7 kitaptan bahsettiğim için uzun bir yazı oldu. Solo
kitap yazılarımda haklarında bir ton zırvalamak bana zor geliyor. (Sanki şimdi az zırvalamışım gibi.) Ben de bu işi
aylık yapsaydım dedim. Keşke daha önce aklıma gelseydi bu. Neyse, geçen
aylardan sevdiklerimi de yazarım bir ara.
Bu yazdıklarım dışında 3 kitap daha okudum ama şimdi onlar
hakkında yazmak istemiyorum. Çünkü çok uzun oldu. Şubat’ın bir kısmı tatile
denk geldiği için bence o yazı daha renkli geçecek. Şimdi diyeceksiniz Ocak
ayının da bir kısmı tatil değil miydi? Öyleydi ama sağa sola gitmekle geçtiği
için çok parlak değildi. :D
Solmaz Kamuran - MACAR: Tefrika-i Müteferrika
Bu kitabı uzun uzun anlatmıştım geçen ay. Bakmak için
buyurun.
Recaizade Mahmut Ekrem - ARABA SEVDASI
Tanzimat’ın ikinci dönem
sanatçılarında Recaizade’nin bu kitabı “ilk realist roman” olma özelliği ile
diğer eserlerinden ayrılır ki bu özelliği onu okumak istemem de en önemli etken.
Ayrıntılı betimlemelere geniş yer verilen romanda realizmin etkiler açıkça
görülüyor. Kitap her ne kadar Çamlıca’nın sayfalar sürenin tasviriyle başlasa
da bu Recaizade için sadece “kabaca tanımlanmış” demektir. :D Aynı zamanda
“Sanat sanat içindir.” anlayışını benimsediği için dili de ağır ve süslü.
Romanın ana karakteri olan
Bihruz Bey üzerinden yanlış batılılaşma trajikomik bir şekilde işlenir. Ama bu
sefer teknik açıdan, diğerlerine göre çok daha başarılı, çok daha “roman”dır. Ahmet
Mithat Efendi’nin Felatun Bey’i ile çok benzer özelliklere sahip olan, dönemin
hızına kendince ayak uydurmaya çalışan Bihruz Bey tam bir Fransız hayranıdır.
Türkçe’yi yetersiz bulmaktadır ama Fransızca’ya da çok hâkim olmadığı için
ikisinin karışımı bir şekilde konuşur, cebinde Fransızca sözlük taşır. Zaman
zaman da yanlış kelimeler kullanarak gülünç durumlara düşer. Hayat felsefesi
yoktur, tek amacı arabasıyla gezmek, keyfine bakmaktır. Yine bir gün arabasıyla
gezerken, oldukça lüks bir arabanın içinde bir kadın görür ve o andan itibaren
hayatının merkezine o kadını koyar. Bundan sonrası günümüzden çok da farklı
sayılmaz, yalnız görüntüsünü bilen Bihruz Bey, gördüğü kadına kendi kafasındaki
karakteri, özellikleri verir ve onun kendi zihnindeki görüntüsüne aşık olur.
Kitabın sonunda söz konusu kadın olan Periveş Hanım’ın arabayı sadece kiralamış
kötü bir kadın olduğu anlaşılınca Bihruz Bey’in aşkı bir anda buharlaşıp havaya
karışır.
Ben bu romanın Tanzimat dönemi
romanları içerisinde en başarılı “isme sahip olduğunu düşünüyorum. Çünkü “Araba
Sevdası” başlığı Bihruz Bey’in hem kendi arabasına olan sevgisini, hem âşık
olduğunda onun da Periveş Hanım’ın da arabada olmasını hem de aslında
sevdalandığının kadın değil onun lüks arabası olduğunu, araba sevdası olduğunu
anlatan, zekice konulmuş bir isim.
Kemal Ural - BİR’İN SIRRI
Kitabı görenler önce bir “Ne
oluyor ya?” moduna giriyorlar, ki ben de onlardan biriyim. Ama korkmayın
gençler, sadece sayfaları kalın. 700 gibi görünse de sadece 523 sayfa ve
yazıları oldukça iri. Kitabın kapağı daha ilgi çekici yapılabilirdi bir de.
Peki benim neden ilgimi çekti? Açıkçası “şu yüzden” diyemem ama çekti işte. Sık
sık “bırak şu kitabı” dediler ama pişman değilim ben. Nietzsche’den Mevlana’ya,
Pink Floyd’dan Albert Camus’a, Goethe’den Bernard Shaw’a ilginç ötesi geçişler
yapan, konsepte ihtiyaç duymayan ve zaten belli bir konusu olmayan bir kitap. Sizin
de konuya konuya atlayan bir zihniniz varsa eminim sıkıntı yaşamazsınız. Zaman
zaman sıkılsam da her sayfasından bir sürü alıntı yapmak istediğim bir kitap. Kemal
Ural haddinden fazla, belki binlerce kitap okumuş ama en sonunda tek BİR sonuca
varmış.
“En önemli
noktalama işaretidir soru işareti. En sarsıcı sorularsa
insanın kendiyle baş başa yaşadığı yerde sorulur; iç dünyasında... Peki, neden soru sorar kendine insan?
Yüzleşmek istediği bir cevap mı vardır, kendine itiraf etmediği?
Kemal Ural
"Bir'in Sırrı"nda, inanç ve inançsızlık vadileri arasında gidip gelen insanın tereddütlerini
kucaklıyor. Kucaklıyor, diyoruz; çünkü
hayatın anlamını arayan ya da anlam
veremeyenleri yargılamıyor kitap. Dahası insanın asırlarca içinde sürüklendiği ırmağa bir dal uzatıp tutunmasını istemiyor sürüklenenlerden; elinizdeki küreklere
işaret ediyor yalnız.
“Düşüncenin ilk yapacağı şey, evrendeki birliği, "bütün"le"parça"nın iç içeliğini görmek, dış görünüş üstünden perdeyi aralayıp hakikati sezmekir. "Bilmek", "bütün"ü kavramaktır. "Bütün kavranmazsa parçalar gözden kaçar." diyor Kemal Ural.
Birin Sırr, görerek, bilerek, farkında olarak yaşamak isteyenlerin elinden bırakmayacağı bir kitap. Bu kitap, hayatın fotoğrafını sonsuz gerçeğin sınırına taşımaya çalışıyor.”
“Düşüncenin ilk yapacağı şey, evrendeki birliği, "bütün"le"parça"nın iç içeliğini görmek, dış görünüş üstünden perdeyi aralayıp hakikati sezmekir. "Bilmek", "bütün"ü kavramaktır. "Bütün kavranmazsa parçalar gözden kaçar." diyor Kemal Ural.
Birin Sırr, görerek, bilerek, farkında olarak yaşamak isteyenlerin elinden bırakmayacağı bir kitap. Bu kitap, hayatın fotoğrafını sonsuz gerçeğin sınırına taşımaya çalışıyor.”
(Tanıtım bülteninden…)
Kitabı okurken sürekli “Peki
neymiş BİR’in sırrı?” diye sordular. Ben de “Bilmiyorum ki.” dedim. Aslında tek
düşündüğüm cevabın yoruma açık olmasıydı. Dolayısıyla okuyup siz karar verin bu
sırrın ne olduğuna…
José Mauro De Vasconcelos - GÜNEŞİ UYANDIRALIM
Şimdiye kadar okumadığım için büyük bir pişmanlık
duyduğum bir kitap. Peki “Şeker Portakalı” gibi bir eserin devamı olan bu
kitabı diye okumadım şimdiye kadar? Korktum sevgili okuyucular, hayal kırıklığı
yaşamaktan ve Zeze’nin anlamını yitirmesinden korktum. Ama boşunaymış,
Vasconcelos en az “Şeker Portakalı” kadar değerli bir kitap yazmış. Devamı olan
“Delifişek” de şuan listemde, fırsat bulunca okuyacağım. Ama kalbim bu sefer
dayanamayabilir…
Bu kez bir “Şeker Portakalı” yok ama bu sefer Zeze’yi
büyüten, kendini bulmasını sağlayan başka biri var. Bay Adam… O Zéze’nin
yüreğinde yaşayan bir kurbağa… Fazla söze hacet yok, alıntılarla devam edelim
bence.
***
"Neye yarar Adam? Beni işitiyor musun? Konuş, Adam.
Öğret bana yeniden güneşi uyandırmayı. Devam etmek, ilerlemek, gelip geçmek
zorunluluğunu kabul etmeyi. İlerlemek ve güneşi uyandırmak, güç değil mi Adam?
Yalvarırım, bunu senden son kez istiyorum, yanıt
ver; büyük insanlar güneşi nasıl uyandırabilirler? Yalnızca bu kez.”
“İyi ya Adam, büyükler güneşi uyandırmayı bilmezler. Öyleyse Tanrı'nın iyiliği, yarın olur da, güneşi uyandırıverir. Tüm dingin sonsuzluk için yaptığı gibi.
"Bir çocuk yüreği, unutur
ama bağışlamaz."
"Acı korkunç bir şeydi! Neden
bir anda geliyordu, neden büyük bir acı, geldiği gibi hemen geçmiyordu?"
“-Önemli olan Zezé, hayatın
güzel olduğunu ve yüreğimizde ısıttığımız bütün bu güzellikleri arttırmak için,
onların Tanrı tarafından bize verildiğini keşfetmen.
-Ağlamakla güneşimin ışınlarını ıslattığımı mı söylemek istiyorsun?
-Tabi. Güneşin soğumasına fırsat vermemek için geldim. Yalan mı?"
-Ağlamakla güneşimin ışınlarını ıslattığımı mı söylemek istiyorsun?
-Tabi. Güneşin soğumasına fırsat vermemek için geldim. Yalan mı?"
“Konuşmadan konuşmanın bir yolu bulunamaz mı?”
“Ruhumun yalnızlığını
keşfeden ilk öğretmen o olmuştu. Gözleri hüzünden ve kayıtsızlıktan başka şey
yansıtmayan, anlaşılmamış çocuğun üzüntüsünü ilk keşfedendi.”
“Tırnağıyla, duvara, iki
yüreği delip geçen aşkın ateşlediği bir ok çizdi. Pek başarılı değildi bu
yürekler, çünkü Dolores resimde çok başarısız olduğunu bana hep itiraf etmişti.
Ama yüreklerin bir parça eğri büğrü oluşunun ne önemi vardı? Önemli olan, onun
eşsiz niyetiydi.”
“Daha da büyük olan bir
başkasından söz etmek istiyorum. Yüreğimizde doğan güneşten. Umutlarımızın
güneşinden. Düşlerimizi de uyandırmak için göğsümüzde doğan güneşten.”
"Başka bir hayatta düğme
olarak doğmak istiyorum. Ne düğmesi olursa. Külot düğmesi bile. İnsan olmaktan
ve bir zavallı gibi acı çekmekten iyidir."
“Bu kez gözlerim yaşlara boğulmuştu. Umutsuzluğuma ve bırakılmışlığıma
ağlıyordum. Çok küçük ve çok narin oluşuma ve hiçbir şey yapamayışıma...”
“Benim istediğim hiçbir şey düşünmeden, bir bağlantıya girmeden
gitmekti, gitmek. Hayat, kişinin hiç durmadığı, birbirini izleyen bir trenler,
yollar, gemiler dizisiymiş gibi. Derdimi anlatamıyordum. Gitgide daha uzağa
gitme isteği. Ama kişinin hiç dönmeyeceği bir uzağa. Hep ilerlemek…”
“Yeniden bir çocuğum. Düş kuran bir çocuk. Yalnız bir
çocuk. Niçin büyümeli? İstemiyorum. Hiçbir zaman istemedim. Ama zaman durdu, ben
devam ettim. Aslında kimse insanların acıya dayanma gücünü bilemez. Tek bilen
kendi yüreğimizdir. Ama neye yarar?”
"Küçüğüm,
hayat böyledir. İnsanlar hep çekip giderler. Yürek unuttuğundan ve pişmanlıklar
öldüğünden değil. Birtakım şeyler, sevecenliğimizde kalmayı sürdürür hep. Ama
insanlar gerektiği anda gitmek zorundalar."
“Önemi
yok, kendim için şarkı söylemeyi sürdüreceğim, çünkü ne mutlu bana ki hala
pişmanlık sözcüğünün ne anlama geldiğini biliyorum."
“Unut Zeze, bir işe yaramaz. Yavaş yavaş unutacaksın, yeniden düşününce
de her şey öylesine uzakta olacak ki artık hiç acı çekmeyeceksin.”
Ruta Sepetys - GRİ GÖLGELER ARASINDA
“1941 yılının ilkbaharında Lina, sanat okulunda öğrenim görmeye, ilk
erkek arkadaşıyla buluşmaya ve sıcak yaz günlerine hazırlıyordu kendini. Fakat
bu naif heyecanlar yerini endişeye, korkuya, mutsuzluğa bırakacaktı. Bir akşam
Sovyet gizli polisinin evlerine baskın düzenlemesi üzerine annesi ve kardeşiyle
Sibirya’ya sürgün edilen ailesinden geriye, tıpkı evlerinde bıraktıkları cam
kırıkları gibi paramparça olmuş hayatlar kaldı.”
(Editörün yazısı…)
Sürgünde geçen uzun, korku,
acı dolu yıllar ve yine de insanların kalplerinde yaşamaya devam eden umutlar… Sürükleyici,
acı dolu bir kitaptı. Çok edebi bir dili yoktu ya da ilginç bir konusu… Sadece
okuduklarınızın gerçek olduğunu bilmek… İnsanı en çok etkileyen, üzen, hatta
ağlatan şey bu. Bir kurguya ağlamak saçma olabilir ama gerçek bir hikâyeye
değil.
Kitabın üzerinde bulunan
alıntı, kitaptaki en can alıcı cümleydi.
"Bir insan hayatının bedeli nedir, hiç
merak ettiniz mi?
O sabah, kardeşim Jonas’ın hayatı bir cep saati değerindeydi."
O sabah, kardeşim Jonas’ın hayatı bir cep saati değerindeydi."
Cengiz Aytmatov - BEYAZ GEMİ
En sevdiğim Türk yazarlardan biri. (Kırgızlar da Türk
sonuçta.) Uzun hikaye de denilebilir “Beyaz Gemi” için. Baştan sona insanın
içine dokunan bir hikaye hem de.
“Masalla gerçeği birleştiren bir eserdir. Geçmişi temsil eden
dede ile geleceği temsil eden çocuk arasında dramatik bir ilişki kurarak insan
duygu ve düşüncelerine kendine has yorumlar getirilir. Adı eserde hiç geçmeyen
çocuğun saf ve temiz dünyasından, hayatın acı ve çıplak gerçeğine uzanan bir
roman kurgusu meydana çıkarılır. Aytmatov'un, edebiyat âleminde geniş akisler
uyandıran, uzun yıllar tartışılan, verilmek istenen mesajla yaratılan tiplerin
büyük bir uyum sağladığı eserlerinden biridir.”
Gerçekten
o kadar farklı yorumlar almış ki Aytmatov, kitabın son kısmında kendi yazdığı
bir açıklama, düşünceleri bile yer alıyor. En sonunda da çok etkileyici bir
soru sormuş Aytmatov, sondaki anlamlar gibiydi sorusu da, içim titredi.
“Ama durmadın
gittin. Hiçbir zaman balık olamayacağını biliyor muydun? Isık-Göl’e kadar
yüzemeyeceğini, oradan beyaz gemiyi göremeyeceğini, ona ” Merhaba, beyaz gemi,
ben geldim” diyemeyeceğini düşünmedin mi küçük çocuk?
Ama bir şeyi
rahatça söyleyebilirim: çocuk ruhunun bağdaşamadığı her şeyi reddettin sen.
İşte bunun için avunuyorum. Bir kez çakıp sönen bir şimşek gibi yaşadın sen.
Şimşeklerin kaynağı göktür, gök ise sonsuzluktur, işte bundan dolayı
kıvançlıyım.
Avunduğum başka
bir şey daha var: insanın çocuksu, temiz vicdanı tohumun içindeki öz gibidir.
Bu öz olmadan hiç bir tohum gelişemez ve bizleri ilerde ne beklerse beklesin,
insanlar yaşadıkça hak, doğruluk denen şeyler de var olacaktır.”
Lev Tolstoy - DİRİLİŞ
Geç kaldığım kitaplardan biriydi.
Prens, -ona sadece Prens demek istiyorum çünkü belli birini
anlatmıyordu, Prens bir semboldü- bir mahkemede jurilik yaparken sanığın
eskiden hayatını kararttığı bir genç kız olduğunu görür ve her şey böyle
başlar. Prens’in kendi iç muhasebeleri ve yaptığının bedelinin ödemek için
çabaları… Olaylar birbirini takip ederken Tolstoy kilisenin ve hukuk sisteminin
eksiklerini ortaya döker. O kadar ki yazıldıktan iki yıl sonra eser kilise
tarafından aforoz edilir.
Bir dünya klasiği için fazla yorum yapmayı gereksiz
bulmuşumdur. Ama kitabı daha da ilginç hale getiren bir yazıyı herkesin
okumasını isterdim. “Tolstoy’un Dirilişi” http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=96300
"Her fert az
çok iyi; az çok zeki; az çok uyuşuk; az çok yoksa filana iyi filana kötü demek
doğru değildir. Bu zeminde insanlar ırmaklara benzer. Su her tarafta birdir;
özellikleri aktığı yere ve zaman göre değişir. Bazen parlak, bazen bulanık
olur. Bazen ılık, bazen soğuktur. Her insan, üzerinde insanlara özgü bütün
niteliklerin tohumlarını taşır. “
“Bu düşkünlüğün
sebebi de gerçekte kanun olmayan bir şeyi kanun kabul etmelerinden ve değişmez,
kendiliğinden var olan doğanın kanunlarına kıymet vermemekten ibaret.”
“İsa dünyaya
tapınakları yıkmak için geldiğini tekrarlamıştı. İsa hahamların o düzme
giysilerinden nefret ederdi. İsa ruhlara sakinliğin ancak inzivanın vereceğini
bildirmiş ve dudaklarla değil, kalp ile ibadeti emretmişti. ‘İnsanlar hakkında
bir hüküm vermeyeceksin, ona eziyet etmeyeceksin.’ demiş kimsenin küçük
düşürülmemesini, kimsenin aşağılanmamasını, kimsenin malına, canına ve
namusunda saldırılmamasını söylemişti. Halbuki olanlar neydi? Ya bu ibadetler
neydi
İsa dünyaya herkes
için özgürlüğü getirdiğini söylememiş miydi?”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder