Cumartesi, Aralık 19, 2020

vicdansız aylaklıklar

alphonse osbert, the songs of the night, 1896

erken yatmaya çalıştım ve beşte uyandım. biraz yoga yaptım sonra elma yedim ve su içtim. her şey mükemmel gidiyor gibi değil mi? çok sağlıklıyız motiveyiz müthişiz. ama tam makale okumam gereken yerde birden alakasız şeyler okumaya yazmaya başladım. neymiş? ne zaman kalktığının hiçbir önemi yokmuş ne yediğinin de. çalışmıyorsan çalışmıyorsundur. 

*

sınavlarım olduğu için ailemin evinde daha fazla kalamayacaktım bu yüzden yazlıkta kalıyordum iki haftadır. bilmiyorum yalnız yaşamak kadar güzel bir şey var mı? hele bu deniz kenarında tatlı bir sahil mahallesiyse. güneşli günlerde yürüyüşe çıktım ve gerçekten bazen insan sadece gökyüzüne bakarak mutlu olabiliyormuş, bunu hatırladım. benim gibi yürüyüşe çıkan ya da markete filan giden insanlar dışında -ki onlar da çok az- kimse olmadığı için maske bile takmadan rahatça yürüyebildim ve bunun ne kadar muhteşem bir şey olduğunu hatırladım. yine de kaldırımda yürürken karşıdan birinin geldiğini görünce maskemi takıyorum ve hala pandeminin olduğunu anımsıyorum. eskiden her zaman rahatça yürüdüğümüzü, her yere dokunduğumuzu, sürekli dışarıda yediğimizi, maskesiz gezdiğimizi, marketten aldıklarımızı asla yıkamadığımızı hatırlayınca çok tuhaf geliyor. bu duruma alışmış olmak korkunç, herhangi bir şeye bu kadar çok alışmak da öyle.

*

evde yalnız olmanın en güzel yanı herhalde sabahtan akşama kadar sesli müzik dinlemek. kimseyi rahatsız etme endişesi yok. bazen delirip günde üç tane film izleyebilmek. ama yine de kalan günlerde ders çalışmak zorundaydım. yine de bunu yalnız yaşarken yapmak -ya da yapamamak- çok daha güzel oluyor. yalnız olmanın tek dezavantajı sanırım, her sesten korkmak. nereden geldi bu ne oluyor, çatıda biri mi var diye korka korka çatı katına çıkmak ve sonra sesin yalnızca çatıda yürüyen bir martıdan geldiğini anlamak.

*

bir gün boyunca çok şiddetli rüzgar esti, kapılar pencereler uğulduyor, ev başıma yıkılacak sandım. sonra başımı pencereden uzattım. rüzgar saçlarımı birbirine kattı. bütün korkum geçti.

artık marmara üniversitesinde okuduğumu söylemeliyim. ne kadar memnun olmadığımı anlatacak değilim çünkü kimsenin kafasını şikayetlerimle şişirmek istemem ama seneye tercih etmeyi filan düşünen varsa blogun sağ tarafından bulunan kısımdan direk bana yazabilirsiniz, detaylı bir bilgilendirme yaparım. bu sene mezun olacağım -nihayet! umarım yüksek lisans yaparken kendime uygun bir iş bulabilirim. çalışmayı çok istiyorum. para kazanmak güzeldir tabi asıl amacım çalışıyor olmak için çalışmak. artık gerçek hayatta emek vermek ve yorulmak istiyorum. 

çok fazla akademik okuma yaptığımda duygusuzlaştığımı fark ettim, hoş değil. yazmam gereken mailler var ama kendimi toplayamıyorum. buraya yazmanın güzel yanı sanırım söylediklerimin sorumluluğunu almıyor olmam. burası dışında hiçbir yerde sahip olmadığım bir rahatlık. şimdi yeniden eve geldim çünkü bugünlerde havalar çok soğuk. biraz da ailemle vakit geçirip sonra tekrar yazlığa döneceğim. güneşli günlerde. daha önce hiç bu kadar hava durumuyla ilgilenmemiştim.

kısaca son izlediğim altı filmden bahsetmek istiyorum. 

you don't know jack, 2010: bir ötenazi savunucusu olan dr.jack kevorkian'ın insanların kendilerini öldürmelerine yardım etmesi ve bunun tetiklediği hukuki süreç. all real.

tenet, 2020: nolan'dan beklentim bu olduğu için beklentimi karşıladı, bence güzel ve keyifli bir filmdi.

trois couleurs: bleu, 1993: bu filmi daha önce izlemiştima ama çok hatırlamadığım için yeniden izledim ve kesinlikle buna değer. 

the trial of the chicago 7, 2020: ilk yarı çok güldüm ikinci yarı da çok ağladım. eğlenceli politik gerçek. beat kuşağı izlemek isteyenlere.

better days, 2019: çerezlik diye düşünerek açtığım bir filmdi ağlaya ağlaya ciğerim soldu. gerçek bir olaydan uyarlama. kalbe dokunan bir film. 

simple simon, 2010: bunu da keyfim yerine gelsin diye açtım, sheldon-vari simon'un abisine sevgili bulmaya çalışmasının hikayesi. çerezlik, basit, eğlenceli. kafa dağıtmak isteyenlere. 



Pazartesi, Kasım 30, 2020

istediğin yağmursa

elégante au miroir  (1908) by theo van rysselberghe


bundan sonra ne yapmam gerektiğini pek bilmiyorum.

kendimi ansızın bu cümleyi yazarken buldum. hiçbir şey düşünmeden yazmıştım. bilinçaltıma dair bir şey mi? nedense böyle düşündüm.  bundan sonra ne demek, yani ne zamandan sonra? bugünden sonra mı bu yaştan sonra mı? 

*

kısıtlı bir özgür irade var tabi ama ben önceden sanki genel olarak hayatta büyük seçimler yapmam gerek ama bu seçimler bana bırakılmıyor (biyoloji toplum fizik ne dersen) diye düşünüyordum ama şimdi artık küçük seçimlerin bana ait olduğunu ama aslında bunlarla da bayağı bir şeyi değiştirebileceğimi düşünüyorum, sadece her an bazı seçimlerde bulunduğumun bilincinde olmaya çalışarak fark yaratabilirim gibi geliyor ve bence öyle de oluyor. gün içinde sık sık bir anda durup "şuan gerçekten ne yapmak istiyorum ve ne yapıyorum" diye sormak mesela. değiştir bir şeyleri. değil mi? (umarım)

şu sıralar akademik uğraşlarla fazlasıyla meşgulüm, roman okumaya bile zaman bulamıyorum. kafam bir dolu konsept ve fikirle dolu. bunları paylaşmak istiyorum bazen burada. ama kimsenin bunlarla ilgilenmeyeceğini düşünüyorum. hepsi kısa vadeli yanılsamalar. öyle mi? of bilmiyorum. akademik makalelerle yazmak istediğim öyküler arasında uçurum var. ben ne yapmak istiyorum? ve ne yapabilirim. gerçekçi olmak ve hayalperest olmak arasındaki fark bu mu?

ben sosyal bir insan olmuşum ya. introvertlik filan yalan olmuş. gezmek takılmak istiyorum. hatta yeni insanlarla bile tanışmak istiyorum. ama yeniden dışarı çıkabilir olduğumda bunu istememe ihtimalim de yüksek. her şekilde sonuç olarak evdeyim. korona..... koronaaaaaaa.

yaşamak için sebep bulamıyorum. sabah yataktan kalkmak için. şımarıklık mı bu yoksa nankörlük mü? neyim eksik, neyim kötü? ama sahip olduğum bütün iyi yaşam şartları bile yaşamı anlamlı kılmaya yetmiyor. insanı motive etmiyor. shohei bu problemin, yaşamın kendisinden kaynaklandığını düşünüyor, "felsefeyle ilgilenenler hep böyle" dedi. ayy bu geyik japonya'da da var mı yahu? neyse onu seviyorum yanlış anlaşılmasın. sonuçta kimsenin buna bir cevabı yok: neden yaşamak zorundayız ki?

*

yeni-izlenimci bir tabloyla başlayan bir anlamsız bölümün daha sonuna geldik. buyrun metaliniz:

Cuma, Ekim 30, 2020

yine zorlaştı

maynard dixon - shapes of fear (korkunun biçimleri), 1930-32



uzun zaman oldu ve ne yazacağımı da pek bilmiyorum açıkçası ama bir yerden başlamam gerekiyor. elbette yine bir sürü kitap okudum ve pek az film izledim. "i'm thinking of ending things" oldukça güzel ama bir o kadar da depresif bir filmdi. yani moraliniz halihazırda bozukken izlemeyin, özellikle de çok fazla hayal dünyasında yaşayıp hayatınızın boşa geçtiğini filan düşünüyorsanız. 

okuduklarım arasından ise şiddetle tavsiye etmek istediğim ne var diye düşünüyorum. mithat cemal kuntay'ın üç istanbul'u sanırım şimdiye kadar okuduğum en iyi dönem romanıydı. jan-werner müller'in popülizm nedir kitabı da çok güzeldi ve en azından benim için yeterince derin açıklamalar mevcuttu. fuat sevimay'ın anarşık kitabını da pek beğendim. sonra borges'in yedi gece'si. edebiyatla ilgili inceleme sevenler için çok güzel bir deneyim olacak ama sadece bununla da kalmıyor, budizmden karabasana değişik değişik konuşmalar. knut hamsun'un dünya nimetleri'ni de zevkle okudum. kırsal hayat çalışkan köylü güzellemesi ama bunu öyle iyi yapıyor ki keyifle okuyorsunuz. en azından benim için öyleydi. sonra platonov'un öykülerinin olduğu dönüş kitabını okudum ki zaten sevdiğim bir yazarı daha çok sevmemle sonuçlandı. bir de kimseden duymadığım ama bayıldığım bir kitap, lyonel trouillot'dan bağımsızlık kutlaması, çok çok iyiydi. ve klasiklerden jack london'ın deniz kurdu'nu okudum ki aşırı sürükleyiciydi. heyecandan kitabı elimden bırakamadım.

onun dışında son bir aydır hayli sosyalleştim, yorulacak kadar. evde kalmayı özleyecek kadar dışarı çıktım, hemen her gün. aa en büyük gelişmeden bahsetmeyi unuttum. yoga yapmaya başladım. kırk dört gün oldu ve atladığım tek gün yok. kendimi daha sağlıklı hissediyorum, umarım bırakmam. eğer siz de benim gibi spor yapmaktan hiç hoşlanmıyorsanız yogayı deneyin, spordan çok daha keyifli bir şey.

bu yazıyı yazmaya geri dönebilmek için bir teşebbüs olarak görüyorum. biraz zorla yazdığımı itiraf etmem gerekiyor, zaten okurken bunu hissettiğinize eminim, bu yüzden özür dilerim. fakat şu ara yaşama motivasyonum yine düştü. siz böyle hissettiğinizde ne yapıyorsunuz?

Pazar, Eylül 13, 2020

challenge sonu kitap yorumları

fil bo riva - like eye did

tam bir kişinin katıldığı okuma challenge'ımızın sonuna geldik. mrs.soda'ya teşekkürlerimi sunuyorum. kendisi dilerse buraya yorum olarak ya kendi bloguna okuduklarıyla ilgili yorumlarını yazabilir. daha verimli olsun diye bir süre kısıtlaması koymuştum ama şimdi buna gerek yok, istediğin zaman yazabilirsin sevgili soda hanım. mail adresim yoluyla benimle iletişime geçersen kitapları gönderebilirim: yagmurd17@outlook.com (mail adresim hemen sağda en üstte. herhangi biri de ne zaman isterse yazabilir. muhakkak cevap veririm.)

şimdi kitapların yorumlarına geçebilirim.

“daha önce okumadığım bir türk yazar” kategorisinde oya baydar’ın köpekli çocuklar gecesi kitabını okudum. bu kitabın çok iyi fikirler içermesine rağmen iyi yazılmamış olduğunu düşünüyorum. büyük bir beklentiyle başlamıştım çünkü ekolojik bir distopyanın epik kahramanlar olan köpekli çocuklar (bunlar da aslında sistemin dışında kalan sınıfsız da diyebileceğimiz sokak çocukları, mülteciler vs.) çok güzel ve orijinal bir fikir. ama kitapta hikaye çocukların bakış açısından değil, doğa bilimci bir kadının bakış açısından geçmişe dönük olarak anlatılıyor. bence en büyük sorun bu anlatım tekniği, her ne kadar nuh tufan hikayesinin yeniden kurulması, nuh'un gemisinin oturduğu rivayet edilen dağda sembolik olarak adem ve havva'nın sonlarını beklemesi fikir olarak çok güzel olsa da, sürekli geçmiş hakkında konuşmaları yordu ve sıktı. o an yaşanırken anlatılıyor olsaydı daha etkileyici olacağını düşünüyorum. böylece belki bu kadar informatif diyaloglar ya da paragraflar olmazdı, romanın kurulduğu dünya kendini satır aralarında ele vermeli ama kitapta kadın ve adam belgesel anlatıcısı gibi olmuş. ve çok çok fazla tekrara düşmüş gerçekten, editör bir şey dememiş mi bu konuda merak ediyorum. elli altmış sayfa çıkarırım bu kitaptan ve hiçbir şey eksilmez. yazar iklim krizine dikkat çekmek istemiş, bu konuda farkındalık kazandırmak istemiş, takdir ediyorum bu amacı çünkü iyi tezli roman da yazılabilir ama bence bu eser biraz fazla manifesto gibi. bir de son olarak karakterin sürekli amneziye sebep olan virüs hakkında konuşmasını ama her şeyi fazlasıyla ayrıntılı olarak hatırlamasını çelişkili buldum. genel olarak okunması kolay bir romandı bu yüzden yüksek bir beklentiyle başlanmazsa keyifli ve akıcı olabilir.

“güney amerikalı bir yazar” kategorimde ekvadorlu yazar mauro javier cardenas'ın devrim, yeniden kitabı vardı. gerçi kitabın orijinal adı revolutionaries try again’miş ama bu ufak değişikliğin başlık için daha etkileyici durduğunu inkar etmeyeceğim. aynı anda hem bu kadar politik hem de bu kadar kişisel olabilen bir roman daha okumuş muydum, bilmiyorum. cardenas kendinden çok fazla şey koymuş romana, doğduğu şehri, okuduğu üniversiteyi ve muhtemelen pek çok anısını. birçok farklı anlatım tekniği kullanması hem kitabı zenginleştirmiş hem de okumayı zorlaştırmış ama sanıyorum kültürel farklılıkların da etkisi vardır bunda. roman, bir cizvit lisesi olan san javier’li üç arkadaşın lisenin bitişinden on iki yıl sonra ekvador’un yaklaşan başkanlık seçimlerine aday olma fikri etrafında bir araya gelmelerini anlatıyor. ama bunu anlatırken bu üç karakterin, hatta daha fazlasının, zamansız düşüncelerini okuyoruz. seksenler ve doksanlar boyu, yöneticilerin yolsuzlukları ayan beyan ortada ve ülkenin yüzde altmışı fakirlik içinde yüzüyorken idealist gençlerin şansı olabilir mi? bir yanda eski başkanın özel kalemi olan leopoldo var ki bu başkanlık adayı olma fikrini ortaya koyan o, realpolitik’i en iyi anlayan da o. diğer yanda stanford’da ekonomi ve siyasete dair birçok şeyi farklı görmeye başlamış yıllar sonra ülkesinde dönen antonio var, ve onlardan daha alt bir sınıftan gelen radyocu oyun yazarı rolando. ve üç karakterin de babalarıyla olan problemleri hayatlarında merkezi bir yer alıyor. ama bu idealist görünen gençler gerçekten de o kadar iyiler mi? gerçekten de o kadar fedakâr ve azimliler mi, dürüstler mi, masumlar mı? ya diğer arkadaşları? bütün bu anılar ve düşünceler akarken bir yandan da ülkenin siyasi yozlaşmışlığını, yoksulluğu, hırsızlığı, suçluları, suçluluğu okuyoruz. çok eleştirel çok sarkastik bir dil. kitaptan belli bölümleri alıntılamak çok zor çünkü hep bir bütünlük içinde gidiyor, bazen bir iki sayfayı toptan paylaşmak istedim çünkü başka türlü ne kadar etkileyici olduğu anlaşılmıyor. bir yandan da bir şeyler yazmaya çalışan antonio’nun düşünceleriyle birlikte yazarın yazma sürecine de dahil olarak üçüncü bir katmanı görüyoruz. ileride bir gün elime geçerse bu kitabı orijinal dili olan ingilizceden okumayı çok isterim. bu da güzel ve açıklayıcı olduğunu düşündüğüm bir yazı: https://roughghosts.com/...uro-javier-cardenas/

“daha önce edebiyatından hiç okumadığım bir ülkeden bir kitap” kategorisi için elimdeki kitaplara bakıp izlanda’yı seçmiştim. halldor laxness'in salka valka kitabını okudum. bu kitap hakkında kafam biraz karışık. öncelikle yordam bir yayınevi olarak bastığı kitaplarda marksist-sosyalist bir tema takip ediyor. salka valka’da da bu konu, özellikle ikinci yarısında, baskın bir şekilde mevcut ama sosyalizmin bir çeşit övgüsünden ziyade eleştirisi gibiydi. belki benim bakış açımdan kaynaklanıyordur tabi ama bilemiyorum. belki yordam objektif olmak da istemiş olabilir, dedim ya kafam karıştırdı. ama bunun dışında gerçekten de daha önce çok düşünmediğim bir coğrafya ve yaşam biçimiyle beni yüzleştirdi, böyle diyorum çünkü kitabın çoğu kısmı benim için bayağı üzücüydü. kolay okunan akıcı, fazla gerçekçi bir kitap, tavsiye ederim.

“kurgu dışı bir kitap” kategorimde sevcan sönmez'in filmlerle hatırlamak çalışması vardı. bellek ve hatırlama üzerine yapılmış akademik çalışmaların yol gösterimiyle 8 adet türk filminin analizi desem fazla mı basite indirgemiş olurum acaba? (bence olmam nys) teorik kısmına aşina olduğum için (sinema öğrencisi olmamın da etkisi vardır muhakkak) benim için kolay okunan bir kitaptı, normalde teorik bir kitabı bu kadar hızlı okuyamazdım herhalde. bu filmleri izlememiş bile olsanız ki ben de hepsini izlememiştim analizleri okumak gerçekten keyifli oldu -kalanları izlemeye gerek duymadım. ve sadece hatırlama meselesi değil aslında başka birçok konudan da bahsediyor. bu yüzden film analizi okumaktan hoşlanan herhangi birinin bu kitabı keyifle okuyacağını düşünüyorum. biraz tekrara giriyor ama o kadar da olur.

“uzun süredir elinizde olan ama hala okumadığınız bir kitap” kategorimle rafta tam 6 yıldır okunmayı bekleyen tanpınar’ın yahya kemal kitabını nihayet bu challenge sayesinde okumuş oldum. kitap aslında biraz yarım çünkü tanpınar öldükten sonra onun çalışmalarından oluşturulmuş, kendisinin ekleyeceği çıkaracağı çok şey vardır eminim. tanpınar, hocası ve arkadaşı olan yahya kemal'i anlatırken aynı zamanda divan edebiyatından tanzimat edebiyatına, fransız şiirine, milliyetçiliğe dek birçok konudan ve kişiden de bahsediyor. şiir analizi de yapıyor kendi anılarını da anlatıyor. özellikle üniversite sınavına hazırlanırken edebiyat çözecekler için hem keyifli bir okuma hem de biraz ders çalışma yerine geçebilecek çok güzel bir kitap. o zamanlarda okumuş olmayı isterdim, üzgünüm. ama bazı açılardan da okunması biraz zor özellikle fransız şiirine dair bir şeyler bilmek gerekiyor ya da okurken araştırmak. bu yüzden zorlandığım yerler oldu. ben şiirle çok da ilgili bir insan değilim nihayetinde.

evet şimdilik bu kadar. bundan sonra da challenge yapmam herhalde akjdhsfjlknfkjd ama siz kendi kendinizi motive etmek için yapın güzel oluyor

sevgiler

Çarşamba, Ağustos 26, 2020

bir okuma challenge ve çekiliş

kandinsky, black-red, 1928

evet bunu neden daha önce yapmadım bilmem. beş kitaplık on beş gün sürecek bir okuma challenge'ı yapmak istiyorum. challenge'a katılanlardan birine de şu kitaplarımı hediye etmek istiyorum. (bu kitapların hiçbir hasarı yok ama sıfır da değiller yani, ben okudum sonuçta.)

katılmak için bir blogunuz olmasına gerek yok. 30 ağustos pazar günü başlayıp 14 eylül' kadar beş kategoride birer kitap okuyacağız. katılmayı düşünenler bu postun altına neler okuyacağını yazarsa (ya da eğer blogları varsa oraya yazıp buraya link bırakabilirler) güzel olur, böylece katılan kişi sayısı çarpı beş kadar kitabın okunduğunu biliriz ve sonra bu kitapların yorumlarını okuruz. o da şöyle olacak: eylül'ün 12si veya 13'ünde yayınlayacağım yazıya (benim okuduğum kitaplarla ilgili bir yazı olacak) bu kitaplarla ilgili üç cümle -isterseniz daha uzun da olur tabi ki- yazdığınız yorumlarla çekilişe katılmış olacaksınız. tabi ben kitap istemiyorum sadece katılacağım da diyebilirsiniz. 15'inin akşamı da çekiliş sonucunu yine buradan duyuracağım. umarım çokça katılan olur ve keyifli bir okuma süreci geçiririz.

ben kendim için şu beş kategoriyi belirledim. siz de isterseniz bu kategorileri aynen alın ya da biraz değiştirin, bu konuda katı kurallarımız yok. ayrıca okumaya hemen bugün de başlayabilirsiniz tabi.

daha önce okumadığım bir türk yazar

türk yazarlar arasında yenileri keşfetmek her zaman güzel bir deneyim diye düşünüyorum. ben oya baydar'ı ve onun "köpekli çocuklar gecesi" kitabını seçtim. bu kategori için.

güney amerikalı bir yazar

bu kategori için ekvadorlu yazar mauro javier cardenas'ın "devrim, yeniden" kitabını seçtim.

daha önce edebiyatından hiç okumadığım bir ülkeden bir kitap

ben bu kategori için izlanda ve halldor laxness'i seçtim. kitabım "salka valka".

kurgu dışı bir kitap

karar vermesi zor oldu ama sevcan sönmez'in "filmlerle hatırlamak" kitabını seçtim.

uzun süredir elinizde olan ama hala okumadığınız bir kitap

hemen herkesin böyle bir ya da birkaç kitabı vardır bence. belki okumaya korkuyoruzdur belki hevesimiz kaçmıştır. ama şimdi o kitabı okuma zamanı. benim için bu kitap tanpınar'ın yazdığı "yahya kemal" kitabı. 2014'te almışım ya, altı yıl olmuş, altı. o sıralarda yahya kemal'in bütün eserlerini okumuştum bu yüzden bu biyografiyi merak ediyordum. ama sonra zaman geçti, ben ilgimi kaybettim ve okumadım. o yüzden artık bu meşum erteleme işine son vermeliyim.

*** 

evet bu kadar. umarım katılan birileri olur ve eğleniriz. kendinize iyi bakın

Çarşamba, Ağustos 19, 2020

bir günüm nasıl geçmiyor

(yirminci yüzyılda yaşayan) francis bacon. 1927. 


marbl - the mechanism of all temporary things

günümün can sıkıntısından nasıl geçmediğine ama aslında bir şekilde geçtiği için ve ben hayatımın en güzel yıllarını bu şekilde harcadığım için üzüldüğüme dair bir yazı. 

sabah uyandığımda güzel bir rüya görüyorduysam uyandığım için canım sıkkın. uykuma geri dönme arzusundayım ama bu imkansız, hissedebiliyorum. babam odaya girer, gözlerimi aralarım sonra geri kaparım. ama babam asla rahat bırakmaz, odamda oyalanır yanıma gelir bir şeyler yapar filan derken tamamen ayılmış olurum ama bir miktar sinirle. annem beni uyandırdığı için babama kızar ama olan olmuştur. kahvaltıyı hazırlayan anneme yardım ederim. belim çok ağrıyorsa yemekten önce birkaç esneme hareketi yaparım çünkü yemekten sonra eğilsem kusacak gibi olurum. mide rahatsızlıkları falan filan. her sabah annem az yediğimi iddia eder ben de aksini ispatlamaya çalışırım. annemle bir şeyler üzerine sohbet ederiz. babam sofrada olup olmadığına dair ipucu verecek bir harekette bulunmaz. sessizce yemeğini yer ve sonra çay içer. yemekten sonra çay içmek onun günlük keyif vaktidir. sonra giyinip işe gider. biz annemle evi biraz toplarız. asgari düzeyde iş yaparız ama öyle detaya inmeyiz. öğretmen olan annem işe başlamasına az kaldığını düşünüp üzülür. ben hala salgının bitmemiş olduğunu düşünüp üzülürüm. sonra bir şeyler okuyup izleriz, ayrı ayrı tabi. ben biraz twitter biraz yutuba bakarım. yeterince gereksiz bilgiyle dolduğuma emin olunca sıkıntıdan patlayarak biraz kitap okurum. sonra mümkün olduğu kadar kısa sürede yemek yaparız. bazen de yapmayız. meyve filan yeriz. sonra biraz daha zaman öldürme ve kitap okuma vakti. bu aralar yeni bir aktivite eklendi, yakında doğacak yeğenime süveter örüyorum. o sıradan akademik seminerler dinliyorum, bu işte çok acemi olduğumdan aşırı yavaş ilerliyorum, günde üç sıra filan örüyorum. akşam da babamla ya da annemle film izliyoruz. bazen de onlar izliyor ben odamda oturuyorum. dün akşam anneme 1984'ün filmini izletip psikolojisini bozdum. nadiren de liseden arkadaşlarımla buluşuyorum, bir parkta oturup dondurma yiyoruz ya da bir yerde kahve içiyoruz. hayatımızdan şikayet ediyoruz ama bir çözüm bulamıyoruz. pandeminin bir an önce bitmesini ummaktan başka çaremiz yok. eğer yazlığa gitmişsek, bu genelde haftasonu oluyor, daha hareketli geçiyor. kuzenlerimle basketbol oynuyorum, denize gidiyoruz, suluboya origami filan yapıyoruz, yeni oyunlar uyduruyoruz. bir ara yay ve ok, bir de hedef tahtası yapıp yarıştık. bazı günler kendimi öyle mutsuz hissediyorum ki hiçbir şey yapamıyorum. o zaman bloga yazayım diyorum. herhangi bir şey. çok başarısız bir yazı olacak bile olsa. sonra işte böyle aklıma geleni yazıyorum.

eğer kendi sıkıntımı sizinkiyle çarpıştırarak sizinkini ikiye katladıysam kusura bakmayın. ben de böyle olsun istemezdim. ama ne yapabilirim? ne yapmalıyız?

Pazartesi, Ağustos 17, 2020

birkaç güzel roman


son zamanlarda pek bilinmediğini düşündüğüm çok güzel kitaplar okuduğum için bunları sizinle paylaşmak istedim. hepsi timaş çünkü en son öyle bir alışveriş yapmıştım indirimden dolayı. iyi ki de yapmışım. çok iyi olduğunu düşünmediğim bir kitabı koymadım listeye.



meşa selimoviç - derviş ve ölüm

yıllardır kitapçıda ne zaman görsem okumak isterdim ama acele etmeyişim iyi olmuş. hem tatil vakti tam odaklanarak okumak hem de bu yaşımda okumak iyi geldi. öncelikle kitabın başında yazarın önsözünü okuduğumda biraz canım sıkıldı. çünkü yazarın kardeşi ölüyor ve kitabın ana karakteri mevlevi tekkesi şeyhi ahmet nurettin'in kardeşinin ölümü ve sonrasında yaşadıkları da bunun etkileriyle yazılmış. ancak bir fark var, önsözde yazar devrime duyduğu inançtan bahsediyor, romanda ise bunu ahmet'in dini inancı olarak ele almış. e haliyle okurken de ne zaman ahmet allah'itan dinden bahsetse ben selimoviç'in devrimi kastettiğini mi düşünerek okudum. bu ikisi arasında kurduğu paralelliği anlayabilsem de romandaki bazı noktalar muallakta kaldı gibi hissettim. yine de çok güzeldi, kısmen okuması zor ve hacimli bir eser olmasına rağmen o kadar akıcıydı ki iki günde bitirdim.   

jose eduardo agalusa - unutmanın genel teorisi

angola'dan bir kitap okumak bence başlı başına güzel bir his. ama kitap öyle güzel ki bu olmasa bile olurdu. angola bağımsızlık savaşı başladığı sırada korkudan kendini eve kitleyen bir kadın yirmi sekiz yıl evden hiç çıkmadan yaşıyor. kitap bir yandan onun yalnızlığını yaşam mücadelesini anlatırken diğer yandan hayatı bu kadınla kesişen herkesten de bahsediyor ve bu sırada angola tarihi üzerine de birçok şey öğrenmiş oluyorsunuz. 

olga tokarczuk - sür pulluğunu ölülerin kemikleri üzerinde

nobel alınca hemen ünlü olan olga hanımın bu kitabından uyarlanarak çekilmiş filmi spoor (2017)'u istanbul film festivalinde izleyip çok beğenmiştim. bu kitabı alırken şöyle bir düşündüm ve filmi çok az hatırladığımı fark ettiğim için okuyabilirim dedim. iyi ki de öyle yaptım, ilk defa karşılaştığım bir hikaye gibiydi ve çok etkileyiciydi. ellilerinin sonunda polonyanın dağında yaşayan astrolog diyebileceğimiz çevreci/vegan (ama bu etiketlerin yüzeyselliğinden uzak) bir kadının yaşadığı bölgedeki avcılığa karşı öfkesini anlatıyor.
 
tarjei vesaas - buz sarayı -  kuşlar

vesaas'la buz sarayı kitabıyla tanışmıştım birkaç yıl önce. masalsı bir hikaye anlatmasına rağmen fazlasıyla üzüldüğümü etkilendiğimi hatırlıyorum. ama sanırım kuşlar daha ünlü ve onu daha yakın zamanda okuduğum için mi bilmiyorum daha çok beğendiğimi düşünüyorum. bir abla ve onun birazcık zihinsel olarak farklı olan erkek kardeşinin hayatları, bu kardeşin zihninden aktarılıyor ve ablasını her şeyi olarak gören kardeşcik (neredeyse 40 yaşında bir adam) hayatlarına bir yabancı girmesiyle sarsılıyor. 

claudio morandini - kar köpek ayak - taşlar

dino buzzati'ye benzetildiğini okuyunca hemen morandini ile tanışmam lazım dedim. buzzati en sevdiğim yazarlarda ilk üçe girer. ismini yazdığım iki kitabı da okurken atmosferin içine gömüleceğiniz ve sonra kitabı düşündüğünüzde o hissi yeniden yaşayabileceğini kadar etkili. özellikle taşlar'ın daha çok buzzati-vari bir eser olduğunu düşünüyorum, olağanüstü bir hikaye (taşların canlanması ve her yeri kaplaması) anlatıyor olmasına karşın hikaye bugünde geçiyor ve alabildiğine gerçekmiş gibi anlatılıyor ki kitabı inanılmaz kılan da bu anlatım tekniği. 

mattias faldbakken - garson

ne bir yerde gördüm ne de duydum daha önce ama gerçekten çok beğendim ve hani öyle bir kitap ki zaman geçtikçe daha çok beğendiğimi fark ediyorum kdsjhfkj üst düzey bir restoranda garsonluk yapan bir adamın dilinden sanata, avrupalılığa, çocukluğa, modaya ve daha birçok şeye dair düşüncelerini izlerken bir yandan da restoranda gelişen olayları takip ediyoruz. ilerleyen yıllarda yeniden okumak istediğime eminim. 

siz bu aralar ne okuyorsunuz, ne seviyorsunuz? 

Perşembe, Ağustos 06, 2020

korece müzikten seçmeler

yine iddialı bir başlık ama farkındaysanız olumsuz bir ima taşıyor. çünkü bugün toplumda (en azından türkiye'de) sadece ergenlerin kore pop müziği dinlediği algısı var. bu yüzden bu müziği dinlemek de "ergence" bir şey. ha ben önyargılarımın esiri değilim, kimin ne söylediğini de umursamam diyorsanız doğru yerdesiniz.

şimdi işin aslına bakarsanız 15 yaşındaki birinin ariana grande fanı olmasıyla bts fanı olması arasında pek bir fark yok. ya da herhangi bir ünlünün fanı olmaktan bahsediyorum çünkü temelde hepsi aynı eğlence endüstrisi içinde benzer işlevler görüyorlar. sadece bir sorun olduğunu düşündüğüm tek nokta, fanlık eyleminin abartılması ki kore popunu toplum nezdinde itici yapan şey de bu. justin bieber'ı ya da one direction'ı itici yapan da buydu. bence, kore popu ya da onunla aynı kefeye koyduğum diğer şeyler sadece sizi eğlendirdiği sürece anlamlıdır. sizi yoracak, üzecek kadar önemsememeniz gereken şeylerdir. aynı zamanda iğrenecek ya da nefret edecek kadar da ciddiye alınmamalıdır.

evet, bugünlerde kimsenin "kore popunu sevmek istiyorum ama nereden başlayacağımı bilmiyorum" dediğini düşünmüyorum fakat ben bir zamanlar bunu dedim. fakat kendi yolumu kendim bulmam gerekti ama size bir güzellik yapacağım ve eğer siz de hazırsanız önyargılarınızdan kurtulacağınızı düşünüyorum. ama tek gerçek müzik klasik müziktir/rocktır/hiphop'tır filan diye düşünüyorsanız bu yazıyı okumaya devam etmek yerine neden böyle düşündüğünüzü yorumlara yazın ve önce bu konuyu tartışalım. 

şimdi, şarkılara gelmeden önce öncelikle düzeltilmesi gereken bir yanlışlık var ki o da bugün kore popu dediğimizde aslında rock, hiphop, trot, edm, r&b, indie gibi bir çok türden bahsediyor olmamız. o yüzden pop ifadesini burada sadece popüler olan müzik olarak algılamak daha doğru olacaktır. kore veya asya eğlence endüstrisi üzerine söylenecek daha çok şey var ama ben daha fazla kafanızı şişirmek istemiyorum. herhangi bir sıralama olmaksızın şarkıları eklemeye başlıyorum.



















































evet şimdilik bunlar aklıma geldi ya da denk geldim aaa bu da güzeldi dedim ekledim. umarım beğenirsiniz, eğer sizin de tavsiyeleriniz varsa -çünkü özellikle son zamanlarda (son beş yılda) neler çıktı pek bilmiyorum- aşağıya ekleyin dinleyelim. 

Pazar, Ağustos 02, 2020

burroughs ölmüştü

                                                all saints day II, 1911, wassily kandinsky

ölümünün 23. yıl dönümü sebebiyle beat kuşağının en sevdiğim yazarı w.s.burroughs için biraz müzik dinleyelim. başlık bulmak çok zor olduğu için biraz saçmaladım. az daha dünya yakışıklılar gününüz kutlu olsun yazıyordum. dezoleeyyy. her yöreden türden müzik dinlemeyi sevenlere çok güzel bir site önermek istiyorum: 
anasayfada karışık bir şekilde yer alan beş bine yakın türden birine tıklayıp o türde müzik parçaları üretenlerin şarkılarını dinleyebileceğiniz gibi oradan direk spotify profillerine de geçebilirsiniz. 
http://everynoise.com/retromatic.html buradan da mesela yıllara göre istediğiniz türü dinleyebilirsiniz. ben bu sitede saatlerce vakit geçirebilirim, gerçekten çok güzel. e şimdi dönmez mi bir rusça post-punk? 


şimdi aniden duygusala bağlamış olacağım sanırım. şuan hemen bu yazıyı kapatıp hayatınıza keyifli bir şekilde devam edebilirsiniz.

insan neden eskiden dinlediği şarkıları dinlediği zaman ağlamak ister ki? ya da bilmiyorum benim içimden ağlamak geliyor.  tuhaf bir şey bu çünkü o zamanlar çok mutlu filan değildim, öyle olsaydım en azından belki artık o kadar mutlu olmadığım için üzüldüğümü düşünürdüm. geçmiş güzel günleri düşünmek hep hüzünlendirmez mi insanı? peki nasıl oluyor da o zamanlara dair deli gibi bir özlem duyabiliyorum, şimdi kendimi çok daha iyi bir konumda görüyorum hem psikolojik hem fiziksel ama yine de tuhaf bir şey var. o zaman dünyayı tanımıyordum derler ya, en azından gerçek dünyayı bilmiyordum. çok farklı bir evrendi, eski şarkıları dinleyince sanki yine o eski bu dünyaya dair bir şey bilmeyen ve bu gerçeklikte yaşamayan ben olmak istiyorum. of, yine aynı ruh haline girdim işte. yaşamak çekmiyor canım. geçen arkadaşlarla konuşuyorduk, güçlü olmak sizin için ne demek diye. biri benim için başarı güç demek dedi, diğeri ideallerim için hiçbir şey yapamamak, bir diğeri kendine yetebilmek. benim içinse güçlü olmak yaşamak isteyebilmek demek. bu isteğe sahip olamadığımda çok bitkin, boş ve güçsüz hissediyorum. ve uyumak istiyorum. o zaman sevmek veya sevilmek bir şeye ifade etmiyor. bir şey bilmek ya da bilmemek. mutlu olmak ya da olmamak. bu yüzden hiçbir şey yapasım gelmiyor çünkü hiçbir şey önemli değil ki. hiçbir şey umurumda değil, zorlasam da umursayamıyorum. şimdi bunları yazarken aklıma geldi, rüyamda delirdiğimi gördüm bu gece. çok tuhaf bir şey, al işte delirdim en sonunda, gibi bir deneyimdi. deli olduğumun farkındaydım ama deli gibi davranmaktan kendimi alamıyordum. delirmek böyle bir şey midir acaba?

Perşembe, Temmuz 30, 2020

jurnal

lost and forgetten by rhads

yorgos seferis'in bir şairin günlüğü'nü okuyordum. sonra fark ettim ki benim de benzer şekilde yazdığım onlarca şey var -tabi ki kıyas kabul etmez yine de benim için önemli- ama hepsi dağınık. en iyisi bunları daha düzenli bir şekilde yazmaya devam etmek. sonra blog gözüme çekici göründü. hemen her gün yazmaya çalışsam nasıl olur? bunu denemeliyim dedim ve hemen şimdi, bir saniye bile gecikmeden yazmalıyım. şuan uykum var, saat bir buçuk ama yazmam gerek çünkü biliyorum sabah uyandığımda bana her şey gereksiz yahut fazla iddialı gelecek. şuan yavaşlayan beynim kararlarımı fazla eleştirmemi engelliyor bu yüzden belki bir şey yapabiliyorum. herhangi bir şey. * bugün liseden yakın bir arkadaşımla buluştum. aşıklar parkı diye bilinen bir parkta oturduk. hava güzel, park sakin, ağaçlar huzurluydu. o izlediği filmlerden bahsetti, bundan sonra yapabileceğimiz şeylerden konuştuk, dondurma yedik ve yaban mersinine ligarba da denilmesi üzerine konuştuk. ligarba şiirsel bir isim bence. * konudan konuya atlıyorum. evet. aile tuhaf bir şey. sürekli sorunlar yaşadığın ama kopamadığın bir yer. neden aile hep mekansal olarak düşünülür? zamansal olmaya da yatkın gibi geliyor bana. ama henüz o aşamaya geçemedim. * şuanda aklıma ales sınavına giriş yerini yanlış seçtiğim geldi ve bu yüzden sınava giremeyeceğim. hafif bir aptallık var sanırım. * fransızca'da b1 gibi bir seviyeye geldim sanırım, bu yüzden artık şarkılarla çalışmaya karar verdim. derniere danse'ın sözlerinin bu kadar güzel olduğunu hiç fark etmemiştim. sürekli dilimde. 

"je remue le ciel, le jour la nuit, je danse avec le vent la pluie" 
(göğü oynatıyorum gündüz gece, rüzgarla yağmurla dans ediyorum) 

"dans tout paris, je m'abandonne" 
(her yerinde paris'in, kendimden vazgeçiyorum) 

o zaman danse.

Salı, Temmuz 21, 2020

ne garip federico adında olmak


the house that jack built (2018) by lars von trier
the house that jack built (2018) by lars von trier


konusu nedir bu yazının emin değilim, benimle ilgili bir şeyler işte. lorca'yla ilgisi ne ya da trier'le ben de emin değilim. 

evet, sanırım mezun olmayan (ve tabi yaşıtım olan) çok çok az arkadaşım kaldı. ben niye mezun olamıyorum? alttan dersim mi var? yok. ama iki bölüm okumak gibi bir seçim yapmıştım üç yıl kadar önce. bilmeyenler için -herkesin her şeyi bildiğini varsayıyorum onu fark ettim- bölümlerimden biri sinema ve televizyon, diğeri siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler, ve ingilizce. dördüncü senem ama ancak seneye mezun olabiliyorum çünkü zamanında "çok ders almakla uğraşamam ben ya hem amaaaan ne olacak bir sene uzatmaktan" dedim, tembelliğim ağır geldi ve sonuç olarak seneye artı birinci senemi okuyacağım. umarım son senem de olur. 

tabi bu arada bir de güzelim üniversitem kapatıldı (şehir üniversitesi). daha önce bahsetmiştim ama gene söyleyeyim. okulumdan aşırı memnundum. eğitimi hocaları arkadaşlarım kampüs. her şey çok iyiydi. fakat davidov'un parti kurmasıyla bir kötülük canları çekenler önce kayyum atadılar, sonra özel bir torba yasa çıkarıp çaaat diye okulu kapattılar. bir sabah kalkıyorsunuz, okulunuz yok. neden? birilerinin keyfi öyle istemiş. okul marmaraya devredildi. (geçen gün aklıma geldi, lise üçteyken üni gezmesi yapmıştık, marmara'ya da gitmiştik, bir tuvalet bulmak için yürü allah yürü. en sonunda bulduğumuz yer ne peçete var ne sabun, kusura bakmasın kimse ama rezillik diz boyu. dedim ki bu okula para verseler gelmem ben. nasıl büyük konuştuysam artık. tercihimle yazdığım üniversite kapanıyor ve marmara öğrencisi oluyorum. hey allahım.) yani şimdi ben marmara diploması alacağım, öyle mi? işste bu koyuyor. kendi okulumda mutlulukla okurdum son senemi..hem daha çok hocalar vardı dinlemek istediğim. yemin ederim içimde ukte kaldı. 

dün son kez okuluma gittik. kitapları iade ettim. okulda gezindim. belki de son kez. o kadar benimsemişim ki. eve gelmek gibiydi. eve son kez gelmek.


üniversiteye girerken ne istediğimi bilmiyordum. hala bilmiyorum. politikadan çap yaptığım için biraz pişmanım. çok şey öğrendim orası kesin, bakış açım değişti. ama ben felsefe adamıyım galiba, daha çok eğleniyorum felsefe ile -gerçi bir tür aşk nefret ilişkisi bu çünkü ciddiye alamıyorum aslında, yaşadığımı hissettiğim anlarda hiç umurumda olmuyor felsefe, bir oyalama gibi. sosyoloji yandalını bıraktığıma ise hayli memnunum, sıkmıştı çünkü ve hala hiç gerek yok diyorum. yüksek lisans yapmayı düşünüyorum, sinema sektöründe çalışmayı da deneyeceğim ama ümitsizim, kim beni ne yapsın. yl, doktora öyle devam eder akademi muhtemelen. hoca olma fikri cazip. yurtdışındaki bazı üniversitelere de başvuracağım ama burs bulabilir miyim nasıl olur onu da bilmiyorum. kısacası her zamanki gibi birçok şeyi teşebbüs edeceğim, sonra elimde neler kaldığını göreceğiz. yakında ales'e gireceğim, dil puanım cebimde. dönem içinde bunlarla uğraşmak istemediğimden şimdiden bu işleri halletmeye çalışıyorum. ales'ten sonra ielts ya da toefl konusunda bir karar verip ona odaklanacağım. bu konularda yeterince bilgi sahibi olup başvurularımı yaptığımda buraya da bir yazı yazarım, bir sene sonra tabi. 

yüzüklerin efendisi maratonu yapayım dedim çünkü şu ara bütün gün gezip yorulup akşam en erken onda eve geldiğimde hiçbir şey yapacak halim kalmıyor ancak bir film açıp uykudan ölmeyi bekleyebiliyorum. miyazaki'nin bütün filmlerini baştan sardım izliyorum iki ya da üç tane kaldı galiba. sonra trier'in son filmini izledik arkadaşımla, the house that jack built. trier şaşırtmadı, her zamanki gibiydi. deneysel, handycam, rönesans tabloları gibi sahneler... şimdiye kadar europa, melancholia, antichrist, nymphomaniac filmlerini izledim. hala favorim antichrist ve nympho. yani bu film çok bir yere gelemedi şuan ama tuhaf, onun üzerine düşünmekten kendimi alamıyorum. (şiddet sahnelerine ya yok abartıldığı kadar değil diyenler bir kendilerini kontrol ettirsin. ayrıca o seri katile sempati duymak da ne bileyim... beni aşar.) ilahi komedya'ya başladım hatta. elimde olsa aeneis okurdum gerçi önce ama şu aralar hiçbir şey satın almak içimden gelmiyor. daha önce kitap almak istemediğim bir dönem olmamıştı, tam tersine alma isteğimle mücadele ederdim. ilginç gerçekten. şu ara biraz minimalist vibelar var bende. bütün eşyalar canımı sıkıyor. atıp verip kurtulmak istiyorum. ki kitap dışında çok bir şeyi olan biri değilim. ha bir de giysi var bolca ama onun sebebi annem. ama minimalizme de karşıyım aslında. biraz kasıyorlar gibi geliyor. bir salın ya. tamam kullanmadığınız eşyaları bulundurmayın elbette evinizde ama insanın da bir keyfi var, yerde bir halı koltukta bir yastık olsun istiyor, .  

işte böyle son zamanlarda yeniden yaşamaya başladım. ve tuhaf, benim için ne zaman yaşamak dışarıda olmak olmuş bilmiyorum fakat öyle. sırf noodle ya da uygur yemeği yemek için bir yerlere gitmek, erkek arkadaşımla bilmediğimiz yollarda yürümek, çimenlere yatmak, bisiklet sürmek, piknik yapmak, en yakın arkadaşlarımla kuzguncukta çay içip bütün gece konuşmak... yani böyle uzuyor liste. sıradan şeyler ama beni ne kada mutlu ettiğini unutmuşum dışarıda olmanın. kitapları filmleri resim yapmayı basket oynamayı seviyorum hepsi güzel şeyler filan da sokakları özlemiştim. 
 
*

sonra turşucumla konuştuk. neden yazmıyorsun, dedi, en çok yapmak istediğin şeyin bu olduğunu söylüyorsun ama yapmıyorsun. ben de korktuğumu itiraf ettim. yeterince iyi yazamamaktan korkuyorum. o kadar ciddiye alıyorum ki yazmayı başlayamıyorum bile. zor böyle korkak olmak ve böyle mükemmelliyetçi ve böyle gururlu olmak kötü. hayır, böyle olmak istemiyorum.

*

kordoba,
uzakta, bir başına.

siyah midilli, dolunay
ve heybede zeytin.

bilirim de yolları
varamam kordoba'ya.

ovadan doğru, rüzgardan,
siyah midilli, kırmızı ay.
ölümdür bana bakan
kulelerinden kordoba'nın.

yol ne uzun, oy!
yiğit midillim, oy!
oy ki, beni bekler ölüm
varamadan kordoba'ya!

kordoba.
uzakta, bir başına.

federico garcia lorca, atlının türküsü
(ne garip federico adında olmak, can yayınları, s.60, çeviri: alova)

Cumartesi, Temmuz 04, 2020

neden okumayı seven herkes 1000kitap kullanmalı?

der bücherwurm, carl spitzweg, 1850

hayır entegre almadım ve aşırı iddialı bir başlık olduğunun farkındayım. şimdiden itiraf edeyim ki abarttım, evet, herkes kullansın demiyorum. ama ben çok memnunum, bu yüzden herkeslere tavsiye ediyorum. gelelim sebeplerine...

şu sağ altta benim yüzyıllardır güncellemediğim goodreads hesabım duruyor. şifresini de unuttum. çok denedim ama bir türlü güncel bir şekilde kullanamadım o siteyi/uygulamayı ben. nedenini bilmiyorum. 1000kitap'ı öyle uzaktan biliyordum. yaklaşık bir sene önce de bir hesap açtım, gittikçe daha fazla kullanıyorum sanırım. memnunum.

şimdi önce olumsuz kısmı söyleyeyim çünkü bir tane var. o da bazı erkeklerin (ben hiçbir kızın bunu yaptığını ne gördüm ne duydum o yüzden net bir şekilde diyorum, erkeklerin) nefes alan her kıza yürümeye çalışması. özel mesaj seçeneği de var uygulamanın ve buradan saçma salak bir sürü mesaj alabilirsiniz ama 1k buna özel bir çözüm geliştirmiş. sizin takip ettiğiniz birinden mesaj gelirse ayrı bir yere, takip etmediğiniz birinden gelirse "diğer mesajlar" kısmına gidiyor.  ve diğer mesajlar kısmına bakmayarak mutlu ve huzurlu bir şekilde yaşarsınız. tabi bu insanlar arasından çok çok nadiren de olsa başka bir amaçla mesaj atmış olan olabilir. ama benim kişisel düşüncem direk soracakları neyse onu sormayan insanlara hiç cevap vermemek. zaten bu tiplerin profilleri de belli, kitapla ilgileri alakaları yok. kitap okumayan insanlar neden kitap sitesinde kız düşürmeye çalışıyor ona da anlam veremiyorum ya. neyse. eveet, bu insanları görmezden geldiniz (ve tavsiyem profilinize kendi resminizi koymayın, koyunca daha çok salak mesaj alıyorsunuz, tecrübeyle sabit. hatta tavsiyem cinsiyetinizi de gizlemeniz, ben öyle yaptığımdan beri daha rahatım.) şimdi keyfini sürün sitenin/uygulamanın.  

alıntı: alıntılamanın güzel yanı sonradan onlara istediğim yer ve zamanda dönüp bakabilmek. ayrıca sevdiğim kitapları takibe alarak başka insanların o kitaptan yaptığı alıntıları okumayı da çok seviyorum. özellikle ulysses'ten ne zaman alıntı görsem yeni baştan okuyasım geliyor, acayip özlüyorum. ayrıca zevkinize yakın okurları takip ederek onların bir nevi önerilerini alabilirsiniz.

kütüphanecilik: eksik olan kitabın eklenmesi için talepte bulunursanız kısa süre içinde ekleniyor. 100 okur puanına sahip olduktan sonra kütüphaneci olmak için başvurabilir ve siz de siteye kitap/yazar ekleyebilir ya da mevcut olanları düzenleyebilirsiniz.

istatistik: okuduğunuz kitapları türüne ve yazarına göre kategorize ettiği için ne okumuş olduğunu görmek hoşuna gidiyor insanın. yazılımdan amme hizmeti. ayrıca kaç sayfa okudunuz, kaç inceleme yazdınız, en çok okuyanlarda kaçıncı sıradasınız, en çok hangilerini beğendiniz (verdiğiniz puana göre), en çok hangi alıntınız beğenildi... böyle birçok bilgiye de sahip oluyorsunuz.

motivasyon: niyeyse bütün bunları kaydetmek beni gaza getirdi. hem inceleme yazmak konusunda da bir şevklendim. özellikle hiç ya da hiç denecek kadar az inceleme yazılmamış kitaplar gördüğümde. okumak konusunda ise sanırım okuduklarımı net bir şekilde görmek ve kaydetmek, onlarla ilgili paylaşım yapmak beni motive etti. 

şimdilik bunlar aklıma geldi. o yüzden bir süredir herkese diyorum 1k açın diye. buraya hesabımı da bırakayım. görüp gelen olursa bana bir mesaj atsın, blogdan gördüm geldim diye. mutlu olurum yani. sanki buradaki herkes benim samimi arkadaşım gibi geliyor. tuhaf bir duygu ve düşünce. değil mi? https://1000kitap.com/yagmurdur

bir de uykum var şuan umarım saçmalamamışımdır. kusura bakmayın pls.


Perşembe, Temmuz 02, 2020

sosyal hayvan

katsushika hokusai, bushu tamagawa 

uykum çok hafiftir. uyandığım saniye içerisinde de bilincim tamdır. yani şuanda ne kadar tamsa o kadar. bunca zamandır kaç ev kaç yatak değiştirdiğimi ben de bilmem. ama hiçbir zaman ben neredeyim ne zaman uyudum diye bir kafa karışıklığı yaşamadım. bugüne kadar.

gözlerimi ailemin evindeki liseden beri yani kesintili de olsa yaklaşık 9 yıldır uyuduğum yatakta açtım. hava aydınlıktı. üzerimde yarı örtündüğüm yorgan vardı. zihnim allak bullak oldu birdenbire. ben ne zaman uyumaya karar vermiştim? uyumak için yatağa girişimi hatırlayamadım. saat kaçtı? beynimi zorladım evet uykum vardı, hatırlıyorum. uyusam mı diye düşündüğümü de. ama uyumak için yatağa girmediğimden emindim. sonra birden fark ettim. dünde değildim. ertesi güne uyanmıştım. sonra nasıl akşam olduğunu hatırladım. nasıl yatağa girdiğimi de.

çok tuhaf hissettim. beynimi kaybetmişim gibi. kendimi dün öğle vaktinde sanmış olmama akıl erdiremiyorum. sonra saate bakıp erken olduğunu görünce geri uyudum ve rüyamda farklı bir gezegende prens olduğumu ve evreni yönetecek meclisi topladığımı gördüm. bir nevi paul. insanlar dışındaki farklı uzaylılar bana biat etmeye geliyorlardı. o sırada babam odaya girdi. her zamanki gibi o saniyede uyandım ve bilincim tamdı. aşırı sıkıcı hayatımdan ötürü bilinçaltım bana bir güzellik yapıyor. hep önemli adamı oynatıyor.

ama nasıl anlatsam. ben, ben değildim. zaman ve mekan olmasına alıştığım gibi değildi.

*** 

bilincim bana başka oyunlar oynayacak mı? evde kalmaktan mı oluyor bunlar? bahçede basket oynamamı saymazsak markete bile nadiren gidiyorum. hayal dünyasında yaşıyorum diyemem. gerçekliğin farkında olduğumu sanıyorum. ne yazık ki yaşamak istemiyorum. bunu anlatacak başka bir ifade bulamadım. şuan hiçbir şekilde yaşamak çekmiyor canım. en çok yapmak istediğim şeyleri düşünüyorum. ı-ıh. onları dahi yapasım yok. yutupta boş yapmak dahi istemiyor canım öyle söyleyeyim. sosyal yetilerimin sonu geldi. kimseyle konuşmak istemiyorum. salt bir hayvanım şimdi.


Salı, Haziran 16, 2020

şampuansız bir ay

Young Girl With Curly Hair by Eugene de Blaas 



gereksiz yazılarda bugün. önce beklentiyi düşürelim lütfen çünkü aslında pek bildiğim bir konu değil. sadece kendi minik tecrübemi aktarmak istedim. olay şöyle gelişti. yutupta gezerken yıllardır şampuan kullanmadığını iddia eden bir yutubır görmüş bulundum ki meğersem bunlardan bir sürü varmış. şimdi bu bir şey kullanmak değil de kullanmamak üzerine olduğu için çok beğendim ve denemeye başladım. (e tabi bir de karantinadayız, bütün erkek arkadaşlarım saçlarını sıfıra vurdu, herkes türlü deneysel çalışmalar içinde.) 8 Mayıs'tan beri şampuan kullanmadım. herkes gibi kimi zaman karbonatla, kimi zaman elma sirkesiyle, çoğu zaman da sadece suyla yıkadım saçımı. ne oldu? açıkçası hiçbir şey. belki cildim kuru olduğu için zaten yağlanma sorunu yaşamadım, en çok ondan korkuyordum çünkü herkes şöyle böyle kötü oluyor filan diyordu. ama ben hiç sorun yaşamadım, öyle bir kolaylığı oldu. saçım hiç yağlı görünmüyor ya da kaşınmıyor. ayrıca saçlarımın kıvırcıkımsı olması da benim için bir avantaj oldu -yani şekil itibariyle. ancak saçlarım hala kabarıyor ki bundan memnun değilim. bir diğer olumsuz etkisi de saçımın sertleşmesi oldu. 25 mayıs civarı şampuana geri dönmeyi düşündüm çünkü hiçbir fark yoktu. zeytinyağı yumuşatıyor filan yazıyordu azıcık sürdüm ama çok az. iyi geldi evet yumuşattı. ben de dönmedim şampuana. sonra bir ay dolunca, canım saçımı şampuanla yıkamak istedi çünkü hiçbir fark görememiştim belki bu az bir süre fark görmek için -muhtemelen öyle. ama şampuanladım saçımı ve sanırım benim içim hiç fark etmiyor. deneyip de bir önerisi olan varsa o da güzel olur tabi.  ama lütfen şampuan kullanmaktan daha fazla efor sarfedeceğim bir şey olmasın. 

ne konuda yazmalıyım acaba? kitap film gibi şeyler mi, karantina depresyonu mu, ilişkiler üzerine olabilir... bilmiyorum, kararsızım, ne yazsam?

Salı, Mayıs 26, 2020

kısacık bir poe öyküsünün analizi: morella

by henri rousseau

life song

Poe'nun en kısa öykülerinden biri ama beni okuduklarım arasında en çok etkileyen ve düşündüren öyküsü de bu oldu sanırım. Poe'nun en ünlü sözlerinden biri şu: Bir kadının ölümü, sorgusuz, dünyadaki en şiirsel konudur. Birden fazla öyküde de bu konuyu işliyor. Morella onlardan biri. Peki buna bakarak Poe'nun mizojinik olduğunu söyleyebilir miyiz?

****

Öykü anlatıcının çok hayranlık duyduğu bir kadınla, Morella ile, yakınlaşmasıyla başlıyor, evleniyorlar. Morella çok bilgili, anlatıcı ona hayranlık duyuyor. Ama kadının ilgilendiği konular zamanla anlatıcıya tuhaf geliyor. Üç konu sayıyor. (ki bence bunları bilmek hikayeyi derinleştiriyor) Diğer yandan anlatıcı diyor ki benim ilgilendiğim konuysa kimliğin ölümle birlikte yok olup olmadığı idi, sebebi de Morella'nın bundan konuşurken duyduğu rahatsızlık. Anlayacağınız üzere öykünün esas konusu da bu. Kimlik ya da benlik konusunu aklımızda tutarak devam edelim.

Öykünün girişinde Platon'un bir sözü var. "Itself, by itself, solely, one everlasting, and single." Bilindiği üzere, Platon ruhun ölümsüzlüğüne inanır.

Morella'nın ilgilendiği üç konu:

Pisagor'un palingenesis'i (yeniden doğuş): Pisagor Mısır'da yalnızca matematik öğrenmez aynı zamanda reenkarnasyonu da öğrenir ve buna inanır.

Fichte'nin "vahşi" panteizmi: Poe'nun vahşi demesinin sebebinin Fichte özne mevzusunu abartması olduğunu düşünüyorum. Basitçe Fichte mutlak idealizmi savunur: Kant öznenin dünyayı kurduğunu söylemekle bir devrim yapmıştı, Fichte bunu daha da ileri götürür ve her şeyin temelinde "ben" olduğunu ve hatta gerçekliğin de ben ile özdeşleştiğini iddia eder.

Schelling'in kimliği: Bir başka mutlak idealist olan Schelling de Kant ve Spinoza'yı birleştirerek bilinçli insan doğadaki tekâmülün bir sonucudur, doğa ve ruh özdeştir, der.

Hikayeye devam edelim. Morella sürekli bu konulardan bahseder, eli soğuktur, bakışları derindir, sesi müzikal ve etkileyicidir. Adamsa mistisizme uzaktır, Locke'çudur. Zamanla anlatıcının hayranlığı gitgide azalır, Morella bunu fark eder ama kader der. Günden güne solar, anlatıcı onun ölümünü arzu etmeye başlar ve en sonunda ölüm döşeğinde kehanette bulunur. Çocuğu olacaktır ve anlatıcı bir daha asla mutlu olmayacaktır. “I am dying, yet shall I live.” der. "Ölüyorum ama yaşayacağım. Beni sevmiyorsun asla sevemedin ama yaşarken tiksindiğin kişiye ölünce tapacaksın."

Derken çocuk doğar ve büyür. Anlatıcı da çok sever kızını. Ama büyüdükçe -ki kız çok hızlı büyür hem fiziksel hem mental olarak- annesine o kadar benzer ki anlatıcı dehşete düşer. En sonunda kızı on yaşındayken vaftiz etmeye karar verir, kızın hala adı yoktur. Tam isim vereceği anda bir şeyler olur ve istemsizce Morella der. Kız da buradayım der ve düşer ölür. Anlatıcı kızını annesinin yanına gömmek için mahzene indiğinde anne Morella'nın cesedi yoktur.

Hikaye örüntüsü öyle ilerliyor ki daha epigrafta sinyal vermeye başlıyor Poe. Adım adım hikayeyi küçük göndermelerde inşa ediyor. Morella'nın sevdiği felsefeciler ruhun ölümsüzlüğüne inanıyorlar. Anlatıcı yaşarken Morella'yı sevmiyor ama kızına (aslında onun da aynı ruh/kimlik olduğunu açıkça anlıyoruz hikayenin sonunda) tapıyor. Anne son nefesini vermeden kız ilk nefesini almıyor çünkü ruh göçü bunu gerektiriyor.

***

Baştaki soruya dönelim. Poe'nun yaşadığı dönemde Amerika'da kadınlar mülkiyet hakkı, oy verme hakkı gibi haklar için savaşıyorlardı. Daha liberal olan kuzey eyaletlerinde daha fazla hakka sahip olsalar da genel anlamda cinsiyet eşitliğinden çok uzak bir dünyaydı. Birçok kaynağa göre Poe bundan hayli rahatsızdı, öykülerinde başarılı zeki kadınlarla dalga geçer. Morella'da da kadın karakter çok zeki ve yeteneklidir ama sonuçta tuhaf mistik şeylere inanır, nefret edilen biri olur, erkeği lanetler ve "ölmek bilmeyen bir kurt"a dönüşür, dehşetin kaynağıdır.

Poe'nun kadın düşmanı olmadığını iddia edenler de var tabi. Mesela bu öykünün ilginç bir yorumunu okudum. Morella'nın ölümden dönüşünü erkek sesine karşı yükseltilmiş bir kadının sesi olarak görüyor. Yani Poe misojinik değil aksine bunun eleştirisini yapıyor, diyor. Bu yorum bana biraz zorlama geldi. Morella'nın daha çocukken ikinci kez öldüğünü unutmayalım.

Sonuç olarak, Poe kadınlardan nefret ediyor muydu emin değilim ama Morella öyküsünün çok zekice tasarlanmış olduğundan eminim.

Salı, Mayıs 05, 2020

seçilmiş biri olduğumu hala anlamadın mı?


Jean-Léon Gérôme, 1896, La Vérité sortant du puits armée de son martinet pour châtier l'humanité (hakikat  insanlığı cezalandırmak için kırbacıyla kuyudan çıkıyor)

asaf avidan - my tunnels are long and dark these days 

andre gide, otobiyografisinde böyle diyor annesine. nevrotik diyip de geçebilirsiniz elbette ama bütün zihinsel hastalıklar çok uzakta değil belki bir adım ötemizde diyor freud. ya da öyle bir şey.

evet bugünkü st.augustinus itiraflar köşemizin konusu özel biri olmak ya da olmamak, işte bütün mesele bu. gittikçe kötüleyen hafızam şu karantina döneminde bir şeyler hatırlamaya başladı, net değil ama deniyor işte. ben on dört on beş yaşlarındayken, deyim yerindeyse lanetlenmiş filan olduğumu düşünürdüm. neydi beni bu sonuca vardıran? birçok sebep bulabiliyorum, emin olmasam da bunların beni etkilemiş olduğunu düşünüyorum.

bunlardan ilki, en eskiye dair hatırladığım şey, daha okula başlamadan beni etkisi altına alan matrix, sailormoon, pokemon, jackie chan, cüneyt arkın, tomb raider filmleri/oyunları. bunların hepsinin başkarakterleri "özel"dir, bir şekilde seçilmiştir, olağanüstü özellikleri vardır. ee diyeceksiniz bütün süper kahraman filmleri de öyle. ben çocukken bunları izledim ama ne yapalım. ve sonra bunları oyunlara çevirip oynardık. sonra akşam yatınca da böyle hayaller kurardım, muhteşem bir dövüşçü filan olurdum bu hayallerde. ama bence bu aşamada henüz sağlıksız bir durum yok.

sonra okula başladığımda okumayı yazmayı biliyor olduğum için, diğer öğrencilerden farklı bir konumum oluverdi. ne kadar basit bir şey ama değiştiriyor işte. öğretmenin de bana olan tavrı -hemen beni sınıf başkanı yapması mesela- sanırım ilk defa "özel" olduğumu düşündürten şeylerden biriydi. daha ilkokulda okuduğum fantastik romanlar beni kendimin başkarakter olduğu fantastik hikayeler yazmaya yöneltti. burada yine hep özel olma seçilmişlik vurgusu ön plandaydı.

sonra okul böyle devam etti, her zaman en "başarılı" öğrencisi olarak sınıfımın ortaokula geldim. o zaman proje sınıfı diye en başarılıları bir sınıfa topladılar, ve ben artık sınıfın en başarılısı değildim. ama bu beni pek etkilemedi çünkü matematik hocam ve sınıf öğretmenimiz aynı zamanda, bana çok farklı bir muamelede bulunuyordu. kötü gibi söyledim ama hayır aksine, fazla yüceltici. etrafta kimse yokken bütün arkadaşlarımı etkileyebilecek konumda olduğumu korkunç bir benzetmeyle (çoban-sürü) ifade ediyordu ve benden sürekli arkadaş grubumu "iyiye" yönlendirmemi bekliyordu.

bu hocanın ergenliğimde çok büyük bir etkisi var çünkü en fazla gördüğüm insandı (yedi gün sabahtan akşama okuldaydım) ve bir hocadan çok arkadaş gibiydik ve akademik olarak başarılı olmam için benimle özel ilgilendi, bu yüzden minnettarım ama yine de benim psikolojik sorunlar yaşamama neden olduğunu da görmezden gelemiyorum. o yaşta bir çocuğa yüklediği sorumluluk çok fazlaydı, ben bunu kaldıramadım ve birden kötü olan her şey için kendimi suçlamaya başladım. (şakasına da olsa adam bana şeytan diyormuş ya, bunu da eski yazımı okuyunca hatırladım) ve kötü biri olduğuma inandım, serserilik edip duruyordum, insanları kötü etkiliyordum, onların üzülmesine sebep oluyordum. bugün düşününce çok saçma geliyor bu tabi, hem çocuktuk eğlenmek istememiz normaldi hem de herkes istediğini yapıyordu, ben kimseyi bir şeye zorlamıyordum ki.

böylece gitmek istemediğim bir özel liseye verilmemle kendimden nefret etmeye başlamam diğer insanlardan da nefret etmeye başlamam olarak nefret her yere yayıldı. o kadar içime kapandım ki asla evden çıkmıyordum, okulda kimseyle konuşmuyordum, dersleri asla dinlemeyip sekiz saat ders boyunca kitap okuyordum. o kadar mutsuzdum ki. çoklu kişilikler yaratmıştım kendime, onlar içimde kavga eder dururdu. bütün özgüvenimi kaybetmiştim. ama anlıyorsunuz değil mi? bütün bunları başlatan şey aslında benim kendimi önemli biri sanmamdı. ve bu yetersizlik hissi kendimden nefret etmemle sonuçlandı. şimdi artık kendisinden memnun olmayan insanların birçoğu, aslında benim gibi gizli bir narsizmle boğuşuyor. kendimizden çok fazla şey bekliyoruz, sonra bu beklentilerin karşılığı olmadığı için aptal, zayıf, aciz, çirkin, başarısız olduğumuz için -ki böyle bir şey yok- kendimizden nefret ediyoruz. 

ayrıca derslerle ilgilenmediğim için notlarım düşüktü ve böylece elimde hiçbir şey kalmamıştı "şunda iyiyim" diyebileceğim. işte tam bu duygularla boğuşurken, bir ucube olduğumu düşünürken bu blogu açtım. kimseyle konuşmadığım için bu ihtiyacı hissetmiş olabilirim diye düşünüyorum. neyse, sonra okulda arkadaş edindim nihayet ama sosyallikten zevk almıyordum. yine zamanımın çoğunu kitap okuyarak, müzik dinleyerek geçiriyordum ve okul dışında dışarı hiç çıkmıyordum.

lise bittiğinde artık çok daha olgundum. nefret etmiyordum kimseden, sevdiğim birkaç arkadaşım vardı ama insanların önünde konuşamıyordum, dolmuşta para uzatır mısınız diyemiyordum, bir yere yemek yemeye gittiğimizde sipariş veremiyordum. kısacası tanımadığım insanlarla asla konuşamıyordum. özgüven denilen şeyden kırıntı kalmamıştı. hayal dünyasında yaşıyordum, gerçeklikle bağım kalmamıştı. kendi iç huzurumu bulmuştum evet ama bu içerideydi ve dışarıyla her karşılaşması bir hezeyandı.

üniversitenin ilk yılı bir anlamda travmaydı herhalde. kalabalık bir öğrenci evinde kalıyordum ve her gün okula gidiyordum, hafta sonu film akademisine gidiyordum. kısacası her yer tanımadığım insan doluydu ve onlarla iletişmem gerekiyordu. diğer açıdan, dış dünyaya dair korktuğum ne varsa bir anda başıma gelmesi bende şok etkisi yarattı ve beni daha cesur kıldı. artık sıradan bir insan olduğumu kabullenmiş, bununla barışmıştım. kendimden daha az şey bekliyordum ve bu yüzden de mutluydum. zamanla özgüvenimi geri kazandım, sosyalleştim (hala birçok insana göre asosyalim ama kendimle kıyasladığımda çok ilerleme kaydettim), karakterimin kötü özelliklerinden kurtulmak için elimden geleni yaptım ama zaten nefret gidince diğer şeyler onu takip etti. bugün bunları kendime bu kadar itiraf edebilmem, hatta başka insanlara da, çok mutlu ediyor beni. bugün olmak istediğim insan olabildiğimi düşünüyorum, tabi bazen yine aşağılık kompleksi krizleri geliyor. o zaman diyorum ki kendime, sakin ol yağmur, sen sıradan ve normal bir insansın, olağandışı bir şey yapmana gerek yok, sen busun, iyi bir insansın, seni seven insanlar var, sevdiğin insanlar var. sahip olduklarına bir bak. hepsi çok güzel.

çok mutlu son gibi oldu ama değil. seçilmişlik ve aşağılık kompleksinden kurtuldum ama istediğim gibi bir insan olabilmem, istediğim hayatı yaşıyor olduğum anlamına gelmez. dış faktörlerin sınırlayıcılığını özellikle bugünlerde iliklerime kadar hissediyorum ama ümitsiz değilim. en önemlisi de bu. sadece evde kalmaktan kafayı yemek üzereyim ahahhahaha


Cumartesi, Nisan 25, 2020

ne bileyim ne yapıyorum


dün bugün yarın - a

az önce bir mesaj okudum kapatmak üzere olduğum instagram hesabında. (kapatma sebebim pek kullanmıyor oluşum ve son bir hafta içinde sürekli abuk subuk yerlerden hesabıma giriş yapılıyor olması.) neredeyse bir hafta olmuş ama ben yeni gördüm. şöyle diyor: "akşamın bu vakti bi' anda arrakis nasıl acaba diye düşündüm ve bloga bakıyım"

bu cümleyi ilk duyuşum değil ama bu sefer bir başka etkiledi beni. bu blog sayesinde tanıştığım ama yüz yüze ama maille telefonla, bütün o güzel insanları düşündüm. o kadar muhteşem bir şey ki bu ağlayasım geldi şaka değil gözlerim doldu -hemen ağlarım ben zaten.

bloga yeniden dönmek bu dört beş ayda aklıma birkaç kez gelmişti ama yeterince güçlü bir şekilde değil. blogu artık kimsenin okumak istemediğini düşündüğüm için kapatmıştım biraz da çünkü yazıların ortalama elli civarında görüntülenmesi oluyor (bir zamanlar bu beş yüz ile bin arasındaydı), o da muhtemelen yanlışlıkla gelmiştir diyordum. hem artık sosyal medya, yutup derken kim blog okur?

ama sonra sekiz yıl öncesini düşündüm, on beş yaşındaki yağmur'u, bugün olduğumdan çok farklı bir insandım. beni kendimle biraz olsun barıştıran bir şey olduysa lise hayatım boyunca o da bu blogdur başka bir şey değil. değil elli bir kişi bile okuyorsa bu yazdıklarımı orada bir yerde, aylar sonra aklına gelmişse bloga bakmak ve aa paul/yağmur dönmüş ne yazmış acaba derse bu bana az mı mutluluk verir?

şimdi yeniden ama bu sefer gizli bir kimliğin arkasına sığınmadan rahatça ve ben, yağmur'un bizzat kendisi olarak yazmak istiyorum. gene en duygusal en mahrem duygularımı yazardım buraya ama yine de bir anonimdim. ilk yazımı yayınladığımdan bir dakika sonra "ben ne yaptım, nasıl paylaştım" diye paniğe kapılıp silmiş, sonra hayır bunu aşmam gerek diye yeniden yayınlamış, defalarca bu loop'un içinde kendimle çatışmıştım. çok şükür o günler geride kaldı. belki o dönem ergenliğinde benimle birlikte buhranı yaşayan okurlarım da olmuştur ve şimdi onlar da umuyorum ki bu yaşlarında çiçek gibi açmışlardır. yani ben bir çiçek oldum diyemem ama içimde nefret yok artık.

bu karantina sürecinde hayat durunca ben de durdum ve bir baktım etrafıma, nefes aldım, yeniden gördüm odamdaki eşyaları, aynada kendimi yeniden gördüm, yeniden yadsıdım, korktum suretimden. bu imago bana mı ait gerçekten? lacan okudum rahatladım. annem yüzüme baktı "korkacak bir şey yok," dedi. arkadaşım "aynaya bak ve kendine teşekkür et," dedi, "bu kadar güzel olduğun için." etmedim. göz göze gelemiyorum yansımamla, nedir bu ürküntü?

sonra kalktım uzun zamandır yazamadığım mailleri yazdım dünyanın öbür ucundaki arkadaşlarıma. sessiz sakin xingchi'ye yazdım, iddialı shohei'ye yazdım. onlar da bana yazdılar. bu hala hatırlanıyor hala seviliyor olduğunu öğrenmek ne kadar güzel bir his. sadece konuşmak yaptığımız ve bu bizi mutlu edecek. sonra az evvel, başta bahsettiğim mesaj geldi, inanılmaz mutlu etti. şimdi diyorum ki bu yazdıklarımı okuyacak biri var mı? yok! olmasın. beklentiden muaf yaşayalım bu hayatı.