Bu yazının bir kısmını ben daha geçen yaz yazmıştım, düşünün. Geçen gün taslaklarda rastladım. Üçüncü filmi de yazıp hazır hala getirdim. Hepsi popüler filmler ama izlemeyenlere bir fikir vermek ve ilk iki filmi izlemedikleri için bir şey kaybetmediklerini söylemek istiyorum. :D
FIRST LOVE
“Hepimiz için
kalbimizin bir köşesinde sakladığı birileri vardır. Onu düşündüğümüz zaman,
nasıl desem içimizde daime ufak bir acı hissederiz. Ama yine de onu içimizde
korumak isteriz. Onun bugün ne yapıyor olduğunu bilmesem de… Yine de bana böyle
hissettiren o…”
Bir kere filmde Mario oynadığı
için korka korka açıp izledim. Malum, Love on That Day’den ağzımız yanmıştı,
oyunculuk rezil. Ama bu sefer hiç acımayacak takır tukur atlayacaktım zira
elimde tahammül etmemi sağlayacak bir kitap yoktu. :D –Evet, filmi izlerken
kitap okudum- Neyse ki kız çok tatlı, Mario’nun oyunculuğu ise bir parça daha
iyiydi.
Khun Nam, liseye yeni başlayan
bir kızdır. Ancak pek güzel değildir. 3 de arkadaşı vardır ki sırf onların
arkadaşlıkları için izlenebilir bence. :D Genelde komik olaylara neden olsalar
da daha sonradan gelişen olaylar eğer geçmişinizde bu tür bir şey yaşamışsanız
sizi derinden etkileyebilecek bir dereceye varır. Filmdeki en güzel sahne
diyebilirim.
Shone, yani Mario, okulun
futbol takımında olmakla birlikte fotoğrafçılığa ilgi duyan, okulun popüler mi
popüler bir çocuğu. Her zaman nefret etmişimdir şu tür çocuklardan, elime verin
bir kaşık suda boğarım. Hayır, sadece filmlerde değil, gerçekte de nefret
ediyorum o karakterlerden. Oradan hemen MS (Mario Savunucuları) araya girdi.
Neymiş efendim popülermiş ama kendini beğenmiş değilmiş de, yok çok iyiymiş de…
Ne bileyim, itici bulduğum bir şey var çocukta. Bir de biraz salak mı ne? Doğal
olamaya çalışırken yapmacık oluyor gibi. Ya da gerçekten salak asdfghjk *MS
tarafından işkenceyle katledildi*
Konusu ise işte bu Nam’ın
Shone’a olan aşkı –ki ilk aşkı- ve bununla birlikte onun dünyasında gelişen
olaylar diyebiliriz. Hem zamanın hızlı geçmesi iyi bir etkendi, daha az
sıkıyordu. Hem de olaylar uzun bir süre gerçekçi işlenmişti. Filmin en güzel ikinci
sahnesi Nam’ın “Shone adımı biliyoooor!” diye tepinerek sevindiği kısımdı. İlk
aşktaki masumiyetin sevimliliği diyelim.
Ama film için gerçekten
bambaşka bir son olabilirdi diye düşünüyorum. En azından bu film için happy
ending olması gerekmezdi. Çünkü ilk aşkın kendine has duygularını güzelce
anlattıktan sonra fazla klişe ve mantıkdışı bir sona dayanmak benim için zordu.
“İlk
aşk… İlk aşkın güzel olduğunu düşünmemizin nedeni; aşık olduğumuz insanın
yakışıklı, güzel ya da tatlı olması değildir.
İlk
aşk güzeldir; çünkü ilk aşkımızı koşulsuz, masumca, biraz da aptalca severiz.”
Bu replik filmden değil, Answer to 1997’den. Sadece
filmin senaristi ben olsaydım, güzel ve akıllı Nam’ı başka biriyle evlendirir
ve mutlu ederdim. Sonra herhangi bir gün herhangi bir nedenle Nam, ilk aşkı
Shone’u hatırlar ve bu tür bir replikle filmi sona erdirirdim. Bu gerçekçi
ilerleyen film için gerçekçi ve en azından bence gayet güzel bir son olurdu.
SPOILER
Ama onlar ne yaptılar? Yok efendim Shone da en başından
beri Nam’ı seviyormuş, fotoğraflarından defter yapmış blah blah blah. En
sonunda 9 yıl geçtikten sonra bir TV programında buluşmaları, onca yıl Shone’un
Nam’ı beklemiş olması pffftttt aldı beni. Ne yaptılar ettiler yine yeşil çama
bağladılar. Ah ah gidip senarist olacağım en sonunda! :D Bir de kızın görünüşü
nasıl o kadar değişti ya? Rubenstein doğru demiş, “Çirkin kadın yoktur, tembel
kadın vardır.”
SPOILERIN SONU
Sonuç olarak; aşk filmi
seviyorsanız neden olmasın? Sevmiyorsanız da hiç gerek yok hani. :D
Yani “İlk kez aşık oldum."
Evet, oradan bakınca ilk
aşklarla kafayı bozmuş gibi görünüyor olabilirim ama bu film seçimi tamamen
istem dışı oldu. Ayrıca bu filmi izlediğim gün arkadaşlarımdan biri ilk aşk
macerasını anlattı. Cidden içim dışım ‘ilk aşk’ oldu. Bütün bunlar bir işaret
mi? Yoksa biri bana oyun mu oynuyor? asdasda
Bu filmimiz bir sürü klişe
barındırıyor.
Hibino Tsubaki, kendi
halinde, eski moda, inek bir kızdır.
Tsubaki Kyouta ise okulun
popüleri, zekisi, tescilli çapkını vesairesidir.
Ve her zaman olduğu gibi
kader ağlarını örer ve ilk gün çarpışırlar, aynı sınıfa düşmüşlerdir, hatta yan
yana oturuyorlardır. Hatta ve hatta popüler oğlanımız Kyouta gider bu kızla
uğraşır falan filan. Bu aşk filmlerindeki ütopya nasıl bir şey anlamadım ben.
:D
Hibino, lisede bakire olduğu için “vay muhallebi
çocuğu” muamelesi görür, bu işin sadece evlendikten sonra olması gerektiğini
düşündüğü için alaya alınır. Her daim saçı iki örgü dolaşır falan. Tabi ki bu
ilginç karakter Kyouta’nın ilgisini çekmiştir ve kızlar uğraşıp durur. Kız da
taş değil ya, en sonunda aşık oluverir. Lakin bir başka klişe gereği çocuk
ufacık fıçıcık, içi dolu turşucukken annesi tarafından terk edilmiş, bu nedenle
de kadınlara güvenmemektedir. Tsubaki ise yani Hibino olan Tsubaki ise onu
değiştiren kişi olacaktır. Ama değişen sadece Kyouta olmaz tabi ki, Hibino da
–güya- kendini bulur. Ne etkileyici bir son… (!)
Filmin sonu First Love’a
göre daha mantıklı bitse de –çünkü liseden mezuniyeti gösterdiler sadece- geri
kalan bütün bölümündeki sayısız klişeler beni canımdan bezdirdi. Yani klavyeye
kusuyordum az daha. En azından bu sırada arkadaşımla konuşuyor olmak bir parça
daha az sıkılmamı sağladı. :D
DANCE OF THE DRAGON
Çok ünlü bir film, o
yüzden beklentim yüksekti. Maalesef bu yüzden gözümde kayıp giden bir yıldız
oldu adsadsa İki arada bir derede kalan bu filmi sıkılarak izledim. Aslında
düşününce gayet güzel bir filmdi. Ah… Beklenti çok önemli. Filmde tahminim dışında gelişen hiçbir şey olmadı. Ama bu üç filmden birini tavsiye edecek olsam elbette Dance of the Dragon derdim. Diğerleri bu film kıyas edilemez bile.
Filmi çekici kılan
şeylerden biri Jang Hyuk gibi efsane aktörlerden birini yer alması. Kendisine
bu serinin ilkinde bahsettiğim “Windstruck” filmiyle gönü vermiştim. Baktım
hatun da taş, konu da sıra dışı… Konu demişken hala bahsetmedim değil mi?
Tae San küçükken annesini
onu bir tiyatroya götürmüş ve orada dansın büyüsüne kapılmıştır. Bundan sonraki
hayatında da dans etmeye devam etmiştir. Burada insanı izlemek için bir tık
daha ileriye götüren etken, en azından benim için, erkek bir çocuğun
hayallerini dansın süslemesiydi. Bilindiği üzere bu genellikle kızlara has bir
hayaldir asdasda
Ama tabi ki önünde bir
engel vardır, babası. 10 yılını sırf babası istedi diye fabrikada çalışarak
geçirir ama bir gün… Ding!!! Ünlü bir dans okulunun seçmelerine çağrılmıştır.
Ve dans okulunun öğretmeni eski bir şampiyon olan Emi’dir. (Fann Wong) Tabi
ateşler barut, esas kızla esas oğlan yan yana durmaz. Ne var ki Emi’nin dövüş
ustası bir kocası vardır. Tae San’dan hoşlanmaz ve onunla bir anlaşma yapar.
Bakalım Tae San dansı kitaplardan öğrendiği gibi, dövüşmeyi de öğrenecek mi?
Evet, bu kadar. Bakalım sırada ne var? Ama şimdilik görüşmek üzere!
First Love'ı zamanında (13 yaşındayken fdhjgffd) çok sevmiştim. Yani romantik komedi, genç işi falan... Hala da sevdiğim bir filmdir. Ne zaman sıkılsam, açar bakarım. Çünkü masumiyet var, sonu da iyi bitiyor ama ya Kyou Koi wa bilmem ne bilmem ne? Asuko March'tan sevdiğim bir çift oldukları için bakmıştım da, harbiden bu mu yani? Klişelerle doluydu... Beğenmedim arkadaşım, beğenmedim. :3
YanıtlaSilDance of the Dragon da hala izlemem için arşivde beni bekliyor, bir gün izlerim artıkın dsfhjgd
Masumiyet olduğu konusunda kesinlikle katılıyorum, dediğim gibi finaldeki basitlik olmasa tavsiye edeceğim bir film olabilirdi.
SilAh... O filmden hiç bahsetme, eğğğkkk
Dance of the Dragon izlenebilitesi olan bir film ama beklentiyi düşür ki filmi gerçekten beğen :D