Çarşamba, Ekim 02, 2019

eylül okumaları

kitapların bir kısmını koyabildim ancak çünkü diğerleri ailemin evinde kaldı

şimdiden özledim tatili. son senem olması gereken ama olmayan bu senede artık okuldan tamamen bezmiş olduğumu anlıyorum. bu hafta kampüs içinde sürmek için bisiklet alacağım, belki motive olurum ajkdsjhksjf (gerçekten çok yorucu oluyor bu arada, bisiklet büyük nimet)

eylül yoğun bir aydı ama verimli okumalar yaptım. Ortalama günde bir seksen sayfa yine sanırım. youtube’dan kitap dinlemek gibi çamaşır asmayı katlamayı eğlenceli kılabilecek bir yöntem buldum. genelde daha önce okuduğum ama pek hatırlamadığım kitapları dinledim: hugo’dan bir idam mahkumunun son günü (tabi ki ağladım) ve hemingway’in yaşlı adam ve deniz’i gibi. turgenyev’den ilk aşk’ı ve zweig’dan olağanüstü bir gece’yi dinledim ki ikisini de sevdim diyemem. ortaokul, hadi arttıralım lise seviyesi olabilir çünkü ben lisedeyken zweig’ı okuduğumda sevmiştim. turgenyev’in babalar ve oğullar’ı da o zaman okumuş bayağı sevmiştim. ileride belki yeniden okurum diye düşündüğüm bir klasik. sıra gelirse tabi.

bunun dışında daha önce yarım bıraktığım bazı kitapları tamamladım ki bunu yaptığım için kendimle bayağı gurur duyuyorum.

bunlardan biri camus’nun sisifos söyleni’ydi. niye yarım bıraktığım benim için de meçhul bazen sadece öyle kalıveriyor işte.  sisifos tanrılar tarafından çok ağır bir kayayı dağın tepesine kadar itmekle cezalandırıldı, her zirveye vardığında kaya aşağı geri yuvarlanıyor ve sisifos da onu yeniden zirveye itmek zorunda. sonsuza kadar bu döngü içine hapsolmuş sisifos mutsuz mudur peki? camus hayır, diyor. 

ben daha önce yabancı ve veba'yı okumuştum ki onları okumuş olmam camus'nun ne demek istediğini anlamamı kolaylaştırdı. camus'nun felsefesi eserleriyle çok iç içe. heidegger ve sartre gibi tanrısız bir varoluşçu olan camus bu kitabında niçin yaşamalıyız, hayat yaşanmaya değer mi, neden intihar etmemeliyiz, başkaldırma neden önemli, uyumsuz uslamlama/akıl yürütme nedir, uyumsuz insan nasıl olmalıdır ve uyumsuz yaşam biçiminin zirvesi neden sanat bağlamında bir yaratımdır sorularına cevap veriyor. not: tahsin yücel'in çevirilerini genel olarak beğensem de bu kitaptaki bazı kavramların çevirilerini kafa karıştırıcı buldum (ulam, kılgısal, saltık vb.). keşke daha yaygın kullanılan eşanlamlılarını tercih etseydi.

yarımlardan ikincisi berger’dan görme biçimleri ki bu kitabı çok sevip ilk essayin üzerine makale bilem yazmıştım. ama sonra niye yarım bıraktım ben de bilmiyorum, zaten başlayınca bir solukta bitirdim. çok çok güzel, sanatla ilgileniyorum diyen herkesin kesinlikle okuması gereken bir kitap.

üçüncüsü pamuk’un kara kitap’ı. bazen sadece doğru zaman olmuyor kitapları okumak için. özellikle ben elime aldığım kitabı en fazla üç günde bitirmek isteyen sonrasında sıkılmaya başlayan biriyim. e öyle olunca da kalın kitaplarda ya adam gibi zaman ayırıp bitireceğim ya da hiiiç girişmeyeceğim. kara kitap’a okul zamanı başlayıp üç günde de bitiremeyince atmıştım kenara. fakat şimdi tatilde kafam rahat başlayınca sular seller gibi aktı. ne kadar eşsiz bir insan olarak kendimiz olabiliriz, bu mümkün mü soruları üzerine kurulu bir roman. pamuk benim çok sevdiğim bir yazar değil zevk meselesi ama romanı nasıl ince ince işleyerek yazdığı apaçık ortada. bol bol da eski istanbul tabi her zamanki gibi.

dördüncüsü ise nietzsche’nin deccal’iydi (anti-christ). yani niçe artık şişirdiği için bir yerden sonra sıkıyor ince bir kitap olmasına rağmen, anladık nefret ediyorsun hristiyanlık ve ona dair her şeyden. hele bazı yerler argümanlar bile yoktu sadece nefret kusma seanslarıydı. o yüzden bu kitabı tamamlamak bile zordu benim için inceliğine rağmen. beni şaşırtan kısmı -bunu duymuş ama okumamıştım- islam’a dair olumlu şeyler söylediği kısımlardı çünkü islam dünyadaki yaşamı ve bedeni evetliyordu.

ve son olarak da tezer özlü’den yaşamın ucuna yolculuk. zamanlama cidden önemli. yarım bıraktığım zaman pek sevmemiştim bu kitabı ama bu sefer hayli hoşuma gitti ve bu intihar muhabbeti biraz şişirse de (bir yandan da camus konuşuyor) keyifle okudum.

Bunların dışında on tane yepisyeni kitap okudum eylül’de.

refik algan - umursamaz uykucu (yky yayınları, 148 sayfa)

sait faik hikâye ödüllü yazarın okuduğum ilk kitabıydı. adını magriette'in tablosundan alıyor: le dormeur téméraire. içinde stoku (story haiku, kısacık öykülere verilen bir isim ben okri tarafından) denilebilecek öyküler ya da metinler olduğu gibi on sayfalık öyküler de vardı. beğenmekle beğenmemek arasında gitgeller yaşadım sık sık. başarılı olduğun düşünsem de duygusal olarak pek etkilenmedim metinlerden. belki daha erken yaşlarda okusaydım daha çok hoşlanırdım diye düşünüyorum.

marcel proust - swann'ların tarafı (yapı kredi yayınları, 430 sayfa)

kayıp zamanın izinde serisinin ilk kitabı. ben bu seriye başlamayı istiyor fakat hakkını veremem diye korkuyordum. acayip yersiz bir korkuymuş, böyle düşünüp başlamaya çekinen varsa derhal başlasın lütfen. aşırı ünlü bir kitap herkes övgüyle bahsediyor o yüzden pek bir şey diyecek değilim. çok çok etkileyici gözlemlerin tasvirlerin, insan psikolojisine ve toplumsal dinamiklere dair çok ince tespitlerin olduğunu söylemeliyim ama yine de biraz abartılmış gibi geldi bana, yani 9/10 luk değildi benim için, 8 makul bir puan olabilir. bir ve üçüncü bölüm çok güzeldi ve inanılmaz aktı. kitabı elimden bırakamadım, bu bakımdan akıcı olduğunu da söyleyebilirim kesinlikle. ancak ikinci bölüm gereksiz uzundu. sonlara doğru bir an önce bitsin bu aşk hikayesi dedim çünkü bence çok fazla tekrar vardı, aynı şeyi değiştirip değiştirip anlattı. sinirlerim bozuldu biraz. ikinci kitabıysa kış tatilinde okumayı planlıyorum. çünkü dediğim gibi beş yüz sayfa ve ben elimde sürünsün istemiyorum.

william shakespeare – macbeth (antik batı, 110 sayfa)

yıllar önce okuduğum zaman değerini anlayamamıştım, belki o zaman tiyatroyla bu kadar ilgilenmediğim içindi. bu okuyuşumda adeta izledim oyunu ve özellikle bazı tiratlar çok etkileyici geldi. tek üzüldüğüm, türkçe çevirisinden sonra orijinalini de okuduğumda fark ettiğim aşırı kötü ve hatta eksik olan çeviriydi. diğer yayınevlerinin çevirilerini de çok beğendiğimi söylemem zor. hiçbir çeviri anlamı tam karşılamıyor çünkü biraz da şiirin doğası bu.

“sanki ağlayan bir ses duydum: 'uyumayın artık!
macbeth uykuyu öldürdü!' -masum uykuyu,
kaygılar yumağını çözen uykuyu,
her günün ölümünü, yorgunlukları yıkayanı"

"methought ı heard a voice cry, “sleep no more!
macbeth does murder sleep”—the innocent sleep,
sleep that knits up the raveled sleave of care,
the death of each day’s life, sore labor’s bath"

susanna tamaro - kökler, yollar ve yitik benler (can yayınları, 104 sayfa)

yazarın yüreğinin götürdüğü yere git isimli kitabı daha ünlü de olsa ben bunu daha çok beğendim. çok çok gençken yazmış olmasına karşın etkileyiciydi. kendini bulmaya çalışan ve bunu kendisinin hiç yaşamamış olduğu ancak aile büyüklerinin oradan geldiğini bildiği bir köye giderek yapmayı deneyen bir gencin geçmişi yeniden çağırdığı düşündüğü, bence yazarın kendisinden çok fazla şey taşıyan naif bir eser. ben hayli keyif aldım.

paulo coelho - the alchemist – (200 sayfa)

evet doğru simyacı, evet doğru yeni okudum. okumaya da niyetim yoktu aslında ablamda ingilizcesi varmış, dedim bir tane de ingilizce çeviri okuyayım. ana hikaye bilindik hatta birçok kültürde farklı hikayelerde geçen bir olay örgüsü var ama ben keyif aldım ve çok da akıcıydı. evet bence de simyacı çok muhteşem olağanüstü bir kitap değil ama gayet tatlı ve okunası.

yiğit bener – öteki kabuslar (can yayınları, 128 sayfa)

kitapçıda hep elim gidiyordu ama cesaret edemiyordum. yazık etmişim. çooook keyifli öyküler vardı, çok severek okuduğumu söyleyebilirim. böceklere adanmış bir sürü hikaye. çeşit çeşit. yazarın kırılma noktası romanını da aldım bir ara da onu okuyacağım. tavsiye edilir.

lawrence durrel – justine (can yayınları, 222 sayfa)

çok uzun zamandır okumak istediğim bir yazardı. sonunda iskenderiye dörtlüsünün ilk kitabıyla başardım. ama belki çok uzun zamandır istediğim için beklenti tavandı ve bu beklentimin karşılanmadığını üzülerek söyleyeceğim. bol bol aşk, cinsellik, bir akdeniz kenti olan iskenderiye’nin güneşli günleri ve başka bir sürü ilginç karakterler konular. başarılı yazılmış olduğuna şüphe yok, anlatım, tasvirler ifadeler inanılmaz şairane. yine de benim tarzım değildi çok. aşk da sıkıyor be bir yeden sonra. 

oğuz atay - oyunlarla yaşayanlar (iletişim yayınları, 90 sayfa)

bu minicik oyunu okuyunca atay’ı tebrik ettim çünkü oynanabilir bir oyun yazmış, sadece öylesine değil yani. ve oldukça etkileyiciydi.

“ey zavallı milletim dinle! su anda hepimiz burada seni kurtarmak için toplanmış bulunuyoruz. çünkü ey milletim, senin hakkında az gelişmiştir, geri kalmıştır gibi söylentiler dolaşıyor. ey sevgili milletim! neden böyle yapıyorsun? neden az gelişiyorsun? niçin bizden geri kalıyorsun? bizler bu kadar çok gelişirken geri kaldığın için utanmıyor musun? hiç düşünmüyor musun ki, sen neden geri kalıyorsun diye düşünmek yüzünden, biz de istediğimiz kadar ilerleyemiyoruz. bu milletin hali ne olacak diye hayatı kendimize zehir ediyoruz. … fakir fukaranın hayatını anlatan zengin yazarlarımıza gece kulüplerinde içtikleri viskileri zehir oluyor. zengin takımının hayatını gözlerimizin önüne sermeye çalışan meteliksiz yazarlarımız da aslında şu fakir milleti düşündükleri için, küçük meyhanelerinde ağız tadıyla içemiyorlar.”

carl gustav jung - dört arketip (metis yayınları, 137 sayfa)

jung’un okuduğum ilk kitabıydı, belki son da olabilir ajhdbkjk. Psikolojiyle çok ilgili olmadığımı söylemeliyim. Ama işte meraktan bir jung’u da okuyalım modundaydım. Aslında keyifliydi denebilir, ben çeviriyi çok beğendim. Yani çok anlaşılır temiz olmuş, bu da okumayı kolaylaştırdı. Farklı farklı denemelerinin derlendiği bir kitap. İlk denemede anne arketipinden bahsediyor ve erkek ve kız çocukta (kızda daha detaylı olmak üzere) anne komplekslerinin olumlu olumsuz nasıl kendini gösterdiğini anlatıyor. İkinci bölüm yeniden doğuşla ilgili, burada önce çeşitlerinden, psikolojideki yerinden sonra da farklı dini mitolojik hikayelerde bunun nasıl yer aldığını anlatıyor. Ancak burada bazı eksik bilgilerini yakaladım Jung’un. Üçüncü kısımda masallarda ruhun hangi değişik biçimlerde ifade edildiğini bunların anlamlarını anlatıyor. Son denemede hilebaz figürü üzerine ki benim az ilgimi çeken kısım bu oldu. Jung’la ilgili eleştirebileceğim çok şey var aslında, bir kere fazla mistik yani bilimden çok fazla uzaklaşıyor. Sonra kendini konumlandırdığı yer şüphe çekici filan filan neyse. Bana ne canım psikolojiciler düşünsün (evet psikolojici, psikolog psikiyatrist ve psikanalist kavramlarını kapsayan bir terim uydurdum.)

muhyiddin şekur - su üstüne yazı yazmak (sufi kitap, 336 sayfa)

Deprem olduğunda bu kitabı okuyor oluşumun da bir anlamı olduğunu hissediyorum. Birkaç gün öncesinde başlamıştım. Uzun zamandır sufizme önyargılı olduğum için okumak istediğim -kendimi aşmak anlamında- ve önyargılı olduğum için de okuyamadığım canımın istemediği bir kitaptı (tam bir paradoks). Ama şimdi anlıyorum ki doğru zamanı şimdiydi, aşkın ne olduğunu hatta uzun süreli bir ilişkinin ne olduğunu bilmeseydim, okuduğumdan pek de bir şey anlamazdım. Her şeyden önce edebi bir tatmin için okunmaz onu söyleyeyim. Mevzunun ne olduğunu merak etmeniz lazım. Müslüman olmuş bir Amerikalının tasavvuf öyküsü denebilir, yaklaşık on yıllık bir süreç ve birçok ilginç şey de öğreniyorsunuz. Tavsiye eder miyim, ilgilisine evet. Dinle islamla mistisizmle tasavvufla ilgilenenlere evet. 

*** 


şuan joyce komasına soktum kendimi dublinliler ve ulysses'i aynı anda okuyorum. bakalım nasıl olacak, okul da başladığı için böyle verimli güzel okumalar yapamayacağım gerçeği üzüyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder