Salı, Nisan 16, 2013

Mary Lawson - Gölün Kıyısında



BİR KİTAP!!! (Bakınız Stefan Zweig-Satranç, Dr.B'nin sevinci)

“SON, hiç umulmadık şekilde geldi; ve üstünden çok uzun akit geçinceye kadar ortada ona uzanan bir olaylar silsilesi bulunduğunu göremedim… Bir şeyin başlangıç noktasını bulmaya çalışırken ne kadar geri gidebileceğine dair bir sınır yok elbette. Bu arayış insanı Adem'e  hatta daha da öncesine götürebilir. Fakat bizim ailemiz için o yaz mevsimi, pratikte her şeyin başlangıcı sayılabilecek kadar feci bir olay olmuştu. Söz konusu olay ben yedi yaşımdayken, temmuz ayının sıcak ve durgun bir cumartesi günü yaşandı ve normal aile hayatımızı sona erdirdi; neredeyse 20 yıl sonra bile hala bu olaya nasıl bakmam gerektiğini bulmakta zorlanıyorum.”

Ön kapağında ise Washington Post’tan bir yazı var:
“Gecenin geç saatlerine kadar sizi ayakta tutacak, bittiği için üzüleceğiniz bir kitap. Ve ardından tanıdığınız herkese okutmaya çalışacaksınız.”

Herkes bilir ki kitapların %98’i için böyle şeyler yazar ve bazen bunlar tamamen uydurma olabilir. Birkaç kez mağdur olan her insan evladı, atılıp-tutulanlara bağlı kalmamak gerektiğini bilir. Bununla birlikte şimdi başlı başına bir istisnadan bahsedeceğim, hazır olun.

Kitabın adını ilk duyduğumda arkadaşım okuyordu: Gölün kıyısında.
Güzel isim. Ama bu bir şey ifade etmez. –Güzel kapaklara sahip olan kitaplar gibi-
Tabi ki ikinci merak konusu olan şey yazardı. Mary Lawson.
Hala hiçbir şey ifade etmiyordu.

Mary Lawson Kanada’da doğmuş ve hikâyede orada geçiyor. (İnsanların yüzde kaçının bu yolu izlediğini merak ediyorum.)

Aynı arkadaş –ki kendisiyle çok yakın olmamıza rağmen zevklerimiz çok nadiren uyuşur- kitabı övdü ve okumam için ısrar etti. Minnettarım. Müthiş bir kitaptı. Tartışmasız.

Üslubu sıcak ve samimiydi. Dürüst. Hemen yanı başınızdaki birini dinliyormuşsunuz gibi hissettiriyordu.
Aynı zamanda tedirginlik doluydu ve bunu iliklerinize kadar hissedebiliyordunuz.

Kahraman bakış açısıyla yazılan kitaplar bazen can sıkıcı olabiliyor, ben herkesin ne düşündüğünü bilmekten hoşlanırım çünkü. Sınırlandığımı hissedersem bu çok rahatsız eder beni. Bununla birlikte bakış açısına rağmen sınır yoktu, oldukça esnekti. Okuru harekete geçiriyordu. –zihnen tabi-

Karakter tamamen olgunlaşmamış ama bu kötü bağlamda söylediğim bir şey değil, aksine işi daha da eğlenceli hale getiriyor. Düşünceleriniz daha serbest bir ortamda, özgürce şekillenebiliyor. Belli kalıplar içine koyup, “şu şudur, bundan gayrisi de yoktur” dememiş yazar. Keskin hatları olmayan, yuvarlak bir karakter. Olayları ne kadar kendi açısından anlatsana size dilediğinizce yorumlama hakkı veriyor. İnsanın ufkunu genişletecek bir kitap olduğunu düşünüyorum, ilk sayfasından itibaren düşündürtmeye başlıyor. Bunu zevkle yapıyorsunuz, bir insanın psikolojisini keşfetmek var ucunda çünkü. Üstelik sadece anlatıcının değil, diğer karakterlerin ruh dünyasının üzerinde de değerlendirme yapabiliyor, derinlere inebiliyorsunuz.

İşte bu yüzden muhteşem bir kitaptı.

Aslında kitabı bitirdikten sonra yaptığım analizleri de paylaşmayı isterdim ama bunu yerine kitabı okuyun ve kendi analizinizi kendiniz yapın diyorum dostlar. Yine de kendimi durduramayacağım bir nokta var. Romandaki 4 kardeş hakkındaki ilk izlenimlerimi yazacağım.

Katie
Olayları anlatan arkadaş. Diğerlerinden bahsetmek için önce ondan başlamalıyım. Katie, SON diye bahsedilen olay gerçekleştiğinde 7 yaşındaydı. O yaştaki bir çocuk için bunun ne kadar zor anlaşılabilecek olduğu konusunda hemfikir olacağımıza eminim. Matt isimli küçük ağabeyine olan düşkünlüğünü kitabın ilk sayfalarında hissediyoruz ve sonuna kadar da devam ediyor bu duygu yoğunluğu. Geçmişe dönüşler yapıyor, hatta kitabın büyük bir kısmı geçmişteki anılarından oluşuyor. O diğerlerini yargılarken, siz de artık 27 yaşında bir profesör olan Katie’yi yargılıyorsunuz

Luke
SON olayı olduğunda 19 yaşındaydı. Kendisinden hiç beklemeyen bir başarı sergileyerek öğretmen okulunu kazanmıştı. Ve bu onların küçük çiftçi bölgesi olan Kuzgun Gölü için bir ilkti. Katie onun “sorunlu” damgasını aldığından bahsediyor. Cümle tam olarak şöyle:
“… Luke daha hayatının başlarında “sorunlu” rolünü üstlenmeye göz dikmişti.”

Bu cümleden tahmin edeceğiniz üzere Luke; kavgacı, yaramaz, derslerle uzaktan yakından ilgisi olmayan, en başarılı olduğunu konu anne-babasının-tansiyonunu-yükseltmek olan bir çocuk. Haliyle böyle bir çocuk böyle bir başarı gösterince şaşkınlıkla karşılanması normal oluyor. Bütün tersliğine, sinir bozuculuğuna rağmen ilk sayfalardan beri en sevdiğim karakter Luke oldu.

Katie’nin Luke için kullandığı başka bir cümle de şu:
“O olay olana kadar varlığımızın farkında olduğunu –veya umursadığını- hiç sanmıyorum.”
Ama Luke kesinlikle tahmin edeceğimizden çok daha iyi bir çocuktu ve bunu ileride açıkça görecektik.

Matt
Kız kardeşleriyle ağabeyine göre çok daha yakın. Ayrıca kitabın odak noktalarından biri –ve kitaba adını veren- de zaten Matt ve Katie’nin göl maceraları… Matt öğrenmeye hevesli, zeki bir çocuk. Aslına bakarsanız bana verdiği ilk izlenim örnek-çocuk havasıydı. Hani bizde vardır ya bazı komşu çocukları –ki hep akıllı, zeki, terbiyeli, uslu olur bunlar- işte Matt onlardan biriydi. Bununla birlikte ileride göreceğimiz bir başka şey de Matt’in o kadar mükemmel olmadığıydı. Katie onun hakkında her zaman pozitif şeyler söylese de –ve bu yüzden onun fazla iyi olduğunu düşünüyorsunuz- hayır, kesinlikle mükemmel değildi. –hatta bence oldukça zayıf kişilikli biriydi-

Bo
İşte 2 numaram! Olay olduğunda henüz bir bebekti, yani tek yaptığı sorun çıkarmaktı. O kadar problemliydi ki okurken ben deliye döndüm. –bacaklarından tavana asmak arzusuyladolmuştum- Zaten bezden çıkmak bilmedi, tam bir işkence! Luke gerçekten takdir edilesi bir varlıktı ve her şeye rağmen Bo sempatimi de kazanmayı başardı.

Dediğim gibi bunlar sadece ilk baştaki düşüncelerimdi. Bittiğinde artık biliyordum. Luke konusunda haklıydım, Matt konusunda, Bo konusunda haklıydım ve Katie konusunda da haklıydım.
-tatmin olma anı^^kehkehkeh-

Sonuç olarak kahramanlar müthiş işlenmişti. Ayrıca bu iyi kitap Kanada En iyi İlk Roman Ödülünü, McKitterick Prize’ı ve Evergreen Ödülünü almış.

Son olarak söylemem gereken bir şey daha var Washington Post ne demişse doğru demiş. Gecenin geç saatlerinde kitap hala elimdeydi ve anneannemin isyanları üzerine bırakmak zorunda kalktım, sabah kalktığımda ilk işim okumak oldu. Bittiği zaman gerçekten kötü hissettim, bir o kadar daha okuyabilirdim. Ablamın yanına gittim ve boynumu büküp: "Bitti." dedim.

Küçük Emrah Modu: Açık.

Ve tabi ki bütün aileme kitabı mutlaka okumalarını söyledim. Bununla birlikte kimse beni sallamadı, büyük ihtimalle duymadılar bile. Evet, ben ailenin kaale alınmayan çocuğuyum! :D

Sevgiler, Saygılar... 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder