Cumartesi, Ağustos 31, 2019

okumak üzerine gevezelikler ve ağustos okumaları

okunmayı bekleyenler rafım ve okuduklarım


aslında şuan ayın 29’u saat 19.57. ama bu yazıya başlıyorum ki eylülden önce yayınlayayım.
bazı insanların okumak konusunda belli başlı soruları var, kitap okuma alışkanlığı kazanmak, hızlı okumak, daha çok okumak filan. yani bir kitabı neden hızlı okumak istiyorsunuz, onu anlamak ya da keyfini sürmek isteyin. ayrıca bir kitabı ne kadar uzun sürede okursam o kadar iyi hatırladığımı fark ettim.

bazı youtuberların ise değişik düşüncelere sahip olduğunu gördüm. mesela bir tanesi ona bir şey “öğretmeyen” kitabın okumasından yana değil. elbette bir şeyler öğrenmek için kitap okunabilir ama bu kişi romanlardan bahsederken bunu diyor. ilginç. çünkü bir şeyler öğrenmek asıl hedefiyse akademik yayınları takip etse daha mantıklı olur sanki. benim için kurgu okumak asla pragmatik nedenler içermedi, nasıl içerebileceğine de anlam veremiyorum çünkü roman veya öykü okurken ya gerçeklikten kaçmayı ya da keyifli vakit geçirmeyi amaçlarım. hatta ben akademik kitapları bile o yüzden okuyorum ya neyse. yani efendim kitap okumalıyım diye düşünen varsa önce neden böyle düşündüğünüzü düşünün. makul amacınızı keşfettiğinizde de o amacınıza göre kitaplar okuyun.

ben kitaplarla dolu bir evde doğduğum için otomatik olarak kitaplarla önce oynadım sonra da okudum. ama benim okumam hala video oyunları oynamaktan farksızdır. hiç öyle yüce amaçlar filan yok yani, eğleneyim takılayım, dünyayı unutayım. o yüzden insanların benim çok kitap okuduğumu düşünüp bunu iyi bir şey sanması ne bileyim yersiz geliyor bana. zevk için başka bir şey de yapabilirdim ve insanlar beni ayıplayadabilirdi?

bu ağustos uzuuuun bir süreden sonra iyi bir okuma ayı oldu benim için, on beş kitap okudum, lise üçte böyle okuyordum en son, beş yıl geçmiş yani, yirmi iki yaşındayım. ben lisedeyken okulda geçirmem gereken bir sekiz saat vardı ve bu dersleri dinlemeye niyetim yoktu, bu tamamen hocaların suçu bence ama çok rezalet ders anlatıyorlardı yoksa benim sevmediğim ders yoktu dil bilgisi dışında. nitekim üniversitede derslerimi zevkle dinliyorum. lise sonda ise kendi kendime ders çalışmam gerekiyor diye baskı yapıp kitap okutmamıştım. hayatımda yaptığım en büyük salaklıktı herhalde çünkü ders de çalışmayıp bol bol film izlemiştim.

tabi on beş kitap sayı olarak çok olsa da aralarında okunması çok kolay kitaplar da olduğundan aslında büyük bir sayı değil. tahminimce günlük 70-80 sayfadan ibaret ki bu da günde iki saatimi okumaya beeelki ayırdığım anlamına geliyor. her ne kadar sürücü kursunun teorik ve pratik dersleri de biraz zaman almış olsa da daha fazla okuyabilirdim zamanım vardı. ama ben ne yaptım? youtubeda boş videolar izlemeyi tercih ettim çünkü neden olmasın?

yine de iyi okumuşum, bunu da kitaplıkta yaptığım bir düzenlemeye bağlıyorum açıkçası. yayınevine göre dizdiğim kitaplarımın arasında okumadıklarımı ya da yarım bıraktıklarımı en üst rafa dizdim. bu görüntü hiç hoş değildi çünkü altmış kadar kitap vardı!! bunların hepsine para verip almış olmasam da (bir kısmı ablamın dayımın babamın filandı) hepsi okumaya niyet ettiğim ve benim dediğim kitaplardı. gerçekten kitap almamaya çalışıyorum ama kolay değil nitekim gene de bu ay altı kitap aldım -haziran ve temmuzda almamıştım ama onu diyeyim.

ben elimdekiler bitmeden kitap almamak gerektiğine inanıyorum ama maalesef hayatıma pek geçiremiyorum bu düşüncemi. o an ilgilendiğim bir konuyla ilgili kitapları hemen okumak istiyorum ama sonra bir şekilde okunamıyor filan. bunu sorun görmeyen, elbet bir gün okuruz diye almaya devam edenler varsa da ben katılmıyorum. okuyacağın zaman alırsın kardeşim. en azından düşüncem bu, uygulamak için de kendimi zorluyorum işte. kendimi salsam her ay yirmi kitap alırım ve bu da çok saçma olurdu. ama bana hiç kitap almadan hediye kitaplarla geçinenler de saçma geldi. ne okuyacağımı ben seçerim arkadaş. şansa bırakamam.

neyse, işte bence bu beni motive etti. en üst raftaki kitapların birer birer alt raflara inmesi iyi hissettiriyor. bu yarım bırakma meselesi de sinirimi bozuyor, akademik kitapların neredeyse hepsi yarım. 2019’da şimdiye kadar 40 kitabı tam bitirmişim, 15 tane de yarım kitabım var. eylülden itibaren bu yarımları sene sonuna kadar tamamlamak istiyorum. mesela işte bu kitapları bir şeyler öğrenmek için okuyorum ve bilin bakalım kim hayal kırıklığına uğramıyor?

gelelim bu ay okuduğum kitaplara.

rainer maria rilke - malte laurids brigge’in notları

evet bu kitap yine uzun süredir elimdeydi, sahaftan almıştım sanırım. rilke bir şair olduğu için bu romanımsı eser de şiir gibiydi. çeviri olmasına rağmen ne kadar muhteşem ifadeler olduğu ortadaydı. çok beğendim, tabi malte denilen kişi rilke ona şüphe yok. inanılmaz benzetmeler vardı ve zaman zaman döndüğü çocukluk anıları, ailesiyle ilgili detaylar, ve kitabı yazdığı dönemdeki beş parasız hayatı ama bunu ooo bohem takılıyorum şeklinde değil hafif bir eziklik içinde anlatması… çok etkileyiciydi ve ben rilke’nin kendisine de ciddi sempati beslemeye başladım.

samim kocagöz - onbinlerin dönüşü

bu ay okuduğum en kötü kitaptı tartışmasız. o kadar kötüydü ki bir yerden sonra atlayarak okumaya başladım ve biter bitmez koşarak gidip sattım. ayrıntılı bahsetme lüzumu görmüyorum bile.

kemal varol - ucunda ölüm var

benim yazarın asıl okumak istediğim kitabı haw’dı. sonra bir blogda görüp bunu aldım. ana öykü ağıtçı kadın’ın yetmişinden sonra genç kızlık aşkını aramaya çıkıp şehir şehir gezmesi. bu sırada birçok insanın hikayesi de anlatılıyor bölümlerde, hepsi birinci ağız. bazı ağıtçı kadın bölümleriyse hakim bakış açısıyla yazılmış. şimdi kitap genel olarak güzeldi, okuması kolaydı ama açıkçası beklentimin altında kaldı ya. çok çeşitli karakterler olması güzeldi ama ince bir kitap da olduğu için hepsi yüzeysel kalmıştı hatta esas kahraman ağıtçı kadınla bile özdeşleştiremedim kendimi bir okuyucu olarak.  kemal varol hakkında daha fazla konuşmadan için önce haw’ı okuyacağım.

pakistan hindistan öyküleri

anlaşıldığı üzere bir derleme. ben içindeki öyküleri çok beğendim çok da etkilendim. sulugöz bir 
insan olduğum için de hemen her öykünün sonunda gözlerimden yaşlar aktı. yazarların hiçbirini tanımıyorum ve muhtemelen diğer eserlerini okuma fırsatı bulamayacağım için üzüldüm. umarım bu coğrafyadaki eserler de artık türkçeye çevrilir.

stephen hawking - her şeyin teorisi

yine lisede fizikle inanılmaz ilgilendiğim zamanlar almışım, güzel bir kitap, kuantum ve kütle çekim arasındaki uyuşmazlığı bir araya getirme çabasının tarihsel bilgileri de içeren kısa bir anlatımı. bununla ilgili birçok belgesel izlemiş olduğum için pek yeni bir şey öğrenmedim, öğrendiklerim de çok ayrıntı olacağı için hayatımda bana faydası olur mu şüpheliyim bir sosyal bilimci en iyi ihtimalle bir sanatçı olarak. merak edenler bununla ilgili birçok güzel belgesel bulabilir internette.

panait istrati – akdeniz

amin maalouf’un afrikalı leo romanının tadını hissettim. edebiyatta hoşlanan rumen bir gencin sonunda hayallerini gerçekleştirip akdeniz ülkelerine mısır lübnan suriye’ye gitmesi ve orada yaşadıklarını anlattığı bu kitap oldukça keyifli ve akıcıydı. çeşitli işlerde çalışıp genelde pek para biriktirmeyen hemen harcayan hem çalışkan hem de keyfini sürmeyi bilen bir karakter var. bu karakterin istrati’nin kendisi olduğu söylenebilir sanırım çünkü birçok parallelik görmek mümkün yazarın hayatına bakınca. ilk okuduğum kitabıydı ve diğerlerini de listeme ekledim. bu kitabın özeti: bol bol güneş, bol bol nargile, bol bol serserilik.

taha akyol - 101 kitap

bu kitabı yine lise sonda filan almıştım, ilk başta ne diye almışım ben böyle kitaplar okumam dedim ama inceleyince okumaya değer olduğuna karar verip okumaya başladım. ve güzeldi de. benim açımdan içerisindeki kitapların birçoğunu muhtemelen okumayacağım için iyi oldu. bir de taha akyol’un inceleme yazma tarzını çok beğendim, zaten gazetede yayınladığı için fazla uzun değil ama işin özünü yakalamayı ve hatta minik özetler, anahtar noktalar belirleyip onu okurla paylaşmayı çok güzel yapmış. zaten hemen hepsi akademik kitaplar olduğu için bu inceleme yazılarından da birçok şey öğrenmeniz mümkün. bahsettiği kitaplar arasından okumaya karar verdiklerim de oldu, o açıdan da çok güzel çünkü binlerce kitap arasından seçim yapmak kolay olmayabiliyor.

sevinç çokum - onlardan kalan

bu kitabı okumuştum ama hemen hemen hiç hatırlamadığımı görünce bir daha okudum. yine o zamanki gibi gözyaşlarıma hakim olamadım çünkü bence insanlara dair sıradan ama çok da naif çok hassas öyküler. yazarın 1980-87 yılları arasında yazdığı her biri ortalama on sayfalık on altı hikayeden oluşan bu derleme insanları olayları mekanları o kadar güzel ve doğal bir şekilde öyküleştirmiş ki hayran olmamak elde değil. istanbul nostaljisi sevenler için ideal.

ihsan oktay anar - yedinci gün

bu romandan nasıl bahsetmeli bilmem, daha önce puslu kıtalar atlası ve suskunlar’ı okumuştum. ama bu aralarından en beğendiğim kitabı oldu. sayısız dini öyküye göndermelerle yine çok renkli çılgın ve orijinaldi. ihsan oktay anar sevip sevmediğime karar veremiyordum ama bu kitaptan sonra emin oldum diyebilirim. yine ismi ihsan olan -bu sefer ihsan sait- bir karakter var ve gelecekteki aşkına kavuşmak için hava sefinesi yapıyor, ıı.abdulhamit döneminde başlıyor ve sonra ittihatçılar birinci dünya savaşı filan derken olaylar olaylar. şüphesiz herkes gibi ben de anar’ın olaylara insanlara durumlara hiç düşünmediğim şekilde bakmasını yorumlamasını çok seviyorum. bu ay en sevdiğim üç kitaptan biri buydu.

necip fazıl kısakürek - kafa kâğıdı

aslında bu kitabı okumam ilginç oldu çünkü necip fazıl’ı umursamam. yani fikirlerine katılmadığım insanlara genel tepkim budur. bu kitabını ise lisedeyken almışım, öyle bir bakayım dedim elden çıkarmadan önce. 78 yaşında hasta yatağında yazdığı bu otobiyografik eserinden çok etkilendim. yirmi yaşına kadar olan çocukluğundan gençliğinden bahsediyor, bilhassa çocukluk. babası deli fazıl diye bilinen çılgın bir herifmiş, on yedisinde bunu ancak evlilik adam eder diye on beş yaşında bir kızla evlendirmişler. dedesi necip’i çok seviyormuş, boyuna şımartmış yani. ancak kendi babasıyla pek yakın değil çünkü onun tarafından pek ilgi alaka görmemiş, zaten sonradan annesini boşayınca da annesiyle kalan necip babasını görmemiş bile. çok ufakken yaptığı bazı haylazlıklar ise film olacak cinsten. samimi bir kitaptı, zaten yarım kalmış, çok geçmeden kısakürek hayatını kaybetmiş.

henry bauchau - çevre yolu

ayın favori üçlemesinin bir diğeri de bu romandı. bauchau’nun daha önce mavi çocuk isimli romanını okumuştum, o kadar çok sevmiştim ki bir daha okumuştum. kendisi çok çok az bilinen bir yazar, bu durum beni oldukça üzüyor. diğer kitaplarını okumada ise niyeyse o kadar aceleci davranmıyordum. bu kitap da bayadır elimde, o kadar çok beğendim ki diğer kitaplarını da en kısa zamanda okumalıyım dedim. bauchau kariyerine avukat olarak başlamış sonra psikanalist olmuş. bu ölmeden önce yazdığı son roman ki 95 yaşında filan yazmış. roman diyorum ama sanırım kitaptaki bütün olaylar gerçek çünkü zaten bazı kısımlarda bir şeyleri öyküleştirmeye çalıştığından yazmaktan bahsediyor. kitap iki zamanda geçiyor denebilir, bugünde, anlatıcının gelini kanser ve ölüm döşeğinde, hemen her gün onu ziyarete gidiyor. ve 1940larda, anlatıcı ikinci dünya savaşında tanıştığı bir dostuyla, o sırada nazilere karşı direniş örgütündeler ama birlikte yaptıkları şey dağcılık yani tırmanmak. bu dostunun yeniden anımsayıp onun ölümünü düşünürken bir yandan da gelininin ölümle olan yüzleşmesini düşünüyor. yazarın kendisi o kadar hassas ve duyarlı ki… ve o kadar muhteşem bir insan olduğum düşündüm ki açıkçası, bunu nasıl anlatsam bilmiyorum. sanırım okumanız gerek. bazı insanların duygusal derinliği çok başka oluyor, cidden.

sefarad yahudilerinden masallar

minicik bir kitaptı zaten. birçoğunu da birazcık farklarla okumuştum başka yerlerden. uzun süredir aynı toprakları paylaştığımız için olsa gerek masallar hepimizin olmuş. ilk hikaye dışında çocuğuma okuması için verebileceğimi düşündüğüm bir kitaptı, ilki çocuklara uygun mu bilemiyorum. orayı keserim herhalde akjhdkfsjhdj

haydar ergülen - üzgün kediler gazeli

haydar ergülen’in bana imzaladığı bir kitaptı, o zaman yazdığımdan bahsettiğim için “senin de şiirlerini ve öykülerini okumayı bekliyorum” demiş. ben şiir yazmıyorum ama o öyle anlamış demek ki. bir de mailini yazmış. şimdi farketmiş olmam kötü ama zaten ne yazabilirdim ki? belki bir gün çok iyi bir hikaye yazarsam olabilir. neyse. asaf halet dışında bütün şiirlerini sevdiğim bir şair yok. bu kitabın içinde de çok beğendiğim şiirler de oldu ama hepsi değil tabi ki. eşine yazdığı şiiri çok sevdim:

idiller gazeli

gözlerin yağmurdan yeni ayrılmış
gibi çocuk, gibi büyük, gibi sımsıcak

sen bir şehir olmalısın ya da nar
belki granada, belki eylül, belki kırmızı

gövden ruhunun yaz gecesi mi ne
çok idil, çok deniz, çok rüzgar

çocukluğun tutmuş da yine aşık olmuşsun
sanki bana, sanki ah, sanki olur a

aşk bile doldurmaz bazı aşıkların yerini
diye övgü, diye sana, diye haziran

heves uykudaysa ruh çıplak gezer
gazel bundan, keder bundan, sır bundan
gözlerin şehirden yeni ayrılmış
gibi dolu, gibi ürkek, gibi konuşkan

hadi git yeni şehirler yık kalbimize bu aşktan

hüseyin nihal atsız - ruh adam

bu roman ufak tefek değişiklerle edebi bir eser olarak çok başarılı olabilirmiş. kurgu çok iyi içerik karakterler olaylar çok orijinal. cidden etkilendim, bu adamın nasıl bir kafası var çok iyi lan dedim. ama teknik bayağı kötüydü üslup filan ağlıyor. böyle güzel bir konuyu harcadığına üzüldüm yani. ideolojik olarak zaten klasik atsız yani başkahraman kendisi desem yalan olmaz. ana hikaye de şu askerlikle kafayı bozmuş bir yüzbaşı kralcı olduğu için askeriyeden atılınca perişan olur. sonra karısının lisedeki bir öğrencisine aşık olur. sanırım gerçekmiş, eşi bedriye atsız'ın bir öğrencisi kitaptaki gibi evlerine gelmiş bizim nihal de buna aşık olmuş filan filan. yine de kitapta farklı fikirlerden adam ve karakter var çok renkli, gerçekten beğendim o noktaları, özellikle yek tam bir ihsan oktay anar karakteriydi. kitabın esas sorusu da vatan millet harp gibi büyük meseleler varken nasıl olur da aşk hepsinden ağır basabilir? yüzbaşı selim ve kralları bunu anlayamıyor. buraya bir erkin koray – krallar

kazuo ishiguro - değişen dünyada bir sanatçı

öbürlerinin deneyecek cesaret ve irade gösteremedikleri bir konuda başarısızlığa uğradıysanız, sonradan hayatınızın muhasebesini yaparken bununla teselli bulmalı, hatta derin bir hoşnutluk duymalısınız.”

o kadar beğendim ki ıshiguro'nun bütün kitaplarını okumaya karar verdim. aslında 'beni asla bırakma' ve 'gömülü dev'i okumuş ve özellikle gömülü dev'i çok beğenmiştim ama bu romanı yazmış olması bir insan olarak da ıshiguro'ya saygı duymamı ve daha çok sevmemi sağladı. 32 yaşındayken yazdığı ikinci romanı ve ihtiyar bir ressamın ağzından yazılmış. bence karakter o kadar samimi doğal gerçekçiydi ki otobiyografi olsa bu kadar olurdu, inanılmaz başarılı.

değişen dünya da çok güzel ama ingilizce ismindeki floating world romana daha uygun ve daha şiirsel ve daha farklı göndermeler içeriyor. kitap yaşlı bir ressamın bugün yaşadığı olaylarla geçmişi anımsamalarını ardı ardına veriyor. ikinci dünya savaşı öncesinde kahraman olanların savaş sonrasında nasıl bir suçluya, özür dilemesi hatta toplumun ondan intihar etmesini beklediği birilerine dönüştüğü bir dünyadayız. aynı almanya'da yaşananlar gibi. ressamımız da savaş öncesinde milliyetçi vatansever duygularıyla oldukça politik ve nüfuzu da olduğundan toplumda etkili biri. ancak savaş sonrası gençlerde kendi nesline karşı büyük bir nefret kin öfke olduğunu görüyor ve buna çok anlam da veremiyor. kendisinin bazı yanlış şeyler yapmış olsa da niyeti iyi olduğu için utanılmayacak bir geçmişi olduğuna inanıyor. bu sırada küçük kızını evlendirme çalışmaları olduğu için -ve o sırada japonya'da bir dedektif tutularak görüşülen aile araştırılırmış- bu geçmişiyle yüzleşmesi gerektiğini büyük kızının imalarından anlıyor ve elinden geleni de yapıyor. kızlarına gerçekten çok sinirlendim, babalarına gerçekten kötü davrandılar. her neyse, sanırım ıshiguro kendisi ingiltere'de büyüdüğü için bu eski nesile toptan duyulan nefretin yersiz olduğunu farketmiş çünkü gerçekten de ihtiyar ono o kadar makul bir insan ki. nerede nasıl davranması gerektiğini bilen zeki ve iyi kalpli bir insan aynı zamandan çok yetenekli bir sanatçı, evet bir zamanlar büyük hatalar yapmış olabilir, savaşı desteklememeliydi ama şimdi hatasını kabul ettiği için bu ne ona kin duyulmasını gerektirir ne de bir anda japonya'nın ışık hızıyla amerikanlaşmasını normalleştirir.

yazarın üslubu biçim yöntem ne denirse çok iyi, bütün o yarım hatırlamalar ve anıların başka duygu ve zamanlarla karışmış olabileceğinden bahsetmesi, zihninin dağınıklığı, gerçekten bir yaşlı gibi davranması... bir de üzerine resimle ressamlarla ilgili konular olması, öğretmen öğrenci ilişkisi, toplum için sanat vb. ıyice keyifli oldu. çok çok iyi bir kitaptı, mükemmel, elimden bırakamadım

güzel bir ayrıntı: godzilla'ya gittiler torunla ama filmin adını vermedi.

*** 

ölümcül bir kitap muhakkak okumalısın dediğiniz bir şey varsa alırım bir dal


Cuma, Ağustos 02, 2019

gecelerin şantiye şefi

esao andrews, "petrichor" retrospektifinden
(arizona yereli üzerine yapılmış olduğu için bu çalışmalar petrichor ismi verilmiş, kelime anlamı uzun süren sıcak havadan sonra yağan yağmurun o güzel kokusu. diğer çalışmaları için tık)
ressamın sitesi: https://esao.net/

nasıl olduysa birkaç eski yazıma denk geldim, geldim ama zamanında anlattığım bu gündelik olayları hiç mi hiiiiç hatırlamıyorum. allahım ben nasıl bir hafıza kaybı yaşıyorum. yazmış olmasan yaşadığımdan da haberim olmayacak. lise grubuyla oturduğumuzda bir şeyler anlatırlar ve ben hatırlamazdım ama insan kendi yaşadığını ve sonra da yazdığını unutur mu? okuduğum kitapları unutmama hayret etmiyorum. neyse, biraz boşluk yapayım dedim. bayadır yapmadım.

eskiden çok kitap okurdum ya, lisedeyken zaten ayda yirmi kitap okuduğum olurdu, sonra azaldı azaldı. eh şimdi altı yedi kitap okuyunca seviniyorum. sosyalleşmenin zararları. yani arkadaş edinmiş filan değilim de mevcut arkadaşlarımla daha çok gezip tozuyorum. bir de youtube faktörü var tabi. cidden dipsiz bir kuyu. ben de youtube diyeti yapmaya karar verdim. yirmi dört saati geçti, başlangıç olarak fena değil akdjhjh. zaten sosyal medya kullanmadığım için o konuda bir şey yapmama gerek kalmadı. gerçi twitter açtım geçenlerde, bölüm politika olunca gündemi takip etmek gerekiyor. öyle arada bir bakıyorum işte ama çok nadir. zaten telefonumda uygulama yok. (hesabımı da buraya bırakayım https://twitter.com/antiyeefi1)

sürücü kursuna başladım. bu konuda hayli mutsuzum çünkü ben ne araba istiyorum ne de ehliyet. toplu taşımayla gayet mutluyum. tabi metrobüs kullanmadığım için olabilir bu. bence istanbul yoğun ve kalabalık bir şehir olabilir ve bazen korkunç olduğu da doğru ama işinizi bilirseniz rahatlık için de yaşarsınız, tabi evinizim konumu da önemli sanırım. ben üsküdar'da yaşıyorum ve ulaşım açısından da iyi bir yer, inkar edemem. ama toplu taşıma cidden gelişmiş ve ben mesela daha rahatsa erken çıkıp uzun yolu kullanmayı tercih eden bir insanım. güneşli pazar günleri de evden çıkmayıveririm nedir yani. konu nasıl buraya geldi? ehliyet diyordum, istanbulda arabam olsun zaten istemem, park edecek yer bulma derdi var, trafikte kalsan çekip gidemezsin "kaaptan orta kapıyı açar mısın?" diyemezsin. ya da mesela en basitinden üsküdar'ın daracık sokaklarında kendi evinin önüne bile park edemezsin arabayı. kısacası bu sürücü kursuna aile zoruyla gönderildim.

sınıf gencecik, çalışan olmayabilir öyle diyeyim. bu ne ehliyet merakı. ilk yardım dersi güzeldi, iyice de öğrendim hatta eve gelince hemen annemin üzerinde pratik yaptım -merak etmeyin kalp masajı yapmadım elbette, sadece yapıyormuş gibi. çünkü gerçekten ihtiyaç olabileceğini düşünüyorum. kriz anlarında da anlamsız derecede -ve normalde olmadığım halde- soğukkanlı oluyorum. gerek olmaz da inşallah olursa eğer temel yaşam desteği yapmayı bilmek iyi bir şey. diğer trafik dersi hocamız emekli öğretmen, risk diyemediği için riks diyerek beni içimden güldürdü. boş yapıyor biraz ama el mecbur katlanacağız, devamsızlık hakkı yok. teorik zaten kolay, pratik kısmından biraz korkuyorum. sadece bir kez bir mesire yerinde sürdüm, orada da babam yavaş git yavaş git diye bağırdığı için fazlasıyla gerildim. gerçi izleyenler sürüşümü beğendiler ama bu benim ne kadar stres yaşamış olduğum gerçeğini değiştirir mi? tabi ki hayır.

sonra kitap okuyorum işte, nadiren film izliyorum. daha çok oyun oynuyorum film yerine. assasin's creed 2. 15.yy italya'sında geçiyor ve ben bayağı sevdim. matrix'i andıran bir hikayesi var, anıları yeniden yaratma noktasında. aslında çok fazla oyun oynayan biri değilim, en son baharda skyrim oynamıştım, okul zamanı iyi gelmiyor çünkü insan bir an önce eve gitsem de oyun oynasam diye düşünüyor. şimdi iyi, zaten öyle bir derdim yok. ondan önce geçen yaz ps'de horizon ve uncharted 4 oynamıştım. oyun oynamayı çok seviyorum ve insanların oyuna kötü bir şey gibi muamele yapmasına da hiç anlam veremiyorum doğrusu. roman okumak film izlemekle arasında pek de bir fark görmüyorum. belki benim için öyledir çünkü hepsi yaşama verilen bir ara.

biraz kas yapmak istiyordum ve üç hafta güzel, düzenli spor yaptım. spor dediğim işte esneme sonrası sırt güçlendirme, iç ve dış baldır egzersizleriydi. hepsi toplasanız yarım saat sürüyordu güzeldi. arada da yüzmeye gidiyorum, oh mis. sonra? belimi ağrıttım, zaten sıkıntılı bir belim var. yüzmeye hala gidiyorum ama spora ara vermek zorunda kaldım. açıkçası hayatımda yaptığım ilk spor denebilecek şeydi ve onun da böyle sonlanması acı verici çünkü zihinsel olarak spor yapmaya hiç yatkın biri değilim. belimi de yazlığa el birliğiyle bir duvar yapalım demiştik, orada çalışırken incittim. tabi iş bilmez ve güçsüz bir insan olarak her şeye atlarsam olacağı buydu. ama bu tür işlere de çok hevesliyim. geçen yaz da parmaklıkları boyamıştım mesela, seviyorum fiziksel çalışmayı. elle tutulur bir şey yapıyorsun, makale yazmak gibi değil.

yaz başında dikiş öğrendim, evde de ablamın aldığı ama asla kullandığı bir makine vardı ve kendime birkaç şey diktim. (bir şort-tişört takımı ve iki pantolon) yani mükemmel olmadılar elbette, ilk eserlerim ama giyilebilirler ve bu da yeterli değil mi? hevesim hep vardı ama bu kadar eğlenceli (ve yorucu) olacağını tahmin etmiyordum, müzik eşliğinde saatlerce dikişler uğraşabiliyorum ve sıkılmıyorum. mükemmel bir zihin boşaltma aracı. ayrıca alışveriş yapmayı sevmediğim ve giysiler bana anlamsızca pahalı geldiği için (gerçi anneme gelmiyor ve alınıyor o giysiler, belki benim de maaşım olsa farklı olurdu) kendi giysilerimi dikmek çok güzel olur, üstelik kendi bedenine göre dikiyorsun, mesela pantolon belime tam istediğim gibi oturdu ve bu çok güzel.

bir de yine o aralar deli gibi suluboya yaptım bir hafta boyunca. ama sonra bir balon gibi söndü hevesim, şimdi yine başlarım diye düşünüyorum. ama ne zaman olur bilinmez. gördüğünüz üzere her şeye el atıp hepsini yarım bırakmak kadar başarılı olduğum bir konu yok. şimdilerde tek düşündüğümse bir öykü yazabilmek. öyle uzun zaman oldu ki. bu da tam boşluk yazısı oldu ama bu aralar duygusal açıdan içime kapandım, ne konuşabiliyorum ne yazabiliyorum. bu ısınma olsun.


Perşembe, Ağustos 01, 2019

temmuz okumaları



japonca mas que nada (hiç portekizce'yla japonca'nın benzediğini düşünmüş müydünüz?)

evet hangi motivasyonla yazdığımı ben bile artık bilmiyorum ama buradayım işte. başlıktan gayet anlaşıldığı üzere temmuzda okuduğum kitaplardan ve ağustos hedeflerimden bahsedeceğim.

yevgeny zamyatin - biz

yazarın en ünlü romanı zaten, türdeşlerine çok da benzemeyen bir bilim-kurgu. hemen hemen bilinen tüm popüler sci-fi romanlarına da ilham vermiş; cesur yeni dünya, 1984, mülksüzler... 1921'de yazıldığını düşünürsek zaten nasıl bir baba olduğunu anlarız. romanı birçok farklı şekilde okumak mümkün, yerine göre bir aşk romanı da olabilir sosyolojik bir inceleme de. bir kere isminin "biz" olması bana direk biz - onlar/ötekiler karşıtlığı üzerinden kimlik oluşturma çabasını hatırlattı. içerik de bunu destekliyor. roman birinci ağızdan anlatılan bir günlük olarak kurulmuş, kahramanın değişimi kendini açıkça gösteriyor. modern insanın matematik, düzen, bilme çılgınlığının hangi boyutlara ulaşabileceğini sarkastik bir dille anlatmış çünkü kahramanın övdüğü şeyleri okurken elinizde olmadan ne saçmalıyor bu adam diyebiliyorsunuz. elbette, zamyatin post-modernizmi öngörmediği için şuan romandaki dünyada yaşamıyoruz ama eminim o yıllarda bir gelecek düşleseydik bundan farklı olmazdı.

oscar wilde - vera veya nihilistler

okunması çok kolay bir tiyatro. nihilistler felsefi bir geleneği değil cumhuriyetçiligi ve devrimciliği ifade eder günün rusya'sında, çok olumlu bir imaj çizmemiş wilde, daha çok içgüdüsel hareket eden bir grup. kötü danışmanlar yüzünden despotlaşan ve halktan uzaklaşan çarın oğlu da onlardan biridir. vera ise aslında bir köylü kızı olup erkek kardeşinin intikamı için nihilistlere katılır ve sonra çarın korktuğu isim olur. çar öldürülüp yerine halkı seven nihilist oğlu geçince vera onun öldürülmesini istemez, biraz da aşk söz konusudur ama ne olursa olsun o çardır, cumhuriyet idealinin karşıtıdır. onu öldürme görevi kurada kendisine çıkar. bu sırada yeni çar kötü bakanları uzaklaştırıp, adli suçluları serbest bırakıp, halka temsil hakkı vermekle meşguldür. nihilistlere göreyse en kötüsü iyi bir çar ve reformdur çünkü devrimi geciktirir. (marx'ın fabianism eleştirisine paralel, reformlar mevcut sistemi devam ettirmek içindir, marx ise devrim ister). oyunun sonunda vera yeni çarı öldüremez ve onun hayatını kurtararak rusya'yı da kurtardığını söyleyerek ölür. yani cumhuriyet demokrasi filan gelmez, iyi kalpli bir otokrat gelir.

hilmi yavuz - üç anlatı

ilk anlatı taormina'da hilmi yavuz kendi ütopyasını anlatmış diyeyim biraz da felsefe yaparak. ikinci anlatı fehmi k.'da ise post-modern edebiyat metni nasıl olur onu yazmış. öyle ki derslerinde okutmak için mi yazdı merak ettim -işte size post-modern edebiyatın her özelliğini barındıran bir metin. üçüncü metinde ise yine benzer şekilde baş karakterin hilmi yavuz olduğu "kuyu" isimli bir hikaye. çok beğendim diyemem ama eğlendim kesinlikle. yine de kurguda çok başarılı bulmadım kendisini.

raymond queneau - zorlu bir kış 

yine tahsin yücel çevirili olan zazie metroda romanını çok eğlenerek okumuştum. kendisi oulipo diye bilinen bir edebiyat akımının kurucularından, perec ve calvino gibi ünlü isimler de bu akımda yer alıyor. sınırlı yazma teknikleri kullanan bu romancı, şair ve matematikçiler (evet matematikçi) kendilerinin de yazarken zevk aldıkları ve yeni yapılar ve şablonlar aradıkları bir potansiyel edebiyat peşindeler. oulipo zaten ouvroir de littérature potentielle'in kısaltması, yani potansiyel edebiyat atölyesi. (ouvroir aslında dikiş odası gibi bir şey demek, yazarlar yazma eylemini bir tür dikiş, işleme olarak görüyor diyebiliriz sanırım.) siz de yazmayı denemişseniz farketmişssinizdir, konusu net bir şekilde belliyse yazdığınız şeyin yazması daha kolaydır. sınırların insanın yaratıcılığını tetiklediğine inanıyorlar. neyse biz kitabımıza gelecek olursak başkarakterimiz ikinci dünya savaşı sürerken gazi olup iyileşmeyi bekleyen otuzlarındaki Lehemeau (bu ismin ingilizce karşılığı ise hamlet'miş). bu kitabın satışı tükendiği için sahafta görünce hemen aldım. biraz değişikti, tamam karakterin geçmişi hamlet'inki gibi trajik de, eee? evet adam resmen anti-hümanist ama eee? kibirli ve biraz da sosyopat ama... öyle yani. iyi bir öykü ama bir öykü gibi bitmesini beklemediğim için tatmin olmadım. siz ona göre okuyun. kitabın beğendiğim yanı altmetni çok dolu olmasına rağmen (ince bir novella) yoğun hissettirmiyor, her şey ima ediliyor ama anlıyorsunuz yani. bir de sanırım çeviri kayıpları var çünkü fransız okurlar bazı kelime oyunlardan bahsetmişler. 

jean paul sartre - duvar

dönem içinde aldığım çağdaş felsefe dersinde bir sürü sartre metni okumuştuk, ayrıca ben kendim okumalar yapmıştım. bu yüzden sonrasında bir edebi metnini okumak çok tatlı oldu benim için. sartre'ın geç dönemini seviyorum çünkü bana olgun ve makul geliyor. gençken yazdıklarının biraz fazla iddialı olduğunu düşünüyorum ama bu kadar ünlüyse sebebi de o iddialı olma hali işte, şair ve felsefeciler için bence böyle. gözükara ve fevri olmak gerekiyor, tarihte yeriniz olsun istiyorsanız. neyse, sartre'ın şu ünlü sözü var ya, varoluş özden önce gelir, bunun anlamı şu, bu zamana kadar felsefeciler tanrı fikrinden "kurtulsalar" da öz fikrinden kurtulamadılar ama sartre'a göre bunlar paket halinde satılıyor (buna hiç de katılmıyor ve bence bugün kimse de katılmıyor) o yüzden öz fikrinden de vazgeçmeli.  çünkü diyor, irade anlamayı takip eder, eğer tanrı bizi yaratmayı irade ettiyse demek ki bizim ne olduğumuzu biliyordur. gel gelelim iş böyle değil, diyor. tanrı olmadığına göre bir varlık olmalı ve bu varlığa göre varoluşu özünden önce gelmeli. ki bu da insandır tabi ki. insan doğası diye bir şey yoktur çünkü onu tasarlayan bir tanrı yoktur. insan kendi ne yaparsa odur, bu yüzden hayatındaki her şeyin sorumlusu da odur. hatta ve hatta kendi seçimleriyle bütün insanlığa karşı sorumludur çünkü her seçimiyle insanlığı da şekillendirir. peki bu her şeye izin olduğu anlamına da gelir mi? insanın yaptığı hiçbir kötülüğe karşı bahanesi olamaz. insan özgürlüğe mahkumdur, yalnız ve kimsesizdir. ancak sonraki bir röportajında bu özgürlük işini biraz abartmış olabileceğini kabul ediyor, daha o zaman marx'ı ve freud'u anlayamadığı için bir şeylerin eksik kaldığını kabul ediyor. 

öykü kitabımıza gelecek olursak ancak gelebiliyoruz evet, ilk öykü duvar, tam da bu felsefenin öyküsü. beş hikaye de aslında marjinal tiplerin hikayesi denebilir. son öykü ise bana hesse'nin demian'ınını ve joyce'un sanatçının genç bir adam olarak portresi'ni hatırlattı. ama kahramanımız lucien akıntıya daha fazla kapılan bir arkadaşımız, önce bir freud'a sarıp kendindeki her şeyi odip'e bağlıyor, bir ara acaba ben gay miyim diye bakınıyor, en son anti-semitist oluyor filan. diğer üç öykü de psikopat, sosyopat, şizofrenlerin öyküsü. bence güzel başarılı ve varoluşçu akjdhkjfdh yabancı'yı bulantı'yı sevdiyseniz bu öyküleri de seversiniz.

imre kertesz - kadersizlik

okuduğum en güzel ikinci dünya savaşı romanlarından biriydi, belki en güzeli. sırf toplama kamplarındaki "dehşet"ten ya da "cehennem"den bahsetmediği için, "soykırım kurbanları ile alay edildiği" gerekçesiyle basılmasına izin verilmemiş. kertesz yalnızca on beş yaşındayken götürüldüğü kamplarda yaşadıklarını anlatıyor, bütün açıklığı ve gerçekliği ile. abartı yok, duygu sömürüsü yok. okuyucu dehşeti kendi hissedebilir ama yazar bunu dikte ettiği için değil. romanın kara mizah ya da ironi unsurları taşıdığını da düşünmüyorum, birçok yorum okudum böyle, yazarı anlamadığını düşünüyorum bu yorumların. sadece çok hassas ve derinde olan, açığa çıkmasından biraz da korkulan bir gerçekliğin cesurca dışavurumu. bu yorumların bile cesareti bu dürüstlüğü olduğu gibi kabullenmeye. son sayfalar yazar tam da bunu anlattı aslında. nasıl anlamak istemediğini insanların onu.

“her şeyi, bunu anlamaya çalışmalılardı, her şeyi elimden alamazlardı; bana kazanan ya da kaybeden durumunda olmak, ne neden ne etken, ne yanılan ne haklı çıkan durumunda olmak yakıştırılamazdı. sadece masumiyeti kabul etme durumunda kalmak gibi aptalca bir acılığı yutamazdım.”

gertrude stein - picasso

gertrude hanımefendi picasso'nun portresini çizdiği arkadaşlarından biri. ama pek de özeline inmemiş picasso'nun, bence hemen herkesin yazabileceği bir anlatım olmuş. isterdim ki daha özel daha mahrem şeyler yazmış olsun. ama pislik yapıyorum tabi, kadının yaptığı doğru. daha çok hangi  akımlardan etkilendiği üzerine bir eserdi. stein özellikle picasso'nun herkesin gördüğü gibi resim yapmadığını tekrar tekrar söyledi. yani bunu zaten resimlerine bakınca kolayca anlıyoruz, rahat ol hanım. en sona da bazı önemli eserlerinin resimlerini ve bir iki fotoğraf koymuşlar bitirmişler. biraz öylesine okudum yalan yok, stein'ın yazarlar konusundaki fikirlerine katılmıyorum çünkü dedi ki illa yazar yaşamak zorunda değil ama ressam yaşamak zorunda. kendisi öyle olabilir ama bu genelleme yapılamaz. ben zaten biyografi okumayı sevmem ya, siz bana bakmayın.

stein by picasso


ağustos'ta okumayı düşündüğüm kitaplar şimdilik şöyle:

samim kocagöz - onbinlerin dönüşü
stephen hawking - her şeyin teorisi
rainer maria rilke - malte laurids brigge'ın notları
ihsan oktay anar - yedinci gün
taha akyol - 101 kitap
goethe - italya seyahati
sevinç çokum - onlardan kalan
pakistan hindistan öyküleri
henry bauchau - çevre yolu
haydar ergülen - üzgün kediler gazeli

bakalım, hedefi biraz yüksek tuttum ama bilemiyorum ne olur