Cuma, Şubat 21, 2014

Ocak'ta Okuduklarım



7 kitaptan bahsettiğim için uzun bir yazı oldu. Solo kitap yazılarımda haklarında bir ton zırvalamak bana zor geliyor. (Sanki şimdi az zırvalamışım gibi.) Ben de bu işi aylık yapsaydım dedim. Keşke daha önce aklıma gelseydi bu. Neyse, geçen aylardan sevdiklerimi de yazarım bir ara.

Bu yazdıklarım dışında 3 kitap daha okudum ama şimdi onlar hakkında yazmak istemiyorum. Çünkü çok uzun oldu. Şubat’ın bir kısmı tatile denk geldiği için bence o yazı daha renkli geçecek. Şimdi diyeceksiniz Ocak ayının da bir kısmı tatil değil miydi? Öyleydi ama sağa sola gitmekle geçtiği için çok parlak değildi. :D


Solmaz Kamuran - MACAR: Tefrika-i Müteferrika


Bu kitabı uzun uzun anlatmıştım geçen ay. Bakmak için buyurun.


Recaizade Mahmut Ekrem - ARABA SEVDASI


Tanzimat’ın ikinci dönem sanatçılarında Recaizade’nin bu kitabı “ilk realist roman” olma özelliği ile diğer eserlerinden ayrılır ki bu özelliği onu okumak istemem de en önemli etken. Ayrıntılı betimlemelere geniş yer verilen romanda realizmin etkiler açıkça görülüyor. Kitap her ne kadar Çamlıca’nın sayfalar sürenin tasviriyle başlasa da bu Recaizade için sadece “kabaca tanımlanmış” demektir. :D Aynı zamanda “Sanat sanat içindir.” anlayışını benimsediği için dili de ağır ve süslü.

Romanın ana karakteri olan Bihruz Bey üzerinden yanlış batılılaşma trajikomik bir şekilde işlenir. Ama bu sefer teknik açıdan, diğerlerine göre çok daha başarılı, çok daha “roman”dır. Ahmet Mithat Efendi’nin Felatun Bey’i ile çok benzer özelliklere sahip olan, dönemin hızına kendince ayak uydurmaya çalışan Bihruz Bey tam bir Fransız hayranıdır. Türkçe’yi yetersiz bulmaktadır ama Fransızca’ya da çok hâkim olmadığı için ikisinin karışımı bir şekilde konuşur, cebinde Fransızca sözlük taşır. Zaman zaman da yanlış kelimeler kullanarak gülünç durumlara düşer. Hayat felsefesi yoktur, tek amacı arabasıyla gezmek, keyfine bakmaktır. Yine bir gün arabasıyla gezerken, oldukça lüks bir arabanın içinde bir kadın görür ve o andan itibaren hayatının merkezine o kadını koyar. Bundan sonrası günümüzden çok da farklı sayılmaz, yalnız görüntüsünü bilen Bihruz Bey, gördüğü kadına kendi kafasındaki karakteri, özellikleri verir ve onun kendi zihnindeki görüntüsüne aşık olur. Kitabın sonunda söz konusu kadın olan Periveş Hanım’ın arabayı sadece kiralamış kötü bir kadın olduğu anlaşılınca Bihruz Bey’in aşkı bir anda buharlaşıp havaya karışır.

Ben bu romanın Tanzimat dönemi romanları içerisinde en başarılı “isme sahip olduğunu düşünüyorum. Çünkü “Araba Sevdası” başlığı Bihruz Bey’in hem kendi arabasına olan sevgisini, hem âşık olduğunda onun da Periveş Hanım’ın da arabada olmasını hem de aslında sevdalandığının kadın değil onun lüks arabası olduğunu, araba sevdası olduğunu anlatan, zekice konulmuş bir isim.


Kemal Ural - BİR’İN SIRRI


Kitabı görenler önce bir “Ne oluyor ya?” moduna giriyorlar, ki ben de onlardan biriyim. Ama korkmayın gençler, sadece sayfaları kalın. 700 gibi görünse de sadece 523 sayfa ve yazıları oldukça iri. Kitabın kapağı daha ilgi çekici yapılabilirdi bir de. Peki benim neden ilgimi çekti? Açıkçası “şu yüzden” diyemem ama çekti işte. Sık sık “bırak şu kitabı” dediler ama pişman değilim ben. Nietzsche’den Mevlana’ya, Pink Floyd’dan Albert Camus’a, Goethe’den Bernard Shaw’a ilginç ötesi geçişler yapan, konsepte ihtiyaç duymayan ve zaten belli bir konusu olmayan bir kitap. Sizin de konuya konuya atlayan bir zihniniz varsa eminim sıkıntı yaşamazsınız. Zaman zaman sıkılsam da her sayfasından bir sürü alıntı yapmak istediğim bir kitap. Kemal Ural haddinden fazla, belki binlerce kitap okumuş ama en sonunda tek BİR sonuca varmış.

“En önemli noktalama işaretidir soru işareti. En sarsıcı sorularsa insanın kendiyle baş başa yaşadığı yerde sorulur; iç dünyasında... Peki, neden soru sorar kendine insan? Yüzleşmek istediği bir cevap mı vardır, kendine itiraf etmediği?
Kemal Ural "Bir'in Sırrı"nda, inanç ve inançsızlık vadileri arasında gidip gelen insanın tereddütlerini kucaklıyor. Kucaklıyor, diyoruz; çünkü hayatın anlamını arayan ya da anlam veremeyenleri yargılamıyor kitap. Dahası insanın asırlarca içinde sürüklendiği ırmağa bir dal uzatıp tutunmasını istemiyor sürüklenenlerden; elinizdeki küreklere işaret ediyor yalnız.

“Düşüncenin ilk yapacağı şey, evrendeki birliği, "bütün"le"parça"nın iç içeliğini görmek, dış görünüş üstünden perdeyi aralayıp hakikati sezmekir. "Bilmek", "bütün"ü kavramaktır. "Bütün kavranmazsa parçalar gözden kaçar." diyor Kemal Ural.

Birin Sırr, görerek, bilerek, farkında olarak yaşamak isteyenlerin elinden bırakmayacağı bir kitap. Bu kitap, hayatın fotoğrafını sonsuz gerçeğin sınırına taşımaya çalışıyor.”

(Tanıtım bülteninden…)

Kitabı okurken sürekli “Peki neymiş BİR’in sırrı?” diye sordular. Ben de “Bilmiyorum ki.” dedim. Aslında tek düşündüğüm cevabın yoruma açık olmasıydı. Dolayısıyla okuyup siz karar verin bu sırrın ne olduğuna…    


José Mauro De Vasconcelos - GÜNEŞİ UYANDIRALIM


Şimdiye kadar okumadığım için büyük bir pişmanlık duyduğum bir kitap. Peki “Şeker Portakalı” gibi bir eserin devamı olan bu kitabı diye okumadım şimdiye kadar? Korktum sevgili okuyucular, hayal kırıklığı yaşamaktan ve Zeze’nin anlamını yitirmesinden korktum. Ama boşunaymış, Vasconcelos en az “Şeker Portakalı” kadar değerli bir kitap yazmış. Devamı olan “Delifişek” de şuan listemde, fırsat bulunca okuyacağım. Ama kalbim bu sefer dayanamayabilir…

Bu kez bir “Şeker Portakalı” yok ama bu sefer Zeze’yi büyüten, kendini bulmasını sağlayan başka biri var. Bay Adam… O Zéze’nin yüreğinde yaşayan bir kurbağa… Fazla söze hacet yok, alıntılarla devam edelim bence.

***

"Neye yarar Adam? Beni işitiyor musun? Konuş, Adam. Öğret bana yeniden güneşi uyandırmayı. Devam etmek, ilerlemek, gelip geçmek zorunluluğunu kabul etmeyi. İlerlemek ve güneşi uyandırmak, güç değil mi Adam? Yalvarırım, bunu senden son kez istiyorum, yanıt ver; büyük insanlar güneşi nasıl uyandırabilirler? Yalnızca bu kez.

“İyi ya Adam, büyükler güneşi uyandırmayı bilmezler. Öyleyse Tanrı'nın iyiliği, yarın olur da, güneşi uyandırıverir. Tüm dingin sonsuzluk için yaptığı gibi.

"Bir çocuk yüreği, unutur ama bağışlamaz."

"Acı korkunç bir şeydi! Neden bir anda geliyordu, neden büyük bir acı, geldiği gibi hemen geçmiyordu?"

“-Önemli olan Zezé, hayatın güzel olduğunu ve yüreğimizde ısıttığımız bütün bu güzellikleri arttırmak için, onların Tanrı tarafından bize verildiğini keşfetmen.
-Ağlamakla güneşimin ışınlarını ıslattığımı mı söylemek istiyorsun?
-Tabi. Güneşin soğumasına fırsat vermemek için geldim. Yalan mı?"

“Konuşmadan konuşmanın bir yolu bulunamaz mı?”

“Ruhumun yalnızlığını keşfeden ilk öğretmen o olmuştu. Gözleri hüzünden ve kayıtsızlıktan başka şey yansıtmayan, anlaşılmamış çocuğun üzüntüsünü ilk keşfedendi.”

“Tırnağıyla, duvara, iki yüreği delip geçen aşkın ateşlediği bir ok çizdi. Pek başarılı değildi bu yürekler, çünkü Dolores resimde çok başarısız olduğunu bana hep itiraf etmişti. Ama yüreklerin bir parça eğri büğrü oluşunun ne önemi vardı? Önemli olan, onun eşsiz niyetiydi.”

“Daha da büyük olan bir başkasından söz etmek istiyorum. Yüreğimizde doğan güneşten. Umutlarımızın güneşinden. Düşlerimizi de uyandırmak için göğsümüzde doğan güneşten.”

"Başka bir hayatta düğme olarak doğmak istiyorum. Ne düğmesi olursa. Külot düğmesi bile. İnsan olmaktan ve bir zavallı gibi acı çekmekten iyidir."

“Bu kez gözlerim yaşlara boğulmuştu. Umutsuzluğuma ve bırakılmışlığıma ağlıyordum. Çok küçük ve çok narin oluşuma ve hiçbir şey yapamayışıma...”

“Benim istediğim hiçbir şey düşünmeden, bir bağlantıya girmeden gitmekti, gitmek. Hayat, kişinin hiç durmadığı, birbirini izleyen bir trenler, yollar, gemiler dizisiymiş gibi. Derdimi anlatamıyordum. Gitgide daha uzağa gitme isteği. Ama kişinin hiç dönmeyeceği bir uzağa. Hep ilerlemek…”

“Yeniden bir çocuğum. Düş kuran bir çocuk. Yalnız bir çocuk. Niçin büyümeli? İstemiyorum. Hiçbir zaman istemedim. Ama zaman durdu, ben devam ettim. Aslında kimse insanların acıya dayanma gücünü bilemez. Tek bilen kendi yüreğimizdir. Ama neye yarar?”

"Küçüğüm, hayat böyledir. İnsanlar hep çekip giderler. Yürek unuttuğundan ve pişmanlıklar öldüğünden değil. Birtakım şeyler, sevecenliğimizde kalmayı sürdürür hep. Ama insanlar gerektiği anda gitmek zorundalar."

Önemi yok, kendim için şarkı söylemeyi sürdüreceğim, çünkü ne mutlu bana ki hala pişmanlık sözcüğünün ne anlama geldiğini biliyorum."

“Unut Zeze, bir işe yaramaz. Yavaş yavaş unutacaksın, yeniden düşününce de her şey öylesine uzakta olacak ki artık hiç acı çekmeyeceksin.”


Ruta Sepetys - GRİ GÖLGELER ARASINDA

              
Aslında bu kitabı daha geçen ayların birinde okuduğum “22 Britanya Yolu” isimli kitapla aynı postta yazmak istiyordum ama önemi yok.

“1941 yılının ilkbaharında Lina, sanat okulunda öğrenim görmeye, ilk erkek arkadaşıyla buluşmaya ve sıcak yaz günlerine hazırlıyordu kendini. Fakat bu naif heyecanlar yerini endişeye, korkuya, mutsuzluğa bırakacaktı. Bir akşam Sovyet gizli polisinin evlerine baskın düzenlemesi üzerine annesi ve kardeşiyle Sibirya’ya sürgün edilen ailesinden geriye, tıpkı evlerinde bıraktıkları cam kırıkları gibi paramparça olmuş hayatlar kaldı.”

(Editörün yazısı…)

Sürgünde geçen uzun, korku, acı dolu yıllar ve yine de insanların kalplerinde yaşamaya devam eden umutlar… Sürükleyici, acı dolu bir kitaptı. Çok edebi bir dili yoktu ya da ilginç bir konusu… Sadece okuduklarınızın gerçek olduğunu bilmek… İnsanı en çok etkileyen, üzen, hatta ağlatan şey bu. Bir kurguya ağlamak saçma olabilir ama gerçek bir hikâyeye değil.

Kitabın üzerinde bulunan alıntı, kitaptaki en can alıcı cümleydi.

"Bir insan hayatının bedeli nedir, hiç merak ettiniz mi?
O sabah, kardeşim Jonas’ın hayatı bir cep saati değerindeydi."


Cengiz Aytmatov - BEYAZ GEMİ


En sevdiğim Türk yazarlardan biri. (Kırgızlar da Türk sonuçta.) Uzun hikaye de denilebilir “Beyaz Gemi” için. Baştan sona insanın içine dokunan bir hikaye hem de.

Masalla gerçeği birleştiren bir eserdir. Geçmişi temsil eden dede ile geleceği temsil eden çocuk arasında dramatik bir ilişki kurarak insan duygu ve düşüncelerine kendine has yorumlar getirilir. Adı eserde hiç geçmeyen çocuğun saf ve temiz dünyasından, hayatın acı ve çıplak gerçeğine uzanan bir roman kurgusu meydana çıkarılır. Aytmatov'un, edebiyat âleminde geniş akisler uyandıran, uzun yıllar tartışılan, verilmek istenen mesajla yaratılan tiplerin büyük bir uyum sağladığı eserlerinden biridir.”

Gerçekten o kadar farklı yorumlar almış ki Aytmatov, kitabın son kısmında kendi yazdığı bir açıklama, düşünceleri bile yer alıyor. En sonunda da çok etkileyici bir soru sormuş Aytmatov, sondaki anlamlar gibiydi sorusu da, içim titredi.

“Ama durmadın gittin. Hiçbir zaman balık olamayacağını biliyor muydun? Isık-Göl’e kadar yüzemeyeceğini, oradan beyaz gemiyi göremeyeceğini, ona ” Merhaba, beyaz gemi, ben geldim” diyemeyeceğini düşünmedin mi küçük çocuk?
Ama bir şeyi rahatça söyleyebilirim: çocuk ruhunun bağdaşamadığı her şeyi reddettin sen. İşte bunun için avunuyorum. Bir kez çakıp sönen bir şimşek gibi yaşadın sen. Şimşeklerin kaynağı göktür, gök ise sonsuzluktur, işte bundan dolayı kıvançlıyım.
Avunduğum başka bir şey daha var: insanın çocuksu, temiz vicdanı tohumun içindeki öz gibidir. Bu öz olmadan hiç bir tohum gelişemez ve bizleri ilerde ne beklerse beklesin, insanlar yaşadıkça hak, doğruluk denen şeyler de var olacaktır.”


Lev Tolstoy - DİRİLİŞ


Geç kaldığım kitaplardan biriydi.
Prens, -ona sadece Prens demek istiyorum çünkü belli birini anlatmıyordu, Prens bir semboldü- bir mahkemede jurilik yaparken sanığın eskiden hayatını kararttığı bir genç kız olduğunu görür ve her şey böyle başlar. Prens’in kendi iç muhasebeleri ve yaptığının bedelinin ödemek için çabaları… Olaylar birbirini takip ederken Tolstoy kilisenin ve hukuk sisteminin eksiklerini ortaya döker. O kadar ki yazıldıktan iki yıl sonra eser kilise tarafından aforoz edilir.

Bir dünya klasiği için fazla yorum yapmayı gereksiz bulmuşumdur. Ama kitabı daha da ilginç hale getiren bir yazıyı herkesin okumasını isterdim. “Tolstoy’un Dirilişi” http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=96300

"Her fert az çok iyi; az çok zeki; az çok uyuşuk; az çok yoksa filana iyi filana kötü demek doğru değildir. Bu zeminde insanlar ırmaklara benzer. Su her tarafta birdir; özellikleri aktığı yere ve zaman göre değişir. Bazen parlak, bazen bulanık olur. Bazen ılık, bazen soğuktur. Her insan, üzerinde insanlara özgü bütün niteliklerin tohumlarını taşır. “

“Bu düşkünlüğün sebebi de gerçekte kanun olmayan bir şeyi kanun kabul etmelerinden ve değişmez, kendiliğinden var olan doğanın kanunlarına kıymet vermemekten ibaret.”

“İsa dünyaya tapınakları yıkmak için geldiğini tekrarlamıştı. İsa hahamların o düzme giysilerinden nefret ederdi. İsa ruhlara sakinliğin ancak inzivanın vereceğini bildirmiş ve dudaklarla değil, kalp ile ibadeti emretmişti. ‘İnsanlar hakkında bir hüküm vermeyeceksin, ona eziyet etmeyeceksin.’ demiş kimsenin küçük düşürülmemesini, kimsenin aşağılanmamasını, kimsenin malına, canına ve namusunda saldırılmamasını söylemişti. Halbuki olanlar neydi? Ya bu ibadetler neydi


İsa dünyaya herkes için özgürlüğü getirdiğini söylememiş miydi?”


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder