Perşembe, Mart 12, 2015

Bir "Kitap" Günü

Çok değil bir kaç sene sonra odamın şu hale geleceğini sanıyorum. :D

14 Şubat'ta aldığım oldukça güzel bir haber vardı ve bu elbette kitap fuarı olacağının haberiydi ki fuar biteli neredeyse iki hafta olmuş olsa da bu çok da önemli sayılmayacağından üstünde durmaya gerek yok. Başladığı günden beri fuara gitmek için can atan ben elbette ki bahtsızlığımın bir sonucu olarak ayağımı incitip bir hafta rahat yürüyemediğimden bu işi yapmakta ancak sondan bir önceki gün muvaffak oldum. Yine de üzgün değilim çünkü her ne kadar geçen seneki performansımın altında kalsam da tek bir günde on kitap alıp, üç yazarla tanışmış olmak mutlu olmam için yeterli. 


Neden bu kadar uzun cümleler kurduğumu bilmiyorum ama günlük hayatta da bu şekilde konuşuyorum ve tek nefeste bir cümleyi söyleyebilmek için çok hızlı olmam gerektiğinden beni anlayan kişi sayısı çok da fazla değil. Asıl sorun şu ki beni anlamadıkları için tekrar tekrar söylemem gerekmesi ben az konuşmak isterken tam aksi olarak daha çok konuşmama neden oluyor ve zaten gergin olan ben, iyice sinirleniyorum. Bundan sonra daha kısa cümle kurmaya çalışacağım ama yine de bana anlayış göstermelisiniz. Sınava iki gün kalmışken izin verin biraz stres atayım ühü ühü ühü.



Bu sırada azıcık Sinatra dinleyiverin^^

Fuara dönersek... Öncelikle ben saatlere bakıp Yekta Kopan'a kitap imzalatmak düşüncesindeydim. ("Bir De Baktım Yoksun" isimli kitabı vardı bende.) Bir deneme sonrası Darling* ile karşılaştık o bana uzun uzun Mahşeri Cümbüş programını anlattıktan sonra "Bugün Yekta Kopan geliyormuş." dedi. Ben de "Aaa evet ben de ona kitap imzalatacaktım." deyince önce bir şaşırdı çünkü meğersem o sunucu kimliği ile tanıyormuş bu yazarımızı. Daha sonra birlikte fuara gittik. (Darling diyerek bahsetmeyi tercih ettiğim arkadaşım sık sık bu kelimeyi kullandığı için onunla özdeşleşti.)


(Yekta Kopan; Haldun Taner, Yunus Nadi ve Sait Faik ödülü almış bir yazar, sunucu ve seslendirme sanatçısı. Buz Devri desem, Sid desem mesela, hepiniz bilirsiniz. Kendisini tanımasa bile hemen herkes tanıyor onun sesini. Tabi normalde öyle konuşmuyor, Jim Carrey düşünün daha çok.)




İçeri girer girmez Mehmet Ali Bulut ile karşılaştım ve tabi oldukça şaşırdım. Çünkü kendisi hem çok beğendiğim bir düşünce adamıydı hem de o saatte henüz gelmemiş olması gerekiyordu. Pelin Çift TRT'ye geçmeden önce Öteki Gündem'i sıklıkla izlerdim. Hatta geometri ve öteki gündem ayrılmaz bir ikili olmuştu benim için. (İki işi bir arada yapmak bu hayattaki prensiplerimden biridir.) 12 Ekim 2014 tarihli bölümde kendisinin çok da ilginç bir insan olduğunu keşfedip daha bir sevmiştim. O yüzden hemen bir kitap alıp, sıraya girdim. Kendisi inanılmaz samimi bir insan. Onu aile boyu beğenerek takip ettiğimizi falan söyledim ama iltifatları duymazdan gelip başka konular hakkında konuştu. O zaman dedim ki "İşte benim adamım." Çünkü iltifat karşısında takınılan tavır bir insanın değerlendirmemdeki en büyük ölçütlerden biridir. 


Bir kere ben "Eheheh yok canım o sizin teveccühünüz." diyenleri hiç samimi bulmuyorum. Ama bu demek değildir ki "Evet harikayım," ideal cevap olur. Bir kere en başta gereksiz yere insanların birbirine iltifat etmesine karşıyım çünkü efendim, günümüzde maşallah kimse ego sıkıntısı çekmiyor. Sonracığıma zaten dışarı vurmasa da içten içe kendini beğenen insanların enaniyetini yağlayıp ballamanın lüzumu yok. Yani güzel bir kıza, yakışıklı bir erkeğe yüz kişi güzelsin/yakışıklısın deyince ne oluyor? O kişi zaten biliyor güzel/yakışıklı olduğunu. Ya da zeki yahut yetenekli bir kişiye sen şöyle iyisin, böyle harikasın demenin gereği ne? O kişi bilmiyor mu yetenekli olduğunu? Gerçekten öz güveni düşük olan insanlara cesaretlendirmek adına bu tür şeyler söylenmesini anlarım ve desteklerim de ama zaten "küçük dağları ben yarattım" edasında gezen insanları şişirmeyin. Ve sanmayın ki her "Ay yok ya çok kötüyüm ben," diyen samimidir. Aşırı tevazunun da bir nevi gurur olduğunu unutmayın, övülmek isteyenler çoğu zaman alçak gönüllülüğü yem olarak kullanır.


Görüyorsunuz ya ne dertliyim bu konuda? Samimiyetsizlik ve kendini beğenme en rahatsız olduğum insan davranışlarının başında gelir. Gereksiz yere yapılan iltifatlar bu ikisini de kapsadığından uyuz oluyorum. Diyeceksiniz ki onu deme bunu deme, peki biri bize iltifat ettiğinde ne yapalım? Duymamazlıktan gelin, ben öyle yapıyorum. Zaten yakın arkadaşlarım beni bilir, biz birbirimize laf atarak, eleştirerek, vurarak anlaşıyoruz. Beni bilmeyen insanlar iyi bir şey söylediğinde ise hiç duymamışım gibi başka bir konudan konuşmaya başlıyorum. Bunu terbiyesizlik olarak da algılayanlar olabilir. Bu yüzden öyle anlayacağını düşündüğüm insanlara yarım ağız teşekkür edip yine konuyu değiştiriyorum. Karşımdaki insan da zaten bendeki isteksizlik karşısında bir daha da bu topa girmiyor. Yalnızca blogta yorumlara içtenlikle teşekkür ediyorum çünkü bu bir iltifattan çok nezaket meselesi benim için. Ve adam benim bir ton zırvalığımı okumuş bir de üstüne düşüncesini belirtmişse ben ona teşekkür etmeyeceğim de kime edeceğim? 


Nereden nereye? Çok gerginim a dostlar, ondan bu gevezeliğim. Esas konuya geri dönersek, Mehmet Ali Bulut diyordum, has adam. Sonra yazar olmak istediğimden falan bahsettim. Tavsiye istedim, o da hiç naz yapmadan hemen bir kaç şey söyledi. Bazı yazarlar var, ağzından kerpetenle laf alıyorsun, onların aksine samimi bir şekilde konuşarak benim de rahatlamamı sağladı. Çünkü daha önce de söylediğim üzere aşırı çekingen bir insanım ve eğer o kişi bir yazar olmasa tanımadığım bir insanla gireceğim diyalogu benim başlatmam sıfırın alfa komşusu. Ve yanımda Darling gibi oldukça sosyal bir insan vardı, onun da varlığının getirdiği güven çok başka. Bana muhakkak her gün yazmamı, yazarken günlük olayları hikayeleştirmemi ve içine uydurmasyonlar katmamı söyledi. "Böylece zihnin esneklik kazanır." diye bitirince benim de aklıma acayip yattı bu iş ama tabi diyemedim "YGS öğrencisiyim bey amca, insaf et, nasıl her gün yazayım?"


İmzaladığı kitaba da oldukça uzun ve içinde soyadıma da değindiği güzel bir yazı yazdı. Gerçekten şimdiye dek imza aldığım yazarlar içinde en uzun yazan oldu diyebilirim. Herkese bambaşka şeyler yazmış olmasının da çok hoş olduğunu düşündüm, özeldi çünkü. Açıkçası şöyle geçti içimden "Umarım ben de yazar olduğumda her okurum için farklı ve değerli bir şeyler yazabilirim." Bunun dışında o kitabı imzalarken yazısının pek de güzel olmadığını gören Darling "Neden bütün yazarların yazısı çirkin oluyor?" diye fısıldadı. Ben de "Aman," dedim "Sessiz ol, benim de yazım çirkin." 


Sonra bir baktık ki bu sırada Yekta Kopan söyleşi yapıyor, hemen oturup dinledik. Bir girdiğimizde edebiyat mezunu bir bey edebiyat eğitimindeki aksaklıklardan dem vuruyor ve edebiyat okumanın yazar olma adına öğrencilere hiçbir şey kazandırmadığından şikayet ediyordu. "Ben edebiyat okudum ve soranlara şöyle diyorum: 'Ben bir edebiyat tarihçisiyim.' Bundan fazlasını söyleyemem." Buna ek olarak yetkin yazarların edebiyat bölümlerinde eğitim vermesi üzerine bir fikir sununca bunun üzerine Yekta Kopan da konuşan beyin haklı olduğundan ancak yazarların üniversitede bu çeşit bir eğitim vermesinin mümkün olmadığını söyledi. Ve yazar olmak isteyenlere de "Edebiyat okumayın, kaçın hatta." falan dediğini söyleyince de güldük. Zaten genel olarak esprili bir insandı ama gelen sorular çok ciddi olduğu için ilk başta bu yönünü ortaya fazla çıkaramadı. Salonda bir ben laylaylomdum sanırsam bunun sebebi ise bu hayatta beni heyecanlandıran tek şeyin edebiyat olmasıdır.



Yekta Kopan
Onun arkasından bir edebiyat üçüncü sınıf öğrencisi, onun ardından da ikinci sınıf öğrencisi söz aldı. Son olarak da edebiyat isteyen bir liseli konuşunca Yekta Kopan "Anlaşıp mı geldiniz?" diye sordu şakayla. Üstüne üstlük bu dört kişi arka arkaya oturmuştu. Üzerinden neredeyse iki hafta geçtiği için her şeyi tam ayrıntılarıyla hatırlamıyor olsam da Yekta Kopan'ın yazarlık geçmişinde kendimi bulduğum zamanlar oldu. Aynı benim gibi Ankara'da büyümüş ve çok uzun süre yazılarını kimseye okutmazmış. (Bu annemin benim için "Yıllardır yazıyor ama ne yazdığını bilmiyoruz." demesini aklıma getirdi. Hatta evde bir dalga konusu haline gelmiştir. Babam her "Ne yapıyorsun?" diye sorduğunda cevabı kendi verir: "Yazı yazıyorsun.")

Ve hatta bir gün ortada bıraktığı defterini aileden biri okuyunca intihar etmeyi bile düşünmüş haha. Aynı şey benim de başıma gelmişti, annem defterlerimden birini azıcık okuduğu için kıyametleri koparmıştım. Çok önemsiz şeyler bile olsa mahremiyet konusunda aşırı hassasımdır. Tabi ergenlikten çıktıktan sonra bu hassasiyetim azaldı ve yazılarımı paylaşmaya başladım. Dergilere ve yarışmalara hikayeler gönderdim falan. Ve çok şanslı olduğumu düşündüğüm bir konu var ki o da ailemin bütün üyelerinin edebiyatla çok içli dışlı olması. (Zaten dört kişiyiz ama.) 


Annem okumayı çok sever ama bunun dışında tarih öğretmeni olmasına rağmen defterler dolusu şiiri olan bir insan ve hala arada onu kağıt kalem elinde şiir yazarken görüyorum. Ve keza babam da aynı şekilde, gençliğinden beri edebiyatı, okumayı, yazmayı çok seven bir insan. Odama her uğradığında yeni bir kitap almış mıyım diye bakar ilgisini çekenleri okur vesaire. Ablam ise üniversiteye geçene kadar aşırı derecede çok kitap okumuştu, şimdiyse bir yoğun, zor bir okulu var gerçekten. Ne yazmaya ne okumaya zamanı var ama zamanında doldurduğu defterlerden bir kısmı hala çekmecesinde. Onun şiir çizgisi benimkine daha yakın gibi, babamın şiirlerini de beğeniyorum, en çok anneminkilere uzağım çünkü kendisi acayip milliyetçi biri ve bazen ablamla benim bu taraklarda bezimiz olmadığı için "Kimin çocuğusunuz siz bilmiyorum ki..." diye söylenir. Dayımın eski kitaplarının arasında da bulduğum şiirler vardır ama cık ondan şair mair olmaz. İnatçı kerata.


Velhasılı kelam bütün aile bireyleri çok farklı karakterlere sahibiz, hepimizin tek ortak noktası edebiyat. O yüzden bu alandaki ürünlerimi onlarla paylaşmaktan mutluluk duyuyorum artık. Aynı fikirde olmuyoruz pek ama düşünce yapılarımızdaki bir farklılığın ufkumu genişlettiğine ve beni kalıplarımı sorgulamaya yönelttiğine inanıyorum. Tutucu bir insanım çünkü ben tabularımı yıkmam gerektiği zamanlar oluyor. Ama bakın yine nereden nereye geldim?


Söyleşinin sonuna doğru bir kız sordu: "Bazı yazarlar var, herkese söylüyorum, okuyun muhakkak diyorum ama bazı yazarlar da var yalnız ben okuyayım diyorum, başkalarından kıskanıyorum." Eh, bu hemen hemen her okurun yaşadığı bir sorun. Nitekim Yekta Kopan da şöyle söyledi: "Bu müthiş bir hastalık. Tedavisi yok." Gerçekten de yok, ben hastalığın ileri boyutlarını yaşayan bir insanım, çok sevdiğim bir kitap var, o kitabı ne bloglarda ne sitelerde ne de kolay kolay kitapçılarda görebilirsiniz. Ancak bazen bir rafta gözüme çarpıyor, o zaman kimse görmeden o kitabı alıp rafın arkasına saklıyorum. Biliyorum bu psikopatça bir davranış, akıl sağlığı yerinde olan birinin yağacağı bir iş değil. Ama zaten ne zaman normal olduğumu söyledim ki?


Derken söyleşi bitip imza almak için sıraya girildiğinde şaftım kaydı. Amanın dedim, bu da ne? Yani düşünün ki bütün fuarı gezip on tane kitap alıp bir yazarla sohbet ettim, hala sıra var. Peki neler aldım? Tabi ki sizinle hemen paylaşacağım. 


Bir fuardan kitap alırken ilk prensibim normal zamanlarda şehirdeki kitabevilerinde bulamadığım kitapları almaktır. Buradaki üç büyük kitapçının raflarını ezbere bildiğimden ne var ne yok iyi biliyorum, yani "acaba bu var mıydı?" demeden rahatça alışveriş yaptım. Ama genel olarak kitap alırken dikkat ettiğim şey "Bu kitabı ikinci üçüncü kez elime alacak mıyım?" sorusuna verdiğim cevaptır. Bir de ben yön bulma konusunda pek iyi değilim o yüzden fuarı gezerken kolumu tutup bana yardımcı olan Darling'e çok teşekkür ederim, sevgilerimi iletirim.




İhsan Oktay Anar hakkında kesin yargılarım yok ama gerçekten çok merak ettiğim bir yazar. Yalnızca yirmiden fazla dile çevrilen en ünlü kitabı Puslu Kıtalar Atlası'nı okudum ama bütün kitaplarını okumayı düşünüyorum. Sıradışı bir kurgusu ve etkileyici bir üslubu vardı. Yine de içimde tuhaf hisler uyandırdığından mı bilmem sevip sevmediğime karar vermeden önce daha çok kitabını okumalıyım. 


Latife Tekin daha önce yine almayı düşündüğüm bir yazardı, hiçbir kitabını henüz okumadığımdan 

sık sık adını duyduğum bu kitabını almak istedim. Sevgili Arsız Ölüm konu itibariyle çok ilgimi çekmese de yine de merak ettiğim bir kitap ama tabi ki bu kitaptan alacağım tada bağlı olarak okuma listemdeki sırasında oynama yapabilirim. Ayrıca İletişim en sevdiğim yayınevlerinden biri, bu da benim için itici güç haline geldi tabi.

Hasan Ali Topbaş ise dershanedeki öğretmenim sağ olsun, onun sayesinde tanıştığım bir yazar, çok iyi bir öykücü. Ayrıca fuara da geldi ama maalesef o gün kimin geleceğinden haberim olamadığından gidemedim. Heba isimli kitabını imzalatmak istiyordum ama olmadı. Başka bir arkadaşım ise gidip kitap imzalatmış ama bu arkadaşımın daha önceden bu yazarı tanımıyor olmasına rağmen bu şansı yakalamış olması benim "tabi nasip kısmet işleri bunlar" diyerek boyun bükmeme neden oldu. Ben de bari başka bir kitabını alayım diye düşünüp bu sefer de deneme okuyalım dedim ve "Harfler ve Notalar"ı alıverdim. Aslında 2009'da gösterime giren Gölgesizler filminin uyarlandığı romanında da gözüm kaldı ama başka zamana artık... (O film de Hasan Ali Topbaş'ın kendisi de ufak bir role sahip.)




Mehmet Ali Bulut'un bu kitabını alırken çok düşünmedim aslında ama son zamanlarda metafizik konularla daha içli dışlı olduğumdan merakımı cezbetti. Ahmet Hamdi Tanpınar ise... Ah benim adam. Bütün romanlarını okuduğum bu sevilesi adamın denemelerini de zevkle okuyacağımdan şüphem yok. Tanpınar'ı seven o kadar çok kişi var ki bazen sırf bu yüzden oturup ağlayabilirim gibi geliyor. Şu müthiş(!) hastalıktan kaynaklanan bir istem.




Bu fuardan kitabını aldığım tek yabancı yazar Mihail Bulgakov oldu, Rusya'ya ciddi ilgimin olduğu şu dönemde bir de kitabını karşımda görünce "Dayanamıyorum alacağııım!" dedim. Bulgakov'un kalbimdeki yeri Gogol'un hemen yanıdır. Bu kitap ise aslında Bulgakov'un pek bilinmeyen bir kitabı ama devrim dönemi Rusya'sını anlattığı için cazibesine karşı koyamadım. Peki niye bu kadar zor aldım? Normalde yabancı yazarları okumuyor muyum? Tabi ki okuyorum, hem de çok. Ama genelde klasiklerden takıldığımdan kütüphaneden otlanmayı tercih ediyorum ve LYS'nin yaklaştığı şu dönemde ise Türk Edebiyatı çevresinde takılıyorum diyeyim.


Leyla Erbil aslında çok alıp almamakta kararsız kaldığım bir yazar. Bilindiği üzere kendisi Nobel'e daya gösterilen ilk kadın yazarımız olsa da daha önce okumadığımdan ya da okuyan biriyle hakkında sohbet etme fırsatı bulamadığımdan çekimser davrandım. En sonunda pek çok yazar ve eserden bahsettiği bu kitabında karar kıldım. Erbil, iki sene kadar önce vefat etmişti.




Bilge Karasu yine bu zamana kadar sık sık okumayı istediğim bir yazardı ama her defasından başka bir kitap ona baskın geliyordu. Bu sefer elimin bolluğu sebebiyle olsa gerek alıverdim. Ama karar vermem kolay olmadı, post modern romanın önemli temsilcilerinden kabul edilen bir yazarın ise gidip öykü kitabını almam bilmem ne kadar sağlıklı oldu ama ah bir roman için hazır değilim sanırım. Önce emin olmam lazım. 


Yekta Kopan'ın önündeki sıranın azalmasını beklerken yaptığımız turda başka yazarlar da gördük ama tanımadığımız için sessizce önlerinden geçip gittik. Yine gezinirken sevimli bir amca görünce "Bakayım bu kimmiş?" dedim ve önündeki kağıdı okudum: Hasan Aktaş. Tabi ben kafama darba yemiş gibi sendeledim önce. Çünkü kendisi 8-10 kitabını okuduğum bir ademoğluydu. Kendisi bir edebiyatçı doçent olmakta buna bağlı olarak kitapları da hep edebiyatla ilgili tabi. Çağdaş Türk Şiirinde Tip ve Karakterler, Çağdaş Türk Şiirinde İnsan, Çağdaş Türk Şiirinde Hayvanlar Alemi, Şeyh Bedrettin Arkeolojisi ve Doktrini, Hallac-ı Mansur Okulu ve Misyonu, Ahmet Yesevi Okulu Ve Misyonu, Modern Şairlerin Perspektifinden Osmanlı Padişahları okuduklarımdan bir kaçı. Kitaplarını okurken zaman zaman çok haklı eleştirileri olduğunu zaman zaman da tam bir manyak olduğunu düşünüyordum. Çünkü yazarın hayatının olması gereken kısımlara acayip acayip şeyler yazıyordu. Kitaplarını okurken sık sık güler ve manyak bu adam ya, derdim. Ama hoşuma da giderdi, bazen tartışırdım kitaplarla falan. 


Eh ben manyak bir adam beklerken gayet normal bir insan görünce karşımda çok şaşırdım. Biraz konuştum kendisiyle, çok ilginç bir tarzı olduğunu falan söyledim. (E siz manyak mısınız? diye soracak halim yoktu sonuçta.) Ne tür okumalar yaptığını falan sordum, o da kütüphanesinde her çeşit kitabın bulunduğunu çok geniş bir portföyü olduğunu söyledi gülerek. Ben de içimden "ona ne şüphe canım" dedim tabi ki. Bir de onun kitaplarını okul kütüphanesinde bulmuştum ben ve bunca kitabın nereden geldiğinin izini sürdüm uzun süre. Okuldaki edebiyatçılara falan sordum ama bilen yoktu. Büyük bir gizem olarak kalmıştı benim için. Hasan Aktaş "Kitaplarımı nasıl buldun?" diye sorunca ben de okul kütüphanesinde bulduğumu söyledim. Hangi okulda okuduğumu sordu, söyledim. Meğersem kendisi hediye etmiş bizim okula! İlginç bir olay oldu bu benim için tabi. 


Ben de hazır bulmuşken bir kitap alıp, imzalattım. Eve gidip yazdıklarını okuyana kadar şöyle düşündüm: "Hiç de manyak değil, gayet normal bir adam işte." Ancak eve gelip de yazdığını okuyunca "Haklıydım," dedim. "Bu adam çıldırmış," 

Çünkü şöyle yazıyordu: "Denizlerin derisini yüzen celebin hakkın için!" Seyyid Nesimi'nin derisi yüzülerek öldürdüğünü düşünürsek bunu yazmasındaki mantığı anlıyorum ama sizce de bu normal mi? (Celep, kasap demek.) Bu adamın gerçekten güzel şiirleri var, bazen çok karmaşık geliyor. Kullandığı üslup bu şiirlere benziyor ama cidden anlamadım ben?





En sonunda Yekta Kopan'la müşerref olduk ve ona da yine yazar olmakla ilgili birkaç soru sorduktan sonra Bir De Baktım Yoksun'u imzlatıp, Aile Çay Bahçesi'ni aldım. Hoş bir insandı, gayet güzel konuştu. O da yine her gün yazmamı tavsiye etti. Ben yine içimden "Hiç sormuyorsunuz bu adam nasıl yazsın?" diye isyan ettim falan. Yazım tekniğiyla alakalı çok merak ettiğim bir konu vardı ve kesinlikle istediğim cevabı aldım. Bundan sonra huzurla kendi çizgimi oluşturmaya yönelebilirim sanıyorum. Hem üstelik ben Yekta Kopan'ın yazısını da sevdim. ^^ 

Çok konuştum yine değil mi? Uzun zamandır kitaplarla ilgili yazmıyordum ama. Her neyse, sağlıcakla kalın, bütün YGS öğrencileri için dua edin. Ben de hepsine iyi dileklerimi iletiyorum. Umarım hepimiz bizi en iyi yerlere götürecek olan üniversiteleri kazanırız. Ve unutmayın bu sınavlar hayatın başı olmadığı gibi sonu da değil. Bütün geleceğiniz o 160 dakikada falan belli olmayacak, bunu söyleyenlere inanmayın. Kim olduğunuza ya da olacağınıza siz karar verirsiniz, işaretlediğiniz şıklar değil.