemen herkesin yazabileceği bir anlatım olmuş. isterdim ki daha özel daha mahrem şeyler yazmış olsun. ama pislik yapıyorum tabi, kadının yaptığı doğru. daha çok hangi  akımlardan etkilendiği üzerine bir eserdi. stein özellikle picasso'nun herkesin gördüğü gibi resim yapmadığını tekrar tekrar söyledi. yani bunu zaten resimlerine bakınca kolayca anlıyoruz, rahat ol hanım. en sona da bazı önemli eserlerinin resimlerini ve bir iki fotoğraf koymuşlar bitirmişler. biraz öylesine okudum yalan yok, stein'ın yazarlar konusundaki fikirlerine katılmıyorum çünkü dedi ki illa yazar yaşamak zorunda değil ama ressam yaşamak zorunda. kendisi öyle olabilir ama bu genelleme yapılamaz. ben zaten biyografi okumayı sevmem ya, siz bana bakmayın.

stein by picasso


ağustos'ta okumayı düşündüğüm kitaplar şimdilik şöyle:

samim kocagöz - onbinlerin dönüşü
stephen hawking - her şeyin teorisi
rainer maria rilke - malte laurids brigge'ın notları
ihsan oktay anar - yedinci gün
taha akyol - 101 kitap
goethe - italya seyahati
sevinç çokum - onlardan kalan
pakistan hindistan öyküleri
henry bauchau - çevre yolu
haydar ergülen - üzgün kediler gazeli

bakalım, hedefi biraz yüksek tuttum ama bilemiyorum ne olur

Pazar, Haziran 16, 2019

hayatımdaki değişiklikler

Arik Brauer, The Rainmaker of Mount Carmel, Vienna 1964

diye sormuştu sel, geçen lise grubu oturıyorduk. hayır dedi wpos, hala aynı bokuz. aynı anda evet, dedim bense. değiştik. gerçek bu, özümüz değişmemiştir, dedi sel. öz ne ki? ben bazı değerlerin evrenselliğine inanırım ama bunun dışında ne kişiye ait bir ortak öz ne de bütün insanlığa, inanılası gelmiyor. neden korkuyoruz değişmekten? apaçık bir farklılık gözler önünde, neden buna rağmen "özüm aynı" diye düşünmek istiyoruz bilmiyorum. yani gerçekten bilmiyorum. insan kim olmak isterse o olur.

tatlı bir giriş şarkısı

dört yıl evvel, hazırlık okurken gittiğim film akademisindeki senaryo hocası bir şeyler yazdırmıştı bize. şimdi onu görünce ne kadar değiştiğimi bir daha anladım. on yedimde kendimi bulduğumu, bundan sonra pek değişmeyeceğimi sanıyordum. büyük değişimler yok elbette yine de ama nasıl ölçeriz bilmiyorum.

hayatımda değişiklik yapan insanlar:

buna cevabım ortaokuldaki matematik öğretmenim ve babam olmuş. çok ilginç. evet lise dönemimde hocamın bana söyledikleri kafamda yankılanıp duruyordu ama yıllar geçtikçe onu tamamen unuttum. babam cevabı daha da ilginç çünkü evimizde baskın ebeveyn hep annem olmuştur. ama belki babamın pasifliğinin beni etkilediğini düşünmüş olabilirim. yine de bu çok dolaylı. karakter olarak ona benzediğim için belki bu çıkarımı yaptım.

şimdi herkesin yanına eklenecek birisi daha var elbette. aşık olmak değil sadece uzun süreli bir ilişki ve tabi ki o kişi hayatımı çok değiştirdi şüphesiz.

hayatımda değişiklik yapan keşifler:

"mutlu olmayı öğrendiğimi fark etmek, kim olmak istediğimi fark etmek, aslında kendimi sevmediğimi fark etmek" yazmışım.

mutluluk hala büyük bir keşiftir benim için. hala bazı anlarda durup aslında mutlu olduğumu farketmeye devam ediyorum. ve her defasında o keşif hissini yaşıyorum. ne kadar kötü giderse gitsin işler, o kadar da kötü değil.

kim olmak istediğim de hakeza öyle. ve dışarıdaki değiştiremeyeceğim hayat şartlarını da bir kenara koyarsak olmak istediğim kişiyim diyebilirim. kendimle ilgili sorunlarım ise devam ediyor, bazı konular çözülse de yenileri ortaya çıkıyor. yine de eskisi kadar kendime takıntılı olmadığımı düşünüyorum. boş yapıyorum yani artık, salıyorum. benim ignore kabiliyetlerim çok yüksektir bu arada. duymak istemediğimi duymam, görmek istemediğimi görmem.

bunun dışında yeni keşiflerim şunlar:
ilişkiler çok zoooooooorrrrrrrr
insanın aşık olduğu insanla zaman geçirmesi çok güzeeeeeeelllllll

hayatımda değişiklik yapan kararlar:

"pişman olmadan yaşamak istediğim" yani evet hala bunu istiyorum, bunun anlamı "hiçbir şeyi yapmaktan korkmadan yaşa" demek.
"hukuk değil sinema seçmiş olmam." bu kesinlikle hayatımı değiştirdi. dünyanın en mutsuz insanı olabilirmişim onu farkediyorum. çok şükür sinemayı da politikayı aldığım felsefe ve sosyoloji derslerini de okulumu da seviyorum. üniversite hayatımdan memnunum.
"her şeyin bir süreç olduğu" bununla neyi kastettiğimi anlayamadım ama doğrudur yani dkfjhrfkdjsn

yeni olarak elbette erkek arkadaşım olabilir. ve şuan kesin olmasa da politikadan akademiye devam etmeyi düşünüyorum bu olabilir. (ama çok kaale almayın her ay değişiyor.)

bildiklerim:

"her şarta adapte olunabilir." hala bu bilgimden eminim.
"listeler asla sona ermez." bundan kesinlikle eminim khjfk
"başta kendim olmak üzere asla kimseye güvenemem." sanırım bu bayağı değişti. ama her zaman şüphe içinde yaşayacağımı da üzülerek görüyorum. sadece şimdi bunun üstesinden çok daha iyi geliyorum. at at arkaya atttt! -bundan kaçınmaya çalışmanın en önemli sebebi bu şüphenin sevdiklerime zarar verdiğini görmem.

yeni bilgi: hiçbir şeyi asla yapmam demeyin. aşık olduğunuzda sevgilinizi alıp arjantine kaçın.

inandıklarım:

"duygusal verilen kararların yanlış olma ihtimalinin yüksek olduğu" demişim ama artık buna pek katılmıyorum, yüzde elli elli diyelim. o aralar fazla pozitivisttim. özellikle insanlar konusunda sezgilerimi duygularımı takip etmek iyi oluyor. kendime karşı dürüst olmak, diğer insanlara karşı dürüst olmak. hepsi bir bütün.
"yalnız kalmanın bana acı vermeyeceği ya da vereceği acının beni memnun edebileceği" evet sayın seyirciler burada bir mazoşist kendini ifşa etti. yalnız kalmak bana acı verir. net. noktaaaa. bu kendimle baş başa kalmayı sevmediğim anlamına gelmiyor,  aksine, bayağı seviyorum. ama mutlak bir yalnızlık çok korkunç ve beni de üzer. bunu itiraf etmekten neden bu kadar çok korkmuş olduğuma şimdi anlam veremiyorum. neden bu kadar güçlü ve yetkin olmaya çalıştığımı da bilmiyorum. zayıf olmak aciz olmak başka insanlara ihtiyaç duymak dünyanın en kötü şeyi filan değil.
"insanların beni mutlu edemeyeceği" yalaaannnnnnnnnnnnnn. ediyorlar. sevdiğim insanlarla gayet de mutlu oluyorum. elbette kırılıyorum üzülüyorum. kesintisiz bir mutluluk olmasa da eğer insan beklentilerini değiştirmeyi bilirse sorun yaşamıyor.

yeni inanç: ne kadar sinirli ya da üzgün olursak olalım karşımızdaki insanı seviyorsak onu kırmaktan çekinelim, ona göre konuşalım.

nefret ettiklerim:

"insanları anlayamamak" yani evet bu ciddi bir sorunumdu. hala anlayamadığım insanlar var ama sanırım artık umurumda da değil akjfdfhkd
"insanların beni anlamaması" herkes zaman zaman yaşar bu sorunu, abartmaya gerek yok.
"sevgi konusundaki takıntım" aaah, evet, bu hala var sanırım. gerçi burada sevdiğim insanlara karşı aşırı bağlı oluşumdan mı bahsetmişim yoksa onlardan aynı bağlılığı sevgiyi ilgiyi beklememden mi bilmiyorum ama sanırım ikisi de biraz sorun. yine de nefret de etmiyorum canım o kadar değil

sevdiklerim:

"kendim (yalnızken)" ula ulaaaaaaaaaa... az önce tersini demedin mi oğlum? bu arada kendimi seviyorum artık, başka insanlarlayken de seviyorum. yani sevmediğim özelliklerim elbette var ama bu davranış bazlı. daha doğrusu bağlama göre değişir. büyük harflerle konjonktürel yazalım da kuul görünsün. 
"lise arkadaşlığım" doğru, hala da öyle. sanırım değişmeyen tek şey bu. dahası bunun yanına üniversite arkadaşlığımı da ekleyebilirim. erkek arkadaşımı da elbette. gerçekten çok şükür etmem gereken bir nokta, çok güzel insanlar var hayatımda. 
"rahatlığım" ehehehhe, doğru, hala aynı. okulun ortasında sere serpe uzanabilmemi seviyorum. derste tekerlikli sandalyeye ralli yapmamı, yoldaki ağaçlara tırmanmamı da. 
"sanat ve bilim" bu da zaten değişmez bir şeydir sanıyorum.
yeni sevdiğim şeylerden biri ise ota boka ağlamam. cidden. marvel filmi izlerken ağlıyorum arkadaşlar. bebek videosu izlerken ağlıyorum. acil yardım

genel olarak bakınca gerçekten büyümüşüm onu anlıyorum. birçok kompleksimden kurtulduğumu, iç huzur dedikleri şey varsa yaklaştığımı düşünüyorum. tabi hala birşeyler başaramamış olmanın verdiği bir aşağılık kompleksi zaman zaman nüksetmiyor değil ama olsun. bir itici güç de lazım bu hayatta yoksa yatağımdan kalkmazdım.


ve son



Pazartesi, Haziran 10, 2019

bazı kitaplar



An Allegory (Fábula),  El Greco, 1580–85

neler okuduğumu hatırlamak için spotify listelerime bakıyorum. okuduğum çoğu kitap için orada bir liste oluşturuyorum. buraya okuduğum teorik-tarihsel metinleri yazmıyorum çünkü bunlar hakkında ne diyebilirim emin değilim. kitabın özetini çıkarmaksa anlamlı gelmiyor.

ennn sevdiklerimden coetzee'nin yavaş adam'ını okudum. ilk başlarda biraz sıkıldımsa da sonradan coetzee beni yakaladı ve hızlıca bitirdim. herkese göre bir kitap değil, sabır gerekiyor ve biraz avantgard sevmek gerekiyor sanırım.

murakami ortalama sevdiğim bir yazardı. sahilde kafka, imkansızın şarkısı, sınırın güneyinde batısında... hepsini orta derecede beğenmiştim. fakat koşmasaydım yazamazdım'ı okuyunca edebi kabiliyetini değil ama kendisini çok çok sevdim. çok samimi çok rahatlatıcı bir kitap olmuş. canımsın murakami, bundan sonra romanlarını da farklı bir gözle okuyacağım.

golding'in sineklerin tanrısı meşhurdur. hakikaten de çok farklı bir havası var, mistik değil de böyle ruhani mi desem ne desem. farklı. en son da kule'sini okudum. o da aynı öyleydi. gerçi bu romanında zaten başkarakterimiz bir başrahip, yani ruhani derken "literally" olarak da alabilirsiniz ama benim kastettiğim biçimsel haliydi. hakim bakış açısıyla anlatım var gibi görünüyor ama yok. yani sadece jocelin'i takip ediyoruz, onu biliyoruz, anlıyoruz. yine başta içine girmekte zorlandığım ama ikinci yarısını bir gecede okuduğum bir romandı. çok tuhaf ama adamdaki kule takıntısı size geçiyor yarabbimmm.

mişima'nın denizi yitiren denizci'sini okumuştum. beğendiğimi hatırlıyorum ama o kadar. dalgaların sesi, çok masalsı bir eserdi ama çok tatlıydı. çok güzel bir dünya, biraz tozpembe, biraz akiland ama olsun. arada böyle şeyler de gerek. ve konunun klişeliğine rağmen öyle güzel anlatmış ki mişima, okuyor yani insan. tam bir japon filmi.

platonov'un mutlu moskova'sına felaket bayılmıştım. inanılmaz güzeldi. çukur da öyleymiş. yani anlatamam okuyun muhakkak. inanılmaz ironik bir dil, eşsiz ayrıntılar, hem güle güle hem de içim acıyarak okudum. sscb'nin ilk yıllarında bir grup işçinin öyküsü, onların yanısıra köylülerin ve "devrim" sonrası toplumsal dinamikleri dibine kadar "trol"lemiş platonov.

geçmiş şimdi gelecek, hasan ali toptaş'ın öykü kitaplarından biri. okuduğum romanlarına göre en sevdiğim türk yazar olma ihtimali olan toptaş'ın (büyük ihtimalle o sadece kesin konuşmaktan çekiniyorum) okuduğum ilk öykü kitabıydı. bazı öyküler çok güzeldi, mesela "rüştü adlı bir karınca" "bu kent köyden küçük". esprili şeyleri seviyorum. ama bazı öykülerini de o kadar da beğenmedim be hasanım. üzgünüm. ama bu bana ümit verdi, kendi kötü öykülerim için bir ümit.  


bir blogger vardı, utku yıldırım, kitabı çıkmış, asker daha fazla elliot smith dinlemek istemiyor. onu aldım okudum. yeni yazarlar desteklenir, tabelası asacağım buraya. bazı öyküler çok tatlıydı, bazılarıysa o kadar değil. daha ilk kitabı sanırım. bundan sonrakiler daha da güzel olur diye umuyorum. "ıspanak sevgilim" hikayesi çok güzeldi ama sonuna doğru bozdu. onun dışında "gün" isimli öyküyü beğendim.

yeniden okuduğum üç kitap oldu. ya tamamen unutmuşum ama anlatamam, o kadar üzücü bir şey ki. sıfır hatırlıyorum sıfır. okudukça kafamda canlandılar ama zar zor. böyle olunca da ne diye kitap okuyorum tekrar bir sorguladım. resmen anlık bir zevk benim için, ötesi yok.

steinbeck'in inci'si bunlardan biriydi. önceki okuduğumda biraz üzüldüğümü hatırlıyorum. bu sefer hem koydu hem de etkilendim. çok masalsı, epik bir yanı var. bir yandan da hala çok gerçekçi bir öykü. steinbeck işte, her zamanki gibi inanılmaz.

sait faik'in son kuşlar'ını da ikinci kez okuduğum. sadece çok sevdiğim bir cümle vardı, onu okurken hatırladım. bu blogun sağ şeridinde yer alan "paltomun içinde üşüyen benliğime bir tükürüş tükürdüm" alıntısı bu kitaptaki "yaşayacak" isimli öyküden. belki büyüdüğümden mi bilinmez bu sefer o kadar da beğenmedim. belki diyorum içinden diğer kitaplardaki öyküleri daha güzeldi. ama hatırlamıyorum ki onları da. çok çok az. o zaman çok beğendiğim öyküleri şimdi okusam yine beğenecek miyim? korktum. okumamaya karar verdim. yalnız her zamanki gibi adalara gidesim geldi, yapma bunu sait. insanın canı çekiyor. 

bir de richard bach'ın hipnozcu'su. bayağı unutmuşum okuduğumu, ilk defa okuduğumu düşünerek elime aldım. okudukça hatırladım. güzel bir kitap ama biraz çerezlik galiba. pek etkilenmedim. yaşlandım herhalde.


evet böyle bu kadar
görüşmek üzere

Perşembe, Haziran 06, 2019

çok çok kısa sinema tarihi



uzun zaman sonra bir merhaba demek istedim. ne yazsam seçenekleri arasında kitaplar, filmler, çağdaş felsefe ve kişisel ağlamalarım vardı. şimdilik bunu seçtim, yani başlık fazlasıyla net sanırım. sinema okumayı düşünen varsa, ya da genel olarak sinemayla ilgilenen insanlar için derste izlediğimiz listeyi ve yanısıra birazcık da bilgi paylaşmak istedim. bu sırada müfredatı da biraz gömebilirim ama o kısmı siz çok takmayın.




Birinci hafta sinema öncesi neler vardı onu konuştuk. "The Cinema of Attractions" dediğimiz bir dönemden bahsediyoruz. Aslında benzer şeyler zaten varmış, elbette her şey gibi zınk diye ortaya çıkmamış. Gölge oyunları, magic lantern, cinema obscura, kinetoscope, panorama, diorama vb. O ünlü trenin gelişi filmini izleyen insanların treni gerçek sanıp kaçtığı rivayeti biraz efsane biraz da insanları fazla naif gösterme çabası olabilir. anladık anladık sinema bir devrimdir.

Sinemanın ilk yıllarıyla ilgili tatlı örnekler: 

Uncle Josh 1902
A Trip to the Moon 1902
Life of a American Fireman 1903
Great Train Robbery 1903


Bu haftanın filmi ise bana göre çok bağıntısız, sırf hoca sevdiği için biz de izlemiş olalım diye koyulmuş (bana kalırsa öyle tabi) The Artist filmiydi (Michel Hazanavicius, France, 2011).

Yönetmenin Le Redoutable, 2017 filmini pera sinemasında başka sinema sayesinde izlemiştik arkadaşımla. İkimiz de çok beğenmiştik ama bence ben bir tık daha fazla bayıldım. Biçimsel olarak da senaryo olarak da bir Godard filmi ancak bu kadar güzel yapılabilirdi diye düşünmüş, yönetmene hayranlık duymuştum. Kesinlikle tavsiye ediyor, Artist'e dönüyorum.


Artist filmi sessiz sinemadan sesli sinemaya geçiş dönemini anlatan bir film. Eğer Singin' in the Rain, 1952 filmini izlemediyseniz Artist'ten önce onu izlemenizi tavsiye ederim çünkü yönetmen klasik Hollywood sinemasına da özellikle de bu filme bir selam çakıyor. özgün ayrıntılarla eşsiz bir tat veren sahneler olsa da (rüya/kabus sahnesi gibi) çok da sevmedim, kusura bakma Michelciğim. Ben bir sinema tarihi dersi verseydim bu filmi izletmezdim. 


Not: Sinema tarihindeki ilk film L'Arrivée d'un train en gare de La Ciotat (Trenin Cioatat İstasyonu'na varışı) değil, La Sortie de l'Usine Lumière à Lyon (İşçiler Lyon'daki Lumiere Fabrikası'ndan ayrılıyor)'dur, 1895. 


Bir diğer izlediğimiz film ise Hugo oldu, (Martin Scorsese, USA, 2011). Scorcese sevdiğim bir yönetmen olmadı hiçbir zaman. Shutter Island'ı izlediğimde on beşimdeydim ve o zaman çok etkilemiştim ama şimdi bir şey hissetmiyorum. Hugo ve diğer filmleri için de aynı şeyleri söyleyebilirim: grupla eğlenerek izlenilir. Hugo çocuklarla da izlenebilecek bir film. Ama ne bileyim, benim gözüme felsefe kaçmadı yani izlerken. Keyifle izledim çünkü o anki beklentim sadece kafa dinlemekti. Bana bunu sağladı. Bu kadarlık bir film. Evet, bu filmi de izletmezdim dersimde. 


Üçüncü hafta derse gitmedim. City Lights izlendi. Filmi izlemiş olduğum için direk kendi kişisel görüşümden bahsetmek gerekirse ben de dünyanın çoğunluğu gibi Chaplin'i seviyorum. Hem gülüyorum hem de değerli olduğunu düşünüyorum filmlerinin.  En çok da elbette sosyoekonomik durumunu apaçık göz önüne serdiği için. City Lights'ın başlangıcında modern sanat eleştirisi de güzeldi. Ringe çıktığı sahnede annemle kahkahalara boğulmuştuk. Sinema tarihi söz konusuysa bir Chaplin filmini izletmek şarttır. 



Dördüncü haftanın konusu Alman Dışavurumculuk akımıydı. Nazilerin iktidara geçmesinden evvel ama yavaşça güçlendikleri dönemde duygusal perspektifin gerçekliği şekillendirmesi üzerine kuruluydu. İfade etme biçimleri oldukça abartılıydı. Karakterler genellikle çılgın profesörler, kumarbazlar, suçlular, vampirler gibi marjinalize edilmiş kesimdendi. Oldukça avantgard ve biçimsel bir akım. Filmlere hakim olan karanlık, uzayan gölgeler ve gerçekdışı geometrik şekillerle izleyiciye katharsis yaşatmaktan uzak. Gergin müzikler film boyu devam ederken, sanatsal elementler işlevlerinin önüne geçiyor. En ünlü örnekleri Cabinet of Caligari 1920Metropolis 1927. Bizim izlediğimiz ise bir vampir filmi olan Nosferatu'ydu. (F.W. Murnau, Germany, 1922).

Bir yirmi otuz dakika izledim herhalde sonra çıktım.Yani cidden çok sıkıldım kimse kusura bakmasın. Oyunculuklar filan çok tiyatral, bugün izlemiş olduğum onca filmden sonraaa çekilmezdi. Bence diğerleri için de öyleydi. Yukarıda saydığım özelliklerin tamamını bulabilirsiniz bu filmde. Sınavda çıkmayacağını düşünerek hayatıma devam ettim. Ben Metropolis'i izletirdim dersimde sanırım.


Sonraki hafta Soviet sinemasından bahsettik. Ben de çalışmamı bu hafta üzerine yazmıştım. Filmimiz Battleship of Potemkin (Sergei Eisenstein, USSR, 1925). Montage hareketi ve constructivism, dönemin en etkili akımları diyebiliriz. Hikaye şöyle, Sovyet hükümeti ABD'den gelen her filmin olduğu gibi izletilmesini istemez ve kurguculara bu filmleri bir elden geçirin emrini verir. Bunlar da filmi kesip biçerken anlamları bile değiştirirler zaman zaman. Böyle böyle derken montajın neleri değiştirebileceğini bir filmde anlamın üretilmesi sürecinde ne kadar etkili olduğunu anlarlar. Ünlü Kuleshov etkisi denilen çalışma da bunun bir örneğidir. Olay basit, aynı adam yüzü farklı imajlarla ardıardına gösterilir ve seyirci farklı anlamlar çıkarır.


Eisenstein bu Montage hareketine Hegel-Marx sosu katarak level atlatır. Diyalektiği imajlar arasında bir tez-anti-sentez süreci olarak görür ve anlamın böyle üretildiğini hem yazar hem de çeker. Battleship Potemkin isimli başyapıtında imajların bir araya getirilerek yeni bir anlam üretildiğini sıkça görürüz. Eisentein profesyonal olmayan oyuncularla çalışmıştır ve abartılı oyunculuklar yoktur. İnsanların yüzlerini yakın plandan görürüz, bir "kitle" değildir insanlar, her biri değer taşır. Yanısıra anakarakter diyebileceğimiz birisi de yoktur, topluluğun/komünitenin hikayesidir anlatılan. Yazdığım ödevi buraya bırakıyorum. İngilizce ama zaten özetini yaptım.


Yazı fazla uzun olmaya doğru gidiyor, ben bunun ikincisini ayrıca yazayım.


Cuma, Nisan 05, 2019

bir zamanlar anadolu'da ölüm ve yaşam ikiliği



Bir Zamanlar Anadolu’da, Nuri Bilge Ceylan'ın altıncı uzun metraj filmi Cannes Uluslararası Film Festivali'nde Grand Prix  (Altın Palmiye'den sonra ikinci büyük ödül kabul ediliyor) ödülünü kazandı. Filmin ana temasını belirlemek biraz güç olabilir fakat benim değerlendirmemde bu film, insan ve doğa çatışması bağlamında hayat ve ölüm ikiliğini ironik bir dille anlatıyor.
Ceylan bir röportajında "Hem bizim toplumumuzda hem de batılı toplumlarda ölüm izole edilmiştir." diyor. Filmdeki senaryoyu ele aldığımızda ilk başta detektif hikâyelerine benzer bir suçun ana çatışma olduğu düşünülecektir. Aslında ironi tam olarak buradadır, aranan kişi katil değil kurbanın cesedidir. Bu kayıp, görünmeyen, gömülü ceset (bu sıfatlar önemli) bir grup adam tarafından gecenin bir yarısı, uçsuz bucaksız tepelerde aranıyor. Şöyle bir yorum getirmek mümkün; ölüm, toplumsal kodlar ya da günlük yaşam rutinleri tarafından bastırılmış durumda.
Temsilleri bu bağlamda inceleyecek olursak, filmin büyük bir kısmı gecede geçiyor, birçok kültürde karanlık ölümü, bilinmeyeni ve bilinemeyeni temsil eder.  Gündüz ve ışık ise bilineni, bilgiyi temsil eder. Mesela aklın, bilimin ve medeniyetin çağı kabul edilen aydınlanmayı ele alalım. Işık ve aydınlık bize bunları hatırlatır. Elbette bütün bunların kurulmuş, inşa edilmiş semboller olduğunu unutmamak gerek. Filmden örnek verirsek, kocaman karanlık dağlar arasındaki arabaların minik ışıkları doğa ve insan arasındaki mücadeleyi gösteriyor sanki.
Kasabadakiler ölüme daha aşina gibi görünüyor. Arap Ali'nin kavunları cesedin yanına büyük bir rahatlıkla çekinmeden koyması hiçbir iğrenme ya da korku hissetmediğini gösteriyor. Ya da muhtarın morg istemesi kokan bedenlerden şikâyet etmesi bile başlı başına ilginç. Belki şehirli diyebileceğimiz daha eğitimli insanların ölümle daha büyük sıkıntıları var, mesela savcının.
Cinayet bizi direk ölüme götürse de filmdeki tek unsur o değil. Filmin boyunca süregiden savcının hikâyesi de aslında ölümle ilgilidir. Savcı geçmişiyle ilgili yalan söylemek istese de yüzünde yara izleri karanlık bir geçmişin ipucunu bizlere göstermektedir. Doktor savcının ısrarlarına karşısında bu ölümün bir nedeni olduğunu ne kadar ısrar etse de, aslında savcının bu denli profesyonelce olmayan tavrı - otopsi yaptırmamış olması- bir başka ironik noktadır. Burada bize gösterilmek istenen durum ise profesyonelliğin ya da rasyonalitenin sevilen birinin ölümü karşısında çaresiz kalmasıdır.  
Köpeği iki kez görüyoruz, ilkinde kurban henüz hayattayken, ikincisinde kurbanın bedeni bulunmadan hemen önce. Siyah köpek birçok kültürde ölümü temsil eder, özellikle Avrupa mitolojilerinde. En ünlüsü Yunan mitolojisindeki Kerberus'tur, Hades'in tazısı. Seyirci köpeği ikinci görüşünde cesedin orada olduğunu anlar.
Yaşam ise hareket eden şeylerde bize sunulmuştur; farları yanan arabalarda, nehir boyu yuvarlanan elmada, rüzgârın uçurduğu poşette. Elektrik kesintisi yüzünden karanlıkta oturduklarında, muhtarın kızı bir kandille gelir, odaya ışık ve hayat getirir, uykularından uyandırır. Ceset sabah bulunur çünkü bilgi ışıkla gelir. Ölen cesedin karşısında yapılan espri (Savcının Clark Gable esprisi) yaşama doğru bir teşebbüstür.
Zaman ve mekân bir filmin sahnesini/dekorunu (setting) incelemede iki temel araçtır. Mekân western filmlerini çağrıştırmaktadır. Çıplak dağlar, uzun yollarla kırsal bir alan “terra incognita” denilen hiçbir yerde olduğumuz hissini veriyor. Canlılık belirtisi bir ses ya da hareket eden bir şey yok. Her yer sessiz ve sakin. Bir çöl gibi, Anadolu stepleri “hiçbir yerinde ortasında” ymışız gibi hissettiriyor.
Filmin ilk seksen dakikası,  gece yerleşim yerlerinden çok uzakta ve bu karanlıkta geçmektedir. Aynı zamanda bilinmezlik, belirsizlik, güvensizlik anlamına da gelen bu “karanlık” pek çok şeyi gizliyor. Yaklaşık on erkekle birlikte kafa karıştırıcı bu yerde bir ceset aramak ironik görünüyor. İşaret, iz ya da tabela yok, ağaç bile yok diyebiliriz. Filmin sitesinde, şu pasaj var: "Kasabalarda hayat, bozkırın ortasında sürdürülen yolculuklara benzer. Her tepenin ardında "yeni ve farklı bir şey" çıkacakmış duygusu, ama her zaman birbirine benzeyen, incelen, kıvrılan, kaybolan veya uzayan tekdüze yollar..."
Film zaman zaman küçük bir kasabada bürokratlar arsındaki güç hiyerarşisi ve onun yarattığını nefreti izletirken bir satirik komediye dönüşür. Bu güç ilişkileri erkekler üzerinde bir baskı da inşa eder. Savcıyı prostat olduğunu ima ederek aşağılarlar, doktor otopsi sırasında kendisinin karar veren otorite olduğunu göstermek ister, bahsettiğimiz Western filmlerindeki erkeklik mitine de gönderme ise bu noktalarda ortaya çıkar.
Peki ya filmde kadının rolü nedir? İlk bakışta önemli bir kadın karakterin olmadığı görüntüsü sizi yanıltmasın. Ne olduğumuzu ne olmadığımız üzerine kurarız. Bir kendilik inşası için bir diğer/öteki fikrine ihtiyaç duyarız. Filmde kadının olmayışı, erkek olmanın anlamını ve önemini de zayıflatır. Bir sürü erkeğin arasında erkek olmanın bir anlamı yoktur.
Kadınların ekranda çok fazla görünmese de film boyunca çok etkili olduklarını görmek mümkün. Bütün çatışmalar kadın merkezlidir; bu durum komiserin sözlerinde de açıkça dile getirilir, doktorun boşandığı eşi, komiserin azar işittiği karısı, savcının ölümüne neden olduğu eski karısı ve elbette onun için cinayet işlenen kadın.
Film noir'daki motiflere oldukça benzer kadın figürleri kullanılmış. Gülizar, kurbanın karısı, sadece suçun merkezinde değil, aynı zamanda yerel bir “femme fatale” olarak adlandırabileceğimiz bir kadındır. Çekici,  baştan çıkarıcı ve gizemli. Gülizar'ın sonlanmasına neden olduğu evlilik bile onun yerel “femme fatale” olarak bağımsızlık talep etmesine uygun görünüyor.
Cemile ise masumiyetin vücut bulmuş hali gibidir. Film noir'daki komşu kızı “girl-next-door” tiplemesine uyar. Bir melek gibi güzel, becerikli, tanıdık, güvenilir. Cemile katile çay verdiğinde, katil ağlamaya başlar. İyilik perisi gibi ortaya çıkan merhametli, ayrım yapmayan davranışından dolayı katilin pişmanlığı yüzeye çıkar ve ağlama bir tür nedametin göstergesidir.
Yaşam ve ölüm, bu iki kadının temsilinde sunulan bir ikilik olarak kendini gösterir. Gülizar, yerel “femme fatale”, cinayetin sebebidir ve ölümü getirir. Cemile ise yaşamdaki masumluğu, gençliği ve saf bir güzelliği sergiler.
Işıklandırma da iki zıtlığı anlatmak için kullanılır. Medeniyeti simgeleyen araba farları karanlık bilinmeyen doğanın içinde ne kadar küçüktür, bu tasvir insanın yetersizliği ve acizliği olarak da yorumlanabilir. Belirsizlik bütün filme sarar. Gömülen cesedin yeri, savcının geçmişi, hatta asıl amacı bu olduğu halde otopsi bile gizemleri ortadan kaldırmaz. Işığın hep yetersiz olduğu uzun gece çekimleri karamsarlık hissini arttırır.
Doktor tuvalet ihtiyacını görmek için uzaklaştığında, bir şimşek geceyi aydınlatır ve antik bir heykeli ortaya çıkarır. Hiçbir şey göründüğü gibi değildir, gecenin karanlığı çok şeyleri gizler ve bazı şeyler bilinmediğinde daha iyidir.
Kapanış sahnesinde, otopsi devam ederken, bir yandan çıkarılan organların sesini duyarız, öbür yandan ise pencereden bakan doktorla birlikte bahçede oynayan çocukların sesini. Bu iki ses, ölümün ve yaşamın sesi birbirine karışır.