BİR KİTAP!!! (Bakınız Stefan Zweig-Satranç, Dr.B'nin sevinci)
“SON, hiç umulmadık şekilde geldi; ve üstünden çok uzun
akit geçinceye kadar ortada ona uzanan bir olaylar silsilesi bulunduğunu
göremedim… Bir şeyin başlangıç noktasını bulmaya çalışırken ne kadar geri
gidebileceğine dair bir sınır yok elbette. Bu arayış insanı Adem'e hatta daha
da öncesine götürebilir. Fakat bizim ailemiz için o yaz mevsimi, pratikte her
şeyin başlangıcı sayılabilecek kadar feci bir olay olmuştu. Söz konusu olay ben
yedi yaşımdayken, temmuz ayının sıcak ve durgun bir cumartesi günü yaşandı ve
normal aile hayatımızı sona erdirdi; neredeyse 20 yıl sonra bile hala bu olaya
nasıl bakmam gerektiğini bulmakta zorlanıyorum.”
Ön kapağında ise Washington Post’tan bir yazı var:
“Gecenin geç saatlerine kadar sizi ayakta tutacak,
bittiği için üzüleceğiniz bir kitap. Ve ardından tanıdığınız herkese okutmaya
çalışacaksınız.”
Herkes bilir ki kitapların %98’i için böyle şeyler yazar
ve bazen bunlar tamamen uydurma olabilir. Birkaç kez mağdur olan her insan
evladı, atılıp-tutulanlara bağlı kalmamak gerektiğini bilir. Bununla birlikte
şimdi başlı başına bir istisnadan bahsedeceğim, hazır olun.
Kitabın adını ilk duyduğumda arkadaşım okuyordu: Gölün
kıyısında.
Güzel isim. Ama bu bir şey ifade etmez. –Güzel kapaklara
sahip olan kitaplar gibi-
Tabi ki ikinci merak konusu olan şey yazardı. Mary
Lawson.
Hala hiçbir şey ifade etmiyordu.
Mary Lawson Kanada’da
doğmuş ve hikâyede orada geçiyor. (İnsanların yüzde kaçının bu yolu izlediğini
merak ediyorum.)
Aynı arkadaş –ki kendisiyle
çok yakın olmamıza rağmen zevklerimiz çok nadiren uyuşur- kitabı övdü ve okumam
için ısrar etti. Minnettarım. Müthiş bir kitaptı. Tartışmasız.
Üslubu sıcak ve
samimiydi. Dürüst. Hemen yanı başınızdaki birini dinliyormuşsunuz gibi
hissettiriyordu.
Aynı zamanda
tedirginlik doluydu ve bunu iliklerinize kadar hissedebiliyordunuz.
Kahraman bakış
açısıyla yazılan kitaplar bazen can sıkıcı olabiliyor, ben herkesin ne
düşündüğünü bilmekten hoşlanırım çünkü. Sınırlandığımı hissedersem bu çok
rahatsız eder beni. Bununla birlikte bakış açısına rağmen sınır yoktu, oldukça
esnekti. Okuru harekete geçiriyordu. –zihnen tabi-
Karakter tamamen
olgunlaşmamış ama bu kötü bağlamda söylediğim bir şey değil, aksine işi daha da
eğlenceli hale getiriyor. Düşünceleriniz daha serbest bir ortamda, özgürce
şekillenebiliyor. Belli kalıplar içine koyup, “şu şudur, bundan gayrisi de
yoktur” dememiş yazar. Keskin hatları olmayan, yuvarlak bir karakter. Olayları
ne kadar kendi açısından anlatsana size dilediğinizce yorumlama hakkı veriyor.
İnsanın ufkunu genişletecek bir kitap olduğunu düşünüyorum, ilk sayfasından
itibaren düşündürtmeye başlıyor. Bunu zevkle yapıyorsunuz, bir insanın
psikolojisini keşfetmek var ucunda çünkü. Üstelik sadece anlatıcının değil,
diğer karakterlerin ruh dünyasının üzerinde de değerlendirme yapabiliyor,
derinlere inebiliyorsunuz.
İşte bu yüzden
muhteşem bir kitaptı.
Aslında kitabı bitirdikten sonra yaptığım analizleri de paylaşmayı isterdim ama bunu yerine
kitabı okuyun ve kendi analizinizi kendiniz yapın diyorum dostlar. Yine de
kendimi durduramayacağım bir nokta var. Romandaki 4 kardeş hakkındaki ilk
izlenimlerimi yazacağım.
Katie
Olayları anlatan arkadaş. Diğerlerinden bahsetmek için
önce ondan başlamalıyım. Katie, SON diye bahsedilen olay gerçekleştiğinde 7
yaşındaydı. O yaştaki bir çocuk için bunun ne kadar zor anlaşılabilecek olduğu
konusunda hemfikir olacağımıza eminim. Matt isimli küçük ağabeyine olan
düşkünlüğünü kitabın ilk sayfalarında hissediyoruz ve sonuna kadar da devam
ediyor bu duygu yoğunluğu. Geçmişe dönüşler yapıyor, hatta kitabın büyük bir
kısmı geçmişteki anılarından oluşuyor. O diğerlerini yargılarken, siz de artık
27 yaşında bir profesör olan Katie’yi yargılıyorsunuz
Luke
SON olayı olduğunda 19 yaşındaydı. Kendisinden hiç
beklemeyen bir başarı sergileyerek öğretmen okulunu kazanmıştı. Ve bu onların
küçük çiftçi bölgesi olan Kuzgun Gölü için bir ilkti. Katie onun “sorunlu”
damgasını aldığından bahsediyor. Cümle tam olarak şöyle:
“… Luke daha hayatının başlarında “sorunlu” rolünü
üstlenmeye göz dikmişti.”
Bu cümleden tahmin edeceğiniz üzere Luke; kavgacı, yaramaz,
derslerle uzaktan yakından ilgisi olmayan, en başarılı olduğunu konu anne-babasının-tansiyonunu-yükseltmek
olan bir çocuk. Haliyle böyle bir çocuk böyle bir başarı gösterince şaşkınlıkla
karşılanması normal oluyor. Bütün tersliğine, sinir bozuculuğuna rağmen ilk
sayfalardan beri en sevdiğim karakter Luke oldu.
Katie’nin Luke için kullandığı başka bir cümle de şu:
“O olay olana kadar varlığımızın farkında olduğunu –veya umursadığını-
hiç sanmıyorum.”
Ama Luke kesinlikle tahmin edeceğimizden çok daha iyi bir
çocuktu ve bunu ileride açıkça görecektik.
Matt
Kız kardeşleriyle ağabeyine göre çok daha yakın. Ayrıca
kitabın odak noktalarından biri –ve kitaba adını veren- de zaten Matt ve Katie’nin
göl maceraları… Matt öğrenmeye hevesli, zeki bir çocuk. Aslına bakarsanız bana
verdiği ilk izlenim örnek-çocuk havasıydı. Hani bizde vardır ya bazı komşu
çocukları –ki hep akıllı, zeki, terbiyeli, uslu olur bunlar- işte Matt onlardan
biriydi. Bununla birlikte ileride göreceğimiz bir başka şey de Matt’in o kadar
mükemmel olmadığıydı. Katie onun hakkında her zaman pozitif şeyler söylese de –ve
bu yüzden onun fazla iyi olduğunu düşünüyorsunuz- hayır, kesinlikle mükemmel
değildi. –hatta bence oldukça zayıf kişilikli biriydi-
Bo
İşte 2 numaram! Olay olduğunda henüz bir bebekti, yani
tek yaptığı sorun çıkarmaktı. O kadar problemliydi ki okurken ben deliye
döndüm. –bacaklarından tavana asmak arzusuyladolmuştum- Zaten bezden çıkmak
bilmedi, tam bir işkence! Luke gerçekten takdir edilesi bir varlıktı ve her
şeye rağmen Bo sempatimi de kazanmayı başardı.
Dediğim gibi bunlar sadece ilk baştaki düşüncelerimdi.
Bittiğinde artık biliyordum. Luke konusunda haklıydım, Matt konusunda, Bo
konusunda haklıydım ve Katie konusunda da haklıydım.
-tatmin olma anı^^kehkehkeh-
Sonuç olarak kahramanlar müthiş işlenmişti. Ayrıca bu iyi
kitap Kanada En iyi İlk Roman Ödülünü, McKitterick Prize’ı ve Evergreen Ödülünü
almış.
Son olarak söylemem gereken bir şey daha var Washington
Post ne demişse doğru demiş. Gecenin geç saatlerinde kitap hala elimdeydi ve
anneannemin isyanları üzerine bırakmak zorunda kalktım, sabah kalktığımda ilk
işim okumak oldu. Bittiği zaman gerçekten kötü hissettim, bir o kadar daha
okuyabilirdim. Ablamın yanına gittim ve boynumu büküp: "Bitti."
dedim.
Küçük Emrah Modu: Açık.
Ve tabi ki bütün aileme kitabı mutlaka okumalarını
söyledim. Bununla birlikte kimse beni sallamadı, büyük ihtimalle duymadılar
bile. Evet, ben ailenin kaale alınmayan çocuğuyum! :D
Sevgiler, Saygılar...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder