Bir
Zamanlar Anadolu’da, Nuri Bilge Ceylan'ın altıncı uzun metraj filmi Cannes
Uluslararası Film Festivali'nde Grand Prix
(Altın Palmiye'den sonra ikinci büyük ödül kabul ediliyor) ödülünü
kazandı. Filmin ana temasını belirlemek biraz güç olabilir fakat benim
değerlendirmemde bu film, insan ve doğa çatışması bağlamında hayat ve ölüm
ikiliğini ironik bir dille anlatıyor.
Ceylan bir
röportajında "Hem bizim toplumumuzda hem de batılı toplumlarda ölüm izole
edilmiştir." diyor. Filmdeki senaryoyu ele aldığımızda ilk başta detektif hikâyelerine
benzer bir suçun ana çatışma olduğu düşünülecektir. Aslında ironi tam olarak buradadır,
aranan kişi katil değil kurbanın cesedidir. Bu kayıp, görünmeyen, gömülü ceset
(bu sıfatlar önemli) bir grup adam tarafından gecenin bir yarısı, uçsuz
bucaksız tepelerde aranıyor. Şöyle bir yorum getirmek mümkün; ölüm, toplumsal
kodlar ya da günlük yaşam rutinleri tarafından bastırılmış durumda.
Temsilleri
bu bağlamda inceleyecek olursak, filmin büyük bir kısmı gecede geçiyor, birçok
kültürde karanlık ölümü, bilinmeyeni ve bilinemeyeni temsil eder. Gündüz ve ışık ise bilineni, bilgiyi temsil
eder. Mesela aklın, bilimin ve medeniyetin çağı kabul edilen aydınlanmayı ele
alalım. Işık ve aydınlık bize bunları hatırlatır. Elbette bütün bunların
kurulmuş, inşa edilmiş semboller olduğunu unutmamak gerek. Filmden örnek
verirsek, kocaman karanlık dağlar arasındaki arabaların minik ışıkları doğa ve insan
arasındaki mücadeleyi gösteriyor sanki.
Kasabadakiler
ölüme daha aşina gibi görünüyor. Arap Ali'nin kavunları cesedin yanına büyük
bir rahatlıkla çekinmeden koyması hiçbir iğrenme ya da korku hissetmediğini
gösteriyor. Ya da muhtarın morg istemesi kokan bedenlerden şikâyet etmesi bile
başlı başına ilginç. Belki şehirli diyebileceğimiz daha eğitimli insanların
ölümle daha büyük sıkıntıları var, mesela savcının.
Cinayet
bizi direk ölüme götürse de filmdeki tek unsur o değil. Filmin boyunca
süregiden savcının hikâyesi de aslında ölümle ilgilidir. Savcı geçmişiyle
ilgili yalan söylemek istese de yüzünde yara izleri karanlık bir geçmişin ipucunu
bizlere göstermektedir. Doktor savcının ısrarlarına karşısında bu ölümün bir
nedeni olduğunu ne kadar ısrar etse de, aslında savcının bu denli profesyonelce
olmayan tavrı - otopsi yaptırmamış olması- bir başka ironik noktadır. Burada
bize gösterilmek istenen durum ise profesyonelliğin ya da rasyonalitenin
sevilen birinin ölümü karşısında çaresiz kalmasıdır.
Köpeği iki
kez görüyoruz, ilkinde kurban henüz hayattayken, ikincisinde kurbanın bedeni
bulunmadan hemen önce. Siyah köpek birçok kültürde ölümü temsil eder, özellikle
Avrupa mitolojilerinde. En ünlüsü Yunan mitolojisindeki Kerberus'tur, Hades'in
tazısı. Seyirci köpeği ikinci görüşünde cesedin orada olduğunu anlar.
Yaşam ise hareket
eden şeylerde bize sunulmuştur; farları yanan arabalarda, nehir boyu yuvarlanan
elmada, rüzgârın uçurduğu poşette. Elektrik kesintisi yüzünden karanlıkta
oturduklarında, muhtarın kızı bir kandille gelir, odaya ışık ve hayat getirir,
uykularından uyandırır. Ceset sabah bulunur çünkü bilgi ışıkla gelir. Ölen
cesedin karşısında yapılan espri (Savcının Clark Gable esprisi) yaşama doğru
bir teşebbüstür.
Zaman ve mekân bir
filmin sahnesini/dekorunu (setting) incelemede
iki temel araçtır. Mekân western filmlerini çağrıştırmaktadır. Çıplak dağlar,
uzun yollarla kırsal bir alan “terra
incognita” denilen hiçbir yerde olduğumuz hissini veriyor. Canlılık
belirtisi bir ses ya da hareket eden bir şey yok. Her yer sessiz ve sakin. Bir
çöl gibi, Anadolu stepleri “hiçbir
yerinde ortasında” ymışız gibi hissettiriyor.
Filmin ilk seksen
dakikası, gece yerleşim yerlerinden çok
uzakta ve bu karanlıkta geçmektedir. Aynı zamanda bilinmezlik, belirsizlik,
güvensizlik anlamına da gelen bu “karanlık” pek çok şeyi gizliyor. Yaklaşık on
erkekle birlikte kafa karıştırıcı bu yerde bir ceset aramak ironik görünüyor.
İşaret, iz ya da tabela yok, ağaç bile yok diyebiliriz. Filmin sitesinde, şu
pasaj var: "Kasabalarda hayat, bozkırın ortasında sürdürülen yolculuklara
benzer. Her tepenin ardında "yeni ve farklı bir şey" çıkacakmış
duygusu, ama her zaman birbirine benzeyen, incelen, kıvrılan, kaybolan veya
uzayan tekdüze yollar..."
Film zaman zaman küçük
bir kasabada bürokratlar arsındaki güç hiyerarşisi ve onun yarattığını nefreti
izletirken bir satirik komediye dönüşür. Bu güç ilişkileri erkekler üzerinde
bir baskı da inşa eder. Savcıyı prostat olduğunu ima ederek aşağılarlar, doktor
otopsi sırasında kendisinin karar veren otorite olduğunu göstermek ister,
bahsettiğimiz Western filmlerindeki erkeklik mitine de gönderme ise bu
noktalarda ortaya çıkar.
Peki ya filmde
kadının rolü nedir? İlk bakışta önemli bir kadın karakterin olmadığı görüntüsü
sizi yanıltmasın. Ne olduğumuzu ne olmadığımız üzerine kurarız. Bir kendilik
inşası için bir diğer/öteki fikrine ihtiyaç duyarız. Filmde kadının olmayışı,
erkek olmanın anlamını ve önemini de zayıflatır. Bir sürü erkeğin arasında
erkek olmanın bir anlamı yoktur.
Kadınların ekranda
çok fazla görünmese de film boyunca çok etkili olduklarını görmek mümkün. Bütün
çatışmalar kadın merkezlidir; bu durum komiserin sözlerinde de açıkça dile
getirilir, doktorun boşandığı eşi, komiserin azar işittiği karısı, savcının
ölümüne neden olduğu eski karısı ve elbette onun için cinayet işlenen kadın.
Film noir'daki
motiflere oldukça benzer kadın figürleri kullanılmış. Gülizar, kurbanın karısı,
sadece suçun merkezinde değil, aynı zamanda yerel bir “femme fatale” olarak adlandırabileceğimiz bir kadındır. Çekici, baştan çıkarıcı ve gizemli. Gülizar'ın
sonlanmasına neden olduğu evlilik bile onun yerel “femme fatale” olarak bağımsızlık talep etmesine uygun görünüyor.
Cemile ise
masumiyetin vücut bulmuş hali gibidir. Film noir'daki komşu kızı “girl-next-door” tiplemesine uyar. Bir
melek gibi güzel, becerikli, tanıdık, güvenilir. Cemile katile çay verdiğinde,
katil ağlamaya başlar. İyilik perisi gibi ortaya çıkan merhametli, ayrım
yapmayan davranışından dolayı katilin pişmanlığı yüzeye çıkar ve ağlama bir tür
nedametin göstergesidir.
Yaşam ve ölüm, bu
iki kadının temsilinde sunulan bir ikilik olarak kendini gösterir. Gülizar,
yerel “femme fatale”, cinayetin
sebebidir ve ölümü getirir. Cemile ise yaşamdaki masumluğu, gençliği ve saf bir
güzelliği sergiler.
Işıklandırma da iki
zıtlığı anlatmak için kullanılır. Medeniyeti simgeleyen araba farları karanlık
bilinmeyen doğanın içinde ne kadar küçüktür, bu tasvir insanın yetersizliği ve
acizliği olarak da yorumlanabilir. Belirsizlik bütün filme sarar. Gömülen
cesedin yeri, savcının geçmişi, hatta asıl amacı bu olduğu halde otopsi bile
gizemleri ortadan kaldırmaz. Işığın hep yetersiz olduğu uzun gece çekimleri
karamsarlık hissini arttırır.
Doktor tuvalet
ihtiyacını görmek için uzaklaştığında, bir şimşek geceyi aydınlatır ve antik
bir heykeli ortaya çıkarır. Hiçbir şey göründüğü gibi değildir, gecenin
karanlığı çok şeyleri gizler ve bazı şeyler bilinmediğinde daha iyidir.
Kapanış sahnesinde,
otopsi devam ederken, bir yandan çıkarılan organların sesini duyarız, öbür
yandan ise pencereden bakan doktorla birlikte bahçede oynayan çocukların
sesini. Bu iki ses, ölümün ve yaşamın sesi birbirine karışır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder