Perşembe, Şubat 06, 2014

Üçü Bir Arada: Uzakdoğu Sineması #3

Bu yazının bir kısmını ben daha geçen yaz yazmıştım, düşünün. Geçen gün taslaklarda rastladım. Üçüncü filmi de yazıp hazır hala getirdim. Hepsi popüler filmler ama izlemeyenlere bir fikir vermek ve ilk iki filmi izlemedikleri için bir şey kaybetmediklerini söylemek istiyorum. :D

FIRST LOVE


“Hepimiz için kalbimizin bir köşesinde sakladığı birileri vardır. Onu düşündüğümüz zaman, nasıl desem içimizde daime ufak bir acı hissederiz. Ama yine de onu içimizde korumak isteriz. Onun bugün ne yapıyor olduğunu bilmesem de… Yine de bana böyle hissettiren o…”

Bir kere filmde Mario oynadığı için korka korka açıp izledim. Malum, Love on That Day’den ağzımız yanmıştı, oyunculuk rezil. Ama bu sefer hiç acımayacak takır tukur atlayacaktım zira elimde tahammül etmemi sağlayacak bir kitap yoktu. :D –Evet, filmi izlerken kitap okudum- Neyse ki kız çok tatlı, Mario’nun oyunculuğu ise bir parça daha iyiydi.

Khun Nam, liseye yeni başlayan bir kızdır. Ancak pek güzel değildir. 3 de arkadaşı vardır ki sırf onların arkadaşlıkları için izlenebilir bence. :D Genelde komik olaylara neden olsalar da daha sonradan gelişen olaylar eğer geçmişinizde bu tür bir şey yaşamışsanız sizi derinden etkileyebilecek bir dereceye varır. Filmdeki en güzel sahne diyebilirim.

Shone, yani Mario, okulun futbol takımında olmakla birlikte fotoğrafçılığa ilgi duyan, okulun popüler mi popüler bir çocuğu. Her zaman nefret etmişimdir şu tür çocuklardan, elime verin bir kaşık suda boğarım. Hayır, sadece filmlerde değil, gerçekte de nefret ediyorum o karakterlerden. Oradan hemen MS (Mario Savunucuları) araya girdi. Neymiş efendim popülermiş ama kendini beğenmiş değilmiş de, yok çok iyiymiş de… Ne bileyim, itici bulduğum bir şey var çocukta. Bir de biraz salak mı ne? Doğal olamaya çalışırken yapmacık oluyor gibi. Ya da gerçekten salak asdfghjk *MS tarafından işkenceyle katledildi*

Konusu ise işte bu Nam’ın Shone’a olan aşkı –ki ilk aşkı- ve bununla birlikte onun dünyasında gelişen olaylar diyebiliriz. Hem zamanın hızlı geçmesi iyi bir etkendi, daha az sıkıyordu. Hem de olaylar uzun bir süre gerçekçi işlenmişti. Filmin en güzel ikinci sahnesi Nam’ın “Shone adımı biliyoooor!” diye tepinerek sevindiği kısımdı. İlk aşktaki masumiyetin sevimliliği diyelim.

Ama film için gerçekten bambaşka bir son olabilirdi diye düşünüyorum. En azından bu film için happy ending olması gerekmezdi. Çünkü ilk aşkın kendine has duygularını güzelce anlattıktan sonra fazla klişe ve mantıkdışı bir sona dayanmak benim için zordu.

İlk aşk… İlk aşkın güzel olduğunu düşünmemizin nedeni; aşık olduğumuz insanın yakışıklı, güzel ya da tatlı olması değildir.
İlk aşk güzeldir; çünkü ilk aşkımızı koşulsuz, masumca, biraz da aptalca severiz.”

Bu replik filmden değil, Answer to 1997’den. Sadece filmin senaristi ben olsaydım, güzel ve akıllı Nam’ı başka biriyle evlendirir ve mutlu ederdim. Sonra herhangi bir gün herhangi bir nedenle Nam, ilk aşkı Shone’u hatırlar ve bu tür bir replikle filmi sona erdirirdim. Bu gerçekçi ilerleyen film için gerçekçi ve en azından bence gayet güzel bir son olurdu.

SPOILER

Ama onlar ne yaptılar? Yok efendim Shone da en başından beri Nam’ı seviyormuş, fotoğraflarından defter yapmış blah blah blah. En sonunda 9 yıl geçtikten sonra bir TV programında buluşmaları, onca yıl Shone’un Nam’ı beklemiş olması pffftttt aldı beni. Ne yaptılar ettiler yine yeşil çama bağladılar. Ah ah gidip senarist olacağım en sonunda! :D Bir de kızın görünüşü nasıl o kadar değişti ya? Rubenstein doğru demiş, “Çirkin kadın yoktur, tembel kadın vardır.”

SPOILERIN SONU

Sonuç olarak; aşk filmi seviyorsanız neden olmasın? Sevmiyorsanız da hiç gerek yok hani. :D  


             

KYOU KOI WO HAJIMEMASU 


Yani “İlk kez aşık oldum."                                                                                                                                                              
Evet, oradan bakınca ilk aşklarla kafayı bozmuş gibi görünüyor olabilirim ama bu film seçimi tamamen istem dışı oldu. Ayrıca bu filmi izlediğim gün arkadaşlarımdan biri ilk aşk macerasını anlattı. Cidden içim dışım ‘ilk aşk’ oldu. Bütün bunlar bir işaret mi? Yoksa biri bana oyun mu oynuyor? asdasda

Bu filmimiz bir sürü klişe barındırıyor.
Hibino Tsubaki, kendi halinde, eski moda, inek bir kızdır.
Tsubaki Kyouta ise okulun popüleri, zekisi, tescilli çapkını vesairesidir.
Ve her zaman olduğu gibi kader ağlarını örer ve ilk gün çarpışırlar, aynı sınıfa düşmüşlerdir, hatta yan yana oturuyorlardır. Hatta ve hatta popüler oğlanımız Kyouta gider bu kızla uğraşır falan filan. Bu aşk filmlerindeki ütopya nasıl bir şey anlamadım ben. :D

Hibino,  lisede bakire olduğu için “vay muhallebi çocuğu” muamelesi görür, bu işin sadece evlendikten sonra olması gerektiğini düşündüğü için alaya alınır. Her daim saçı iki örgü dolaşır falan. Tabi ki bu ilginç karakter Kyouta’nın ilgisini çekmiştir ve kızlar uğraşıp durur. Kız da taş değil ya, en sonunda aşık oluverir. Lakin bir başka klişe gereği çocuk ufacık fıçıcık, içi dolu turşucukken annesi tarafından terk edilmiş, bu nedenle de kadınlara güvenmemektedir. Tsubaki ise yani Hibino olan Tsubaki ise onu değiştiren kişi olacaktır. Ama değişen sadece Kyouta olmaz tabi ki, Hibino da –güya- kendini bulur. Ne etkileyici bir son… (!)

Filmin sonu First Love’a göre daha mantıklı bitse de –çünkü liseden mezuniyeti gösterdiler sadece- geri kalan bütün bölümündeki sayısız klişeler beni canımdan bezdirdi. Yani klavyeye kusuyordum az daha. En azından bu sırada arkadaşımla konuşuyor olmak bir parça daha az sıkılmamı sağladı. :D



DANCE OF THE DRAGON


Çok ünlü bir film, o yüzden beklentim yüksekti. Maalesef bu yüzden gözümde kayıp giden bir yıldız oldu adsadsa İki arada bir derede kalan bu filmi sıkılarak izledim. Aslında düşününce gayet güzel bir filmdi. Ah… Beklenti çok önemli. Filmde tahminim dışında gelişen hiçbir şey olmadı. Ama bu üç filmden birini tavsiye edecek olsam elbette Dance of the Dragon derdim. Diğerleri bu film kıyas edilemez bile. 

Filmi çekici kılan şeylerden biri Jang Hyuk gibi efsane aktörlerden birini yer alması. Kendisine bu serinin ilkinde bahsettiğim “Windstruck” filmiyle gönü vermiştim. Baktım hatun da taş, konu da sıra dışı… Konu demişken hala bahsetmedim değil mi?

Tae San küçükken annesini onu bir tiyatroya götürmüş ve orada dansın büyüsüne kapılmıştır. Bundan sonraki hayatında da dans etmeye devam etmiştir. Burada insanı izlemek için bir tık daha ileriye götüren etken, en azından benim için, erkek bir çocuğun hayallerini dansın süslemesiydi. Bilindiği üzere bu genellikle kızlara has bir hayaldir asdasda

Ama tabi ki önünde bir engel vardır, babası. 10 yılını sırf babası istedi diye fabrikada çalışarak geçirir ama bir gün… Ding!!! Ünlü bir dans okulunun seçmelerine çağrılmıştır. Ve dans okulunun öğretmeni eski bir şampiyon olan Emi’dir. (Fann Wong) Tabi ateşler barut, esas kızla esas oğlan yan yana durmaz. Ne var ki Emi’nin dövüş ustası bir kocası vardır. Tae San’dan hoşlanmaz ve onunla bir anlaşma yapar. Bakalım Tae San dansı kitaplardan öğrendiği gibi, dövüşmeyi de öğrenecek mi?



Evet, bu kadar. Bakalım sırada ne var? Ama şimdilik görüşmek üzere!


2 yorum:

  1. First Love'ı zamanında (13 yaşındayken fdhjgffd) çok sevmiştim. Yani romantik komedi, genç işi falan... Hala da sevdiğim bir filmdir. Ne zaman sıkılsam, açar bakarım. Çünkü masumiyet var, sonu da iyi bitiyor ama ya Kyou Koi wa bilmem ne bilmem ne? Asuko March'tan sevdiğim bir çift oldukları için bakmıştım da, harbiden bu mu yani? Klişelerle doluydu... Beğenmedim arkadaşım, beğenmedim. :3

    Dance of the Dragon da hala izlemem için arşivde beni bekliyor, bir gün izlerim artıkın dsfhjgd

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Masumiyet olduğu konusunda kesinlikle katılıyorum, dediğim gibi finaldeki basitlik olmasa tavsiye edeceğim bir film olabilirdi.
      Ah... O filmden hiç bahsetme, eğğğkkk
      Dance of the Dragon izlenebilitesi olan bir film ama beklentiyi düşür ki filmi gerçekten beğen :D

      Sil