Perşembe, Nisan 20, 2017

devrim


one republic - stop and stare
i think i'm moving but i go nowhere
i know that everyone gets scared
but i've become what i can't be
stop and stare
you start to wonder why you're here not there
and you'd give anything to get what's fair
but fair ain't what you really need
can you see what ı see?

***

evet yüz bin yıldır yazmadığımın farkındayım, bunun eksikliğini de duymuyor değilim ama ne yazabilirim? yazmak konusunda bir tür lanete uğradım, kendi kendimi lanetledim ya da. kesin bir şey söylemek zor. zaten bugünlerde hiçbir şey söyleyemez oldum, en basitinden en karmaşığına neyin ne olduğu hakkında hiçbir fikrim yok, hiçbir yargıya varamıyorum, kararlı bir şekilde hayır diyebildiğim tek konu westworld'ü izlemek. dizi kötü değil ama ben dizi izleme konusunda felaketim. rick and morty'yi seviyorum ama o dizi sayılmamalı.

***

nasıl da hiçbir şey yapasım gelmiyor yine şu günlerde. ne yazmak ne okumak ne de bir film izlemek. hatta youtube'dan gereksiz videolar izlemek bile.

kendimi karşı koyamayacağım bir sorumluluğun altına itersem, burada kendime karşı değil başka insanlara karşı olan bir sorumluluktan bahsediyorum, o zaman düşüncelerim dağılır mı ya da bundan daha fazlası, yeni bir şey keşfedebilir miyim kendimle ilgili? bilmek istiyorum.

***  

kütüphanede oturmuş tol üzerine yazılanları okuyorum. çok etkileyici bir roman olduğu su götürmez, şiir gibi biraz. bahçede kariyer festivali var, koca bir sahne ve canlı müzik. mesafeden dolayı yalnız davulları duyabiliyorum, ritim beni kendine çekiyor, müzik. ama kariyer kelimesinden ve ona bağlı olan her şeyden nefret ediyorum. içimde bir arzu yükseliyor, müziğin cazibesine kapılıyorum, sonra kalabalığı anımsıyorum ve duygularım korkunç bir ses çıkararak sönüyor. kulaklığımı takıp muse açıyorum. içimdeki sıkıntıyı ondan daha iyi anlatacak kim var diye düşünüyorum.

uprising
they will not force us
they will stop degrading us
they will not control us
we will be victorious

"devrim vaktiyle bir ihtimaldi ve çok güzeldi." diye başlıyor tol.

***


***

ben giderken aynı filmlerdeki gibiydi, güneş şehrin üstüne batıyordu ve insan gözünün yetkin olduğu her renk gökyüzünde bulunmaktaydı. uçağın kanadı yine kendisine yansıyordu ve ben tek bir kalem ya da kağıt ya da yazabileceğim herhangi bir şeyden yoksundum. ilk defa yalnız olsam sesimi kaydedebilirim belki diye düşündüm, sonra dinleyemem belki utancımdan ama sorun değil yine de. şimdi oturmuş lisedeki güzel yıllarımın geçtiği odada bunları yazarken ne kadar samimiyim bilemiyorum. aklımda gerçekten ne var? her zaman olduğu gibi geçmiş mi? gerçeklikten uzak hikayeler mi? yoksa sadece zorunluluk getirdiği için, kısa sürede bitmesi gerektiğinden içimi sıkan ödevler mi? her dönüşümde bu eve, bu şehre; geldiğim yeri ne kadar benimsediğimi fark ediyorum. o şehrin bir parçası olmuşum ve o da benim. üzülmüyorum ya da sevinmiyorum, yalnız bu gerçeği olduğu gibi benimsiyorum.

***

cep defterime karaladığım bir iki cümleyi saymazsak neredeyse hiçbir şey yazmıyorum. hiçbir yere hiçbir şey yazmıyorum. bu beni çok üzüyor ama tuhaf, elimde olan bir şey değil mi? yine de yazmıyorum. yazacak bir şeyim yok mu? bilmiyorum belki de.

bir ve yedi sayıları konusunda tuhaf bir hayatım var. okul numaralarım, tc kimlik numaram, doğum tarihim, ismimdeki harf sayısını, burçların düştüğü gezegenler, taşınma tarihlerim, seçmen sıram bile. bu tesadüflerden mütevellit iki bin on yedinin benim için özel bir yıl olacağına inancım vardı, on yedi yaşım gibi.   aradan uzun zaman geçtikten sonra gerçekten o yaşımın benim için özel anlamlarla dolu olduğunu fark ediyorum, o zaman hiçbir şey olmadığını ve öylesine yaşayıp gittiğimi düşünsem de. elbette ibrahim sadri'nin şiirindeki gibi değildi; ilk sigaramı on dördümde içtim, emirgan'da çaylanmadım ve hala bilmem tophane'deki sabahçı kahveleri, okulu da ilk asışım değildi ama saatlerce kütüphanede oturup masaların üzerinde yuvarlanmam o döneme hastır. on yedimde yapamadıklarımın hepsini şimdi yapsam diyorum; bu hengamenin istanbul'a yakıştığı kadar, aşk bana da yakışırdı. kızmayın gülmeyin bana dönüp dolaşıp bu noktaya geldiğim için, hayatta  hiçbir şeye şevk duymazken biraz heyecanlı, biraz tutkulu, biraz leyla olmak istiyorum çok mu?

***

alfred bester'in yıkıma giden adam'ını okudum, beklentimin altında kaldı, belki ben çok şey umduğum için. sonlara doğru canlandı, bir gün kalksam yıldızları göremesem ne yaparım ve yokluk ne korkunç şey. genel olarak bilim kurgu sevenlere iyi gider. ben mi? sevip sevmediğimi bilmiyorum, her kitap kendi içinde değerlendirilmeli gibi geliyor. bir de putlu kıtalar atlası'nı ikinci kez okudum, yıllar olmuştu. o zamanki gibi hayranlık duymadım ama yine de çok güzel. lady chatterley'in sevgilisi. erotik roman diye damgalanıp zaman zaman değeri görmezden gelinmiş bir roman. halbuki bir erkek olan lawrence'ın bir kadını ne de güzel anlattığı, cinselliği nasıl da farklı bir yere koyduğu... zaman zaman sıkıldım evet ama kimsenin duymaşını hak etmiyordu.  franny ve zooey. aslında güzeldi her şey salinger ama boğuldum bir süre sonra, dürüst olacağım sana karşı. yine de sevdim zooey'i, franny'den daha çok. tuhaf, nasıl da benzemiş bana. vonnegut bir deha, mezbaha no.5 ve allah sizden razı olsun bay rosewater. masterpiece. her türlü kefil olabilirim. buzzati'nin tatar çölü'nü okudum sonunda, aşığımdır buzzati'ye, kapısında yatardım yaşasaydı ama en popüler eserini okumaya korktum işte. yine de hayal kırıklığına uğratmadı beni, ne durumda olduğumu biliyordum zaten ama bunu bana öyle çarpıcı bir biçimde gösterdi ki gerçek... ne denir? hissettiğimi nasıl anlatırım? ağlamak istedim hıçkıra hıçkıra, hafifçe güldüm onun yerine. daha kolay ya her zaman.

***

bahar geldi dedik, yağmurlar yağıyor şimdi. tatlı tatlı çiçek açtı ağaçlar, şehrin ara desenlerinde beyaz ve mor renk göze çarpıyor. öbür yandan bir adam değil, bütün dünya yıkıma gidiyor, mikrofonu elime alamıyorum.

***

quiet earth diye bir bilim kurgu filmi var 85 yapım. karakter bir bilim adamı, bir gün uyanıyor ve bakıyor tek insan kendisi kalmış. çok ilginç bir film olduğunu söylemek gerek, izleyin ya da izlemeyin diyemiyorum ama filmdeki mesajları bir kaç başlık altında toparlayabilirim; akıllarıyla ya da güçleriyle kendilerini tanrı sanan erkekler dünyanın sonunu getirir, kadınlar erkeklerin sonunu getirir, gerçeklik dediğimiz şey çok şüphelidir, ölüm bir boyut değiştirme (ister paralel evren deyin ister başka şey) olabilir. filmde en kritik replik "yaşamaya mahkum edildim," tarzında bir cümleydi. bana heidegger'ın yaşamı zorunlu özgürlük deneyimi olarak ifade etmesini anımsattı. sartre da der ya özgürlüğe mahkumuz diye. yaşamla lanetlenmek aslında korku filmlerinin çok yaygın bir temasıdır. esasında geoff murphy ne düşünmüş merak ettim. şimdi de lord of the rings izlemek istedim çok. tatil gelse de maraton yapsam kendime, sonra da şu irwin'in felsefe kitabını okusam.

***

müzik falan yok şimdi eğer sorduğun buysa. kırmızı camdan masaya koyduğu koluna yatmış sağ elindeki kurşun kalemi titreten yansımamı görüyoruz. titreme mecaz değil ya da başka bir şey, dosdoğru öyle görünüyor işte. can sıkıcı güneşten dolayı mı emin değilim ama günün gerçekliğine inanmakta zorluk çekiyorum. ve hiç durmadan her gün daha bulanıyor hala uyuduğum hissi veren bir belirsizlik. neyin ne olduğu ya da ne olmadığı hakkında fikrim yok. haddinden fazla eğilmiş çam dalı canımı sıkıyor, muhtemelen geçen kışın finalleri beş gün iptal eden karından kalmış. bahçedeki iki belki daha fazla güzel ve güçlü ağaç yıkılmıştı. arkadaşımın anlattığı kaynak ismet özel olan bir şey anlatayım, çok etkilendim. iki arkadaş yürürken biri düştüğünde, diğeri onun yanına koşup bir şey söylemesini ister, iyi olduğunu anlamak için. işte düşenin söylediği şiirdir.

üzerine ne konuşmak istedim ne de konuşulanları duymak çünkü benim anladığımı, benim hissettiğimi değiştirecekti. sığlaştıracaktı şüphesiz çünkü dil böyle bir şey. yine de sanırım ben şiir yazamam, düşmediğim için değil, canlı ve genç olarak kalkamadığım için.   

geçmişten bazı olumsuz anılar canlanıyor kafamda ama tuhaf, pek de umursamıyorum. önceden üzerine hayli kafa yorduğum birçok şey hakkında düşünmez oldum, umurum dahilinde değil. garip olan onlar yerine kafa yorduğum başka şeyler de yok. biri bana "ne düşünüyorsun?" diye sorduğunda "düşünmüyorum," diye kestirip atıyorum. düşünmediğimden değil elbet, düşüncelerim çok dağınık ve son katmanında üç elektron var gibi. dedim; zaman geçtikçe daha akışkan, daha çerçevesiz oluyorum. çok uykum var. üç saat ders daha çekebilir miyim emin değilim. şuan şuracıkta uyumayı öyle istiyorum ki. hiç düşünmeden bilinçmiş benlikmiş iktidarmış aydınlanmaymış devletmiş. düşünmeden işte. nasıl olur o? uykuda pek tabi. uyusam şimdi, güzel rüyalar görsem, gerçek olmasa bile -gerçek nedir tartışmayacağım- öyle mutlu oluyorum ki öyle aşık öyle leyla. bahar canımı çok sıkıyor, bu güneş, bu kalabalıklar. uzun zaman sonra ilk defa aşık olmak istemiyorum. çok üşeniyorum.

***

pek sıcaktı hava, güneş sinirlerimi hoplatıyordu. gözlerimi kapatıp yürüyordum. sonra ne olduysa oldu rüzgar esti bulutlar toplandı yağmur başladı, deli gibi. enerjiyle doluverdi bedenim. arkadaşlarımla yemek yemeye giderken üşüyordum, ceketimi giymeye çalışıyordum ve komik görünüyordum. sonra bayhan'ı gördüm. haftalar olmuştu, özlemiştim, anlamsızca gülerdim ona bakınca ve belki biraz daha iyi hissederdim. ama bana olan olmuş, o bile güldüremedi beni, yine de yaşadığını bilmek güzel. sonra birden dolu yağmaya başladı, kocaman ve acıtan cinsten. kızılay çadırına sığındık, ben içeri girmedim hemen,"ne güzel," diyordum sonra çat diye gözüme denk gelince hep birlikte güldük. yağmura dönünce çıktık dışarı, uzun, çok uzun zaman sonra ilk kez bu kadar çok boş yaptım arkadaşlarımla oturup. hazırlığın başındaki zamanları anımsadım neden, etrafımdaki insanlar değişmiş, konular değişmişti ama tuhaf. benzer çok şey vardı. ne olduğunu söyleyemem, ben de aynı ben değildim. cinsiyetçilik yapmak istemiyorum ama kızları eleştiriyorsam erkekleri tenzih edemem; o sırada orada bulunanların hepsi erkekti ve çoğunlukla siyaset arada futbol konuştular. çok hararetlilerdi, ben dinlemeyi tercih ettim bir de gülmeyi. bu insanların dünyasında başka şeyler de olmalıydı, peki neredelerdi? en çok bunu merak ettim. 

radiohead - creep
but i'm a creep, i'm a weirdo
what the hell am i doing here?
i don't belong here

4 yorum:

  1. Mübarek şarkılarla başlayıp bitirdiğin mübarek bir yazı olmuş. (bkz: Mübarek kelimesini hayatında ilk defa kullanan insan.)

    Neler izlediğini, okuduğunu, ne tür anlar yaşadığını, kısacası günlük hayata atfettiğin o değeri ya da önemi paylaştığın yazılarını okumak beni çok düşündürüyor ve bunu seviyorum. Kendi hayatıma dair hiç düşünmediğim şeyleri bana işaret ediyorsun sanki. Bunu söylemek, kesinlikle okumaktan daha çok etkileyici olmuyor. Bazı şeylerin okunması lazım. Tıpkı senin yazıların gibi.

    Ve şu link, wubba lubba dub dub... Bu kadar anlamı içinde barındıran sözler sevgiyi hakkediyor.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. bense mübarek kelimesini beş farklı anlamda kullanabilirim

      ben de bazı anlara fazla takılıp kaldığımı düşünüyorum bazen, bu şekilde gerçekliğe, yaşama ulaşmaya çalıştığımı ama bazen doğallıktan uzaklaştığımı. ama bu en azından senin için bir şey demekse benim için daha da önemli bir şey demek. bu yüzden, teşekkür ederim.

      gerçekten seviyorum

      Sil
  2. Hatırlıyorum, İstanbul için "beton yığını" gibi bir yorum yapmıştın henüz on yedindeyken. Yaşamak istemeyeceğin bir şehirdi, eskiden güzel olmalıydı ki belli başlı edebiyatçılar o kadar beğensindi. Şu an yaşadığın şehir olmuş, hem de benimsemişsin. İstanbul için, tam da şu anda biraz da İstanbullu olmaya başlamışken ne düşündüğünü/hissettiğini merak ediyorum.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. açıkçası buraya çok alışmış olsam da sevdiğimi söyleyebilir miyim bilmiyorum, alışkanlık nedir ki? hissizleşmek biraz da sanırım, emin değilim. ona ihtiyaç duyuyorum ama bu ne demek?
      bütün bu insan kalabalığına karşın istanbul'da canlılıktan uzak bir şeyler var, belki sorun bende, benim şehirlerini seven yanım ölmüş olabilir. çünkü diğer şehirler de anlamını yitirdi. ama tuhaf, bu alışkanlık beni bir süredir gitmediğim yerleri özler -buna özlem demek ne kadar doğru bilmiyorum ama- hale getirdi

      Sil