okunmayı bekleyenler rafım ve okuduklarım |
aslında şuan ayın 29’u saat 19.57. ama bu yazıya başlıyorum
ki eylülden önce yayınlayayım.
bazı insanların okumak konusunda belli başlı soruları var,
kitap okuma alışkanlığı kazanmak, hızlı okumak, daha çok okumak filan. yani bir
kitabı neden hızlı okumak istiyorsunuz, onu anlamak ya da keyfini sürmek
isteyin. ayrıca bir kitabı ne kadar uzun sürede okursam o kadar iyi
hatırladığımı fark ettim.
bazı youtuberların ise değişik düşüncelere sahip olduğunu
gördüm. mesela bir tanesi ona bir şey “öğretmeyen” kitabın okumasından yana
değil. elbette bir şeyler öğrenmek için kitap okunabilir ama bu kişi
romanlardan bahsederken bunu diyor. ilginç. çünkü bir şeyler öğrenmek asıl hedefiyse
akademik yayınları takip etse daha mantıklı olur sanki. benim için kurgu okumak
asla pragmatik nedenler içermedi, nasıl içerebileceğine de anlam veremiyorum
çünkü roman veya öykü okurken ya gerçeklikten kaçmayı ya da keyifli vakit
geçirmeyi amaçlarım. hatta ben akademik kitapları bile o yüzden okuyorum ya
neyse. yani efendim kitap okumalıyım diye düşünen varsa önce neden böyle
düşündüğünüzü düşünün. makul amacınızı keşfettiğinizde de o amacınıza göre
kitaplar okuyun.
ben kitaplarla dolu bir evde doğduğum için otomatik olarak
kitaplarla önce oynadım sonra da okudum. ama benim okumam hala video oyunları
oynamaktan farksızdır. hiç öyle yüce amaçlar filan yok yani, eğleneyim
takılayım, dünyayı unutayım. o yüzden insanların benim çok kitap okuduğumu
düşünüp bunu iyi bir şey sanması ne bileyim yersiz geliyor bana. zevk için
başka bir şey de yapabilirdim ve insanlar beni ayıplayadabilirdi?
bu ağustos uzuuuun bir süreden sonra iyi bir okuma ayı oldu
benim için, on beş kitap okudum, lise üçte böyle okuyordum en son, beş yıl
geçmiş yani, yirmi iki yaşındayım. ben lisedeyken okulda geçirmem gereken bir
sekiz saat vardı ve bu dersleri dinlemeye niyetim yoktu, bu tamamen hocaların
suçu bence ama çok rezalet ders anlatıyorlardı yoksa benim sevmediğim ders
yoktu dil bilgisi dışında. nitekim üniversitede derslerimi zevkle dinliyorum.
lise sonda ise kendi kendime ders çalışmam gerekiyor diye baskı yapıp kitap
okutmamıştım. hayatımda yaptığım en büyük salaklıktı herhalde çünkü ders de çalışmayıp
bol bol film izlemiştim.
tabi on beş kitap sayı olarak çok olsa da aralarında
okunması çok kolay kitaplar da olduğundan aslında büyük bir sayı değil.
tahminimce günlük 70-80 sayfadan ibaret ki bu da günde iki saatimi okumaya
beeelki ayırdığım anlamına geliyor. her ne kadar sürücü kursunun teorik ve
pratik dersleri de biraz zaman almış olsa da daha fazla okuyabilirdim zamanım
vardı. ama ben ne yaptım? youtubeda boş videolar izlemeyi tercih ettim çünkü
neden olmasın?
yine de iyi okumuşum, bunu da kitaplıkta yaptığım bir
düzenlemeye bağlıyorum açıkçası. yayınevine göre dizdiğim kitaplarımın arasında
okumadıklarımı ya da yarım bıraktıklarımı en üst rafa dizdim. bu görüntü hiç
hoş değildi çünkü altmış kadar kitap vardı!! bunların hepsine para verip almış
olmasam da (bir kısmı ablamın dayımın babamın filandı) hepsi okumaya niyet
ettiğim ve benim dediğim kitaplardı. gerçekten kitap almamaya çalışıyorum ama
kolay değil nitekim gene de bu ay altı kitap aldım -haziran ve temmuzda
almamıştım ama onu diyeyim.
ben elimdekiler bitmeden kitap almamak gerektiğine
inanıyorum ama maalesef hayatıma pek geçiremiyorum bu düşüncemi. o an
ilgilendiğim bir konuyla ilgili kitapları hemen okumak istiyorum ama sonra bir
şekilde okunamıyor filan. bunu sorun görmeyen, elbet bir gün okuruz diye almaya
devam edenler varsa da ben katılmıyorum. okuyacağın zaman alırsın kardeşim. en
azından düşüncem bu, uygulamak için de kendimi zorluyorum işte. kendimi salsam
her ay yirmi kitap alırım ve bu da çok saçma olurdu. ama bana hiç kitap almadan
hediye kitaplarla geçinenler de saçma geldi. ne okuyacağımı ben seçerim
arkadaş. şansa bırakamam.
neyse, işte bence bu beni motive etti. en üst raftaki
kitapların birer birer alt raflara inmesi iyi hissettiriyor. bu yarım bırakma
meselesi de sinirimi bozuyor, akademik kitapların neredeyse hepsi yarım.
2019’da şimdiye kadar 40 kitabı tam bitirmişim, 15 tane de yarım kitabım var.
eylülden itibaren bu yarımları sene sonuna kadar tamamlamak istiyorum. mesela
işte bu kitapları bir şeyler öğrenmek için okuyorum ve bilin bakalım kim hayal
kırıklığına uğramıyor?
gelelim bu ay okuduğum kitaplara.
rainer maria rilke - malte
laurids brigge’in notları
evet bu kitap yine uzun süredir elimdeydi, sahaftan almıştım
sanırım. rilke bir şair olduğu için bu romanımsı eser de şiir gibiydi. çeviri
olmasına rağmen ne kadar muhteşem ifadeler olduğu ortadaydı. çok beğendim, tabi
malte denilen kişi rilke ona şüphe yok. inanılmaz benzetmeler vardı ve zaman
zaman döndüğü çocukluk anıları, ailesiyle ilgili detaylar, ve kitabı yazdığı
dönemdeki beş parasız hayatı ama bunu ooo bohem takılıyorum şeklinde değil
hafif bir eziklik içinde anlatması… çok etkileyiciydi ve ben rilke’nin
kendisine de ciddi sempati beslemeye başladım.
samim kocagöz -
onbinlerin dönüşü
bu ay okuduğum en kötü kitaptı tartışmasız. o kadar kötüydü
ki bir yerden sonra atlayarak okumaya başladım ve biter bitmez koşarak gidip
sattım. ayrıntılı bahsetme lüzumu görmüyorum bile.
kemal varol - ucunda
ölüm var
benim yazarın asıl okumak istediğim kitabı haw’dı. sonra bir
blogda görüp bunu aldım. ana öykü ağıtçı kadın’ın yetmişinden sonra genç kızlık
aşkını aramaya çıkıp şehir şehir gezmesi. bu sırada birçok insanın hikayesi de
anlatılıyor bölümlerde, hepsi birinci ağız. bazı ağıtçı kadın bölümleriyse
hakim bakış açısıyla yazılmış. şimdi kitap genel olarak güzeldi, okuması
kolaydı ama açıkçası beklentimin altında kaldı ya. çok çeşitli karakterler
olması güzeldi ama ince bir kitap da olduğu için hepsi yüzeysel kalmıştı hatta
esas kahraman ağıtçı kadınla bile özdeşleştiremedim kendimi bir okuyucu
olarak. kemal varol hakkında daha fazla
konuşmadan için önce haw’ı okuyacağım.
pakistan hindistan
öyküleri
anlaşıldığı üzere bir derleme. ben içindeki öyküleri çok
beğendim çok da etkilendim. sulugöz bir
insan olduğum için de hemen her öykünün
sonunda gözlerimden yaşlar aktı. yazarların hiçbirini tanımıyorum ve muhtemelen
diğer eserlerini okuma fırsatı bulamayacağım için üzüldüm. umarım bu
coğrafyadaki eserler de artık türkçeye çevrilir.
stephen hawking - her
şeyin teorisi
yine lisede fizikle inanılmaz ilgilendiğim zamanlar almışım,
güzel bir kitap, kuantum ve kütle çekim arasındaki uyuşmazlığı bir araya
getirme çabasının tarihsel bilgileri de içeren kısa bir anlatımı. bununla
ilgili birçok belgesel izlemiş olduğum için pek yeni bir şey öğrenmedim,
öğrendiklerim de çok ayrıntı olacağı için hayatımda bana faydası olur mu
şüpheliyim bir sosyal bilimci en iyi ihtimalle bir sanatçı olarak. merak
edenler bununla ilgili birçok güzel belgesel bulabilir internette.
panait istrati –
akdeniz
amin maalouf’un afrikalı leo romanının tadını hissettim.
edebiyatta hoşlanan rumen bir gencin sonunda hayallerini gerçekleştirip akdeniz
ülkelerine mısır lübnan suriye’ye gitmesi ve orada yaşadıklarını anlattığı bu
kitap oldukça keyifli ve akıcıydı. çeşitli işlerde çalışıp genelde pek para
biriktirmeyen hemen harcayan hem çalışkan hem de keyfini sürmeyi bilen bir
karakter var. bu karakterin istrati’nin kendisi olduğu söylenebilir sanırım
çünkü birçok parallelik görmek mümkün yazarın hayatına bakınca. ilk okuduğum
kitabıydı ve diğerlerini de listeme ekledim. bu kitabın özeti: bol bol güneş,
bol bol nargile, bol bol serserilik.
taha akyol - 101
kitap
bu kitabı yine lise sonda filan almıştım, ilk başta ne diye
almışım ben böyle kitaplar okumam dedim ama inceleyince okumaya değer olduğuna
karar verip okumaya başladım. ve güzeldi de. benim açımdan içerisindeki
kitapların birçoğunu muhtemelen okumayacağım için iyi oldu. bir de taha
akyol’un inceleme yazma tarzını çok beğendim, zaten gazetede yayınladığı için
fazla uzun değil ama işin özünü yakalamayı ve hatta minik özetler, anahtar noktalar
belirleyip onu okurla paylaşmayı çok güzel yapmış. zaten hemen hepsi akademik
kitaplar olduğu için bu inceleme yazılarından da birçok şey öğrenmeniz mümkün.
bahsettiği kitaplar arasından okumaya karar verdiklerim de oldu, o açıdan da
çok güzel çünkü binlerce kitap arasından seçim yapmak kolay olmayabiliyor.
sevinç çokum -
onlardan kalan
bu kitabı okumuştum ama hemen hemen hiç hatırlamadığımı
görünce bir daha okudum. yine o zamanki gibi gözyaşlarıma hakim olamadım çünkü
bence insanlara dair sıradan ama çok da naif çok hassas öyküler. yazarın
1980-87 yılları arasında yazdığı her biri ortalama on sayfalık on altı
hikayeden oluşan bu derleme insanları olayları mekanları o kadar güzel ve doğal
bir şekilde öyküleştirmiş ki hayran olmamak elde değil. istanbul nostaljisi
sevenler için ideal.
ihsan oktay anar -
yedinci gün
bu romandan nasıl bahsetmeli bilmem, daha önce puslu kıtalar
atlası ve suskunlar’ı okumuştum. ama bu aralarından en beğendiğim kitabı oldu.
sayısız dini öyküye göndermelerle yine çok renkli çılgın ve orijinaldi. ihsan
oktay anar sevip sevmediğime karar veremiyordum ama bu kitaptan sonra emin
oldum diyebilirim. yine ismi ihsan olan -bu sefer ihsan sait- bir karakter var
ve gelecekteki aşkına kavuşmak için hava sefinesi yapıyor, ıı.abdulhamit
döneminde başlıyor ve sonra ittihatçılar birinci dünya savaşı filan derken
olaylar olaylar. şüphesiz herkes gibi ben de anar’ın olaylara insanlara
durumlara hiç düşünmediğim şekilde bakmasını yorumlamasını çok seviyorum. bu ay
en sevdiğim üç kitaptan biri buydu.
necip fazıl kısakürek
- kafa kâğıdı
aslında bu kitabı okumam ilginç oldu çünkü necip fazıl’ı
umursamam. yani fikirlerine katılmadığım insanlara genel tepkim budur. bu
kitabını ise lisedeyken almışım, öyle bir bakayım dedim elden çıkarmadan önce.
78 yaşında hasta yatağında yazdığı bu otobiyografik eserinden çok etkilendim.
yirmi yaşına kadar olan çocukluğundan gençliğinden bahsediyor, bilhassa
çocukluk. babası deli fazıl diye bilinen çılgın bir herifmiş, on yedisinde bunu
ancak evlilik adam eder diye on beş yaşında bir kızla evlendirmişler. dedesi
necip’i çok seviyormuş, boyuna şımartmış yani. ancak kendi babasıyla pek yakın
değil çünkü onun tarafından pek ilgi alaka görmemiş, zaten sonradan annesini
boşayınca da annesiyle kalan necip babasını görmemiş bile. çok ufakken yaptığı
bazı haylazlıklar ise film olacak cinsten. samimi bir kitaptı, zaten yarım
kalmış, çok geçmeden kısakürek hayatını kaybetmiş.
henry bauchau - çevre
yolu
ayın favori üçlemesinin bir diğeri de bu romandı.
bauchau’nun daha önce mavi çocuk isimli romanını okumuştum, o kadar çok
sevmiştim ki bir daha okumuştum. kendisi çok çok az bilinen bir yazar, bu durum
beni oldukça üzüyor. diğer kitaplarını okumada ise niyeyse o kadar aceleci
davranmıyordum. bu kitap da bayadır elimde, o kadar çok beğendim ki diğer
kitaplarını da en kısa zamanda okumalıyım dedim. bauchau kariyerine avukat
olarak başlamış sonra psikanalist olmuş. bu ölmeden önce yazdığı son roman ki
95 yaşında filan yazmış. roman diyorum ama sanırım kitaptaki bütün olaylar
gerçek çünkü zaten bazı kısımlarda bir şeyleri öyküleştirmeye çalıştığından yazmaktan
bahsediyor. kitap iki zamanda geçiyor denebilir, bugünde, anlatıcının gelini
kanser ve ölüm döşeğinde, hemen her gün onu ziyarete gidiyor. ve 1940larda,
anlatıcı ikinci dünya savaşında tanıştığı bir dostuyla, o sırada nazilere karşı
direniş örgütündeler ama birlikte yaptıkları şey dağcılık yani tırmanmak. bu
dostunun yeniden anımsayıp onun ölümünü düşünürken bir yandan da gelininin
ölümle olan yüzleşmesini düşünüyor. yazarın kendisi o kadar hassas ve duyarlı
ki… ve o kadar muhteşem bir insan olduğum düşündüm ki açıkçası, bunu nasıl
anlatsam bilmiyorum. sanırım okumanız gerek. bazı insanların duygusal derinliği
çok başka oluyor, cidden.
sefarad yahudilerinden
masallar
minicik bir kitaptı zaten. birçoğunu da birazcık farklarla
okumuştum başka yerlerden. uzun süredir aynı toprakları paylaştığımız için olsa
gerek masallar hepimizin olmuş. ilk hikaye dışında çocuğuma okuması için
verebileceğimi düşündüğüm bir kitaptı, ilki çocuklara uygun mu bilemiyorum.
orayı keserim herhalde akjhdkfsjhdj
haydar ergülen - üzgün
kediler gazeli
haydar ergülen’in bana imzaladığı bir kitaptı, o zaman
yazdığımdan bahsettiğim için “senin de şiirlerini ve öykülerini okumayı
bekliyorum” demiş. ben şiir yazmıyorum ama o öyle anlamış demek ki. bir de
mailini yazmış. şimdi farketmiş olmam kötü ama zaten ne yazabilirdim ki? belki
bir gün çok iyi bir hikaye yazarsam olabilir. neyse. asaf halet dışında bütün
şiirlerini sevdiğim bir şair yok. bu kitabın içinde de çok beğendiğim şiirler
de oldu ama hepsi değil tabi ki. eşine yazdığı şiiri çok sevdim:
idiller gazeli
gözlerin yağmurdan
yeni ayrılmış
gibi çocuk, gibi büyük, gibi sımsıcak
sen bir şehir olmalısın ya da nar
belki granada, belki eylül, belki kırmızı
gövden ruhunun yaz gecesi mi ne
çok idil, çok deniz, çok rüzgar
çocukluğun tutmuş da yine aşık olmuşsun
sanki bana, sanki ah, sanki olur a
aşk bile doldurmaz bazı aşıkların yerini
diye övgü, diye sana, diye haziran
heves uykudaysa ruh çıplak gezer
gazel bundan, keder bundan, sır bundan
gibi çocuk, gibi büyük, gibi sımsıcak
sen bir şehir olmalısın ya da nar
belki granada, belki eylül, belki kırmızı
gövden ruhunun yaz gecesi mi ne
çok idil, çok deniz, çok rüzgar
çocukluğun tutmuş da yine aşık olmuşsun
sanki bana, sanki ah, sanki olur a
aşk bile doldurmaz bazı aşıkların yerini
diye övgü, diye sana, diye haziran
heves uykudaysa ruh çıplak gezer
gazel bundan, keder bundan, sır bundan
gözlerin şehirden yeni ayrılmış
gibi dolu, gibi ürkek, gibi konuşkan
hadi git yeni şehirler yık kalbimize bu aşktan
gibi dolu, gibi ürkek, gibi konuşkan
hadi git yeni şehirler yık kalbimize bu aşktan
hüseyin nihal atsız -
ruh adam
bu roman ufak tefek değişiklerle edebi bir eser olarak çok
başarılı olabilirmiş. kurgu çok iyi içerik karakterler olaylar çok orijinal.
cidden etkilendim, bu adamın nasıl bir kafası var çok iyi lan dedim. ama teknik
bayağı kötüydü üslup filan ağlıyor. böyle güzel bir konuyu harcadığına üzüldüm
yani. ideolojik olarak zaten klasik atsız yani başkahraman kendisi desem yalan
olmaz. ana hikaye de şu askerlikle kafayı bozmuş bir yüzbaşı kralcı olduğu için
askeriyeden atılınca perişan olur. sonra karısının lisedeki bir öğrencisine
aşık olur. sanırım gerçekmiş, eşi bedriye atsız'ın bir öğrencisi kitaptaki gibi
evlerine gelmiş bizim nihal de buna aşık olmuş filan filan. yine de kitapta
farklı fikirlerden adam ve karakter var çok renkli, gerçekten beğendim o
noktaları, özellikle yek tam bir ihsan oktay anar karakteriydi. kitabın esas
sorusu da vatan millet harp gibi büyük meseleler varken nasıl olur da aşk
hepsinden ağır basabilir? yüzbaşı selim ve kralları bunu anlayamıyor. buraya
bir erkin koray – krallar
kazuo ishiguro - değişen
dünyada bir sanatçı
“öbürlerinin deneyecek cesaret ve irade
gösteremedikleri bir konuda başarısızlığa uğradıysanız, sonradan hayatınızın
muhasebesini yaparken bununla teselli bulmalı, hatta derin bir hoşnutluk
duymalısınız.”
o kadar beğendim ki ıshiguro'nun bütün kitaplarını okumaya
karar verdim. aslında 'beni asla bırakma' ve 'gömülü dev'i okumuş ve özellikle
gömülü dev'i çok beğenmiştim ama bu romanı yazmış olması bir insan olarak da
ıshiguro'ya saygı duymamı ve daha çok sevmemi sağladı. 32 yaşındayken yazdığı
ikinci romanı ve ihtiyar bir ressamın ağzından yazılmış. bence karakter o kadar
samimi doğal gerçekçiydi ki otobiyografi olsa bu kadar olurdu, inanılmaz
başarılı.
değişen dünya da çok güzel ama ingilizce ismindeki floating world romana daha uygun ve daha şiirsel ve daha farklı göndermeler içeriyor. kitap yaşlı bir ressamın bugün yaşadığı olaylarla geçmişi anımsamalarını ardı ardına veriyor. ikinci dünya savaşı öncesinde kahraman olanların savaş sonrasında nasıl bir suçluya, özür dilemesi hatta toplumun ondan intihar etmesini beklediği birilerine dönüştüğü bir dünyadayız. aynı almanya'da yaşananlar gibi. ressamımız da savaş öncesinde milliyetçi vatansever duygularıyla oldukça politik ve nüfuzu da olduğundan toplumda etkili biri. ancak savaş sonrası gençlerde kendi nesline karşı büyük bir nefret kin öfke olduğunu görüyor ve buna çok anlam da veremiyor. kendisinin bazı yanlış şeyler yapmış olsa da niyeti iyi olduğu için utanılmayacak bir geçmişi olduğuna inanıyor. bu sırada küçük kızını evlendirme çalışmaları olduğu için -ve o sırada japonya'da bir dedektif tutularak görüşülen aile araştırılırmış- bu geçmişiyle yüzleşmesi gerektiğini büyük kızının imalarından anlıyor ve elinden geleni de yapıyor. kızlarına gerçekten çok sinirlendim, babalarına gerçekten kötü davrandılar. her neyse, sanırım ıshiguro kendisi ingiltere'de büyüdüğü için bu eski nesile toptan duyulan nefretin yersiz olduğunu farketmiş çünkü gerçekten de ihtiyar ono o kadar makul bir insan ki. nerede nasıl davranması gerektiğini bilen zeki ve iyi kalpli bir insan aynı zamandan çok yetenekli bir sanatçı, evet bir zamanlar büyük hatalar yapmış olabilir, savaşı desteklememeliydi ama şimdi hatasını kabul ettiği için bu ne ona kin duyulmasını gerektirir ne de bir anda japonya'nın ışık hızıyla amerikanlaşmasını normalleştirir.
yazarın üslubu biçim yöntem ne denirse çok iyi, bütün o yarım hatırlamalar ve anıların başka duygu ve zamanlarla karışmış olabileceğinden bahsetmesi, zihninin dağınıklığı, gerçekten bir yaşlı gibi davranması... bir de üzerine resimle ressamlarla ilgili konular olması, öğretmen öğrenci ilişkisi, toplum için sanat vb. ıyice keyifli oldu. çok çok iyi bir kitaptı, mükemmel, elimden bırakamadım
güzel bir ayrıntı: godzilla'ya gittiler torunla ama filmin adını vermedi.
değişen dünya da çok güzel ama ingilizce ismindeki floating world romana daha uygun ve daha şiirsel ve daha farklı göndermeler içeriyor. kitap yaşlı bir ressamın bugün yaşadığı olaylarla geçmişi anımsamalarını ardı ardına veriyor. ikinci dünya savaşı öncesinde kahraman olanların savaş sonrasında nasıl bir suçluya, özür dilemesi hatta toplumun ondan intihar etmesini beklediği birilerine dönüştüğü bir dünyadayız. aynı almanya'da yaşananlar gibi. ressamımız da savaş öncesinde milliyetçi vatansever duygularıyla oldukça politik ve nüfuzu da olduğundan toplumda etkili biri. ancak savaş sonrası gençlerde kendi nesline karşı büyük bir nefret kin öfke olduğunu görüyor ve buna çok anlam da veremiyor. kendisinin bazı yanlış şeyler yapmış olsa da niyeti iyi olduğu için utanılmayacak bir geçmişi olduğuna inanıyor. bu sırada küçük kızını evlendirme çalışmaları olduğu için -ve o sırada japonya'da bir dedektif tutularak görüşülen aile araştırılırmış- bu geçmişiyle yüzleşmesi gerektiğini büyük kızının imalarından anlıyor ve elinden geleni de yapıyor. kızlarına gerçekten çok sinirlendim, babalarına gerçekten kötü davrandılar. her neyse, sanırım ıshiguro kendisi ingiltere'de büyüdüğü için bu eski nesile toptan duyulan nefretin yersiz olduğunu farketmiş çünkü gerçekten de ihtiyar ono o kadar makul bir insan ki. nerede nasıl davranması gerektiğini bilen zeki ve iyi kalpli bir insan aynı zamandan çok yetenekli bir sanatçı, evet bir zamanlar büyük hatalar yapmış olabilir, savaşı desteklememeliydi ama şimdi hatasını kabul ettiği için bu ne ona kin duyulmasını gerektirir ne de bir anda japonya'nın ışık hızıyla amerikanlaşmasını normalleştirir.
yazarın üslubu biçim yöntem ne denirse çok iyi, bütün o yarım hatırlamalar ve anıların başka duygu ve zamanlarla karışmış olabileceğinden bahsetmesi, zihninin dağınıklığı, gerçekten bir yaşlı gibi davranması... bir de üzerine resimle ressamlarla ilgili konular olması, öğretmen öğrenci ilişkisi, toplum için sanat vb. ıyice keyifli oldu. çok çok iyi bir kitaptı, mükemmel, elimden bırakamadım
güzel bir ayrıntı: godzilla'ya gittiler torunla ama filmin adını vermedi.
***
ölümcül bir kitap muhakkak okumalısın dediğiniz bir şey varsa alırım bir dal