Perşembe, Haziran 06, 2019

çok çok kısa sinema tarihi



uzun zaman sonra bir merhaba demek istedim. ne yazsam seçenekleri arasında kitaplar, filmler, çağdaş felsefe ve kişisel ağlamalarım vardı. şimdilik bunu seçtim, yani başlık fazlasıyla net sanırım. sinema okumayı düşünen varsa, ya da genel olarak sinemayla ilgilenen insanlar için derste izlediğimiz listeyi ve yanısıra birazcık da bilgi paylaşmak istedim. bu sırada müfredatı da biraz gömebilirim ama o kısmı siz çok takmayın.




Birinci hafta sinema öncesi neler vardı onu konuştuk. "The Cinema of Attractions" dediğimiz bir dönemden bahsediyoruz. Aslında benzer şeyler zaten varmış, elbette her şey gibi zınk diye ortaya çıkmamış. Gölge oyunları, magic lantern, cinema obscura, kinetoscope, panorama, diorama vb. O ünlü trenin gelişi filmini izleyen insanların treni gerçek sanıp kaçtığı rivayeti biraz efsane biraz da insanları fazla naif gösterme çabası olabilir. anladık anladık sinema bir devrimdir.

Sinemanın ilk yıllarıyla ilgili tatlı örnekler: 

Uncle Josh 1902
A Trip to the Moon 1902
Life of a American Fireman 1903
Great Train Robbery 1903


Bu haftanın filmi ise bana göre çok bağıntısız, sırf hoca sevdiği için biz de izlemiş olalım diye koyulmuş (bana kalırsa öyle tabi) The Artist filmiydi (Michel Hazanavicius, France, 2011).

Yönetmenin Le Redoutable, 2017 filmini pera sinemasında başka sinema sayesinde izlemiştik arkadaşımla. İkimiz de çok beğenmiştik ama bence ben bir tık daha fazla bayıldım. Biçimsel olarak da senaryo olarak da bir Godard filmi ancak bu kadar güzel yapılabilirdi diye düşünmüş, yönetmene hayranlık duymuştum. Kesinlikle tavsiye ediyor, Artist'e dönüyorum.


Artist filmi sessiz sinemadan sesli sinemaya geçiş dönemini anlatan bir film. Eğer Singin' in the Rain, 1952 filmini izlemediyseniz Artist'ten önce onu izlemenizi tavsiye ederim çünkü yönetmen klasik Hollywood sinemasına da özellikle de bu filme bir selam çakıyor. özgün ayrıntılarla eşsiz bir tat veren sahneler olsa da (rüya/kabus sahnesi gibi) çok da sevmedim, kusura bakma Michelciğim. Ben bir sinema tarihi dersi verseydim bu filmi izletmezdim. 


Not: Sinema tarihindeki ilk film L'Arrivée d'un train en gare de La Ciotat (Trenin Cioatat İstasyonu'na varışı) değil, La Sortie de l'Usine Lumière à Lyon (İşçiler Lyon'daki Lumiere Fabrikası'ndan ayrılıyor)'dur, 1895. 


Bir diğer izlediğimiz film ise Hugo oldu, (Martin Scorsese, USA, 2011). Scorcese sevdiğim bir yönetmen olmadı hiçbir zaman. Shutter Island'ı izlediğimde on beşimdeydim ve o zaman çok etkilemiştim ama şimdi bir şey hissetmiyorum. Hugo ve diğer filmleri için de aynı şeyleri söyleyebilirim: grupla eğlenerek izlenilir. Hugo çocuklarla da izlenebilecek bir film. Ama ne bileyim, benim gözüme felsefe kaçmadı yani izlerken. Keyifle izledim çünkü o anki beklentim sadece kafa dinlemekti. Bana bunu sağladı. Bu kadarlık bir film. Evet, bu filmi de izletmezdim dersimde. 


Üçüncü hafta derse gitmedim. City Lights izlendi. Filmi izlemiş olduğum için direk kendi kişisel görüşümden bahsetmek gerekirse ben de dünyanın çoğunluğu gibi Chaplin'i seviyorum. Hem gülüyorum hem de değerli olduğunu düşünüyorum filmlerinin.  En çok da elbette sosyoekonomik durumunu apaçık göz önüne serdiği için. City Lights'ın başlangıcında modern sanat eleştirisi de güzeldi. Ringe çıktığı sahnede annemle kahkahalara boğulmuştuk. Sinema tarihi söz konusuysa bir Chaplin filmini izletmek şarttır. 



Dördüncü haftanın konusu Alman Dışavurumculuk akımıydı. Nazilerin iktidara geçmesinden evvel ama yavaşça güçlendikleri dönemde duygusal perspektifin gerçekliği şekillendirmesi üzerine kuruluydu. İfade etme biçimleri oldukça abartılıydı. Karakterler genellikle çılgın profesörler, kumarbazlar, suçlular, vampirler gibi marjinalize edilmiş kesimdendi. Oldukça avantgard ve biçimsel bir akım. Filmlere hakim olan karanlık, uzayan gölgeler ve gerçekdışı geometrik şekillerle izleyiciye katharsis yaşatmaktan uzak. Gergin müzikler film boyu devam ederken, sanatsal elementler işlevlerinin önüne geçiyor. En ünlü örnekleri Cabinet of Caligari 1920Metropolis 1927. Bizim izlediğimiz ise bir vampir filmi olan Nosferatu'ydu. (F.W. Murnau, Germany, 1922).

Bir yirmi otuz dakika izledim herhalde sonra çıktım.Yani cidden çok sıkıldım kimse kusura bakmasın. Oyunculuklar filan çok tiyatral, bugün izlemiş olduğum onca filmden sonraaa çekilmezdi. Bence diğerleri için de öyleydi. Yukarıda saydığım özelliklerin tamamını bulabilirsiniz bu filmde. Sınavda çıkmayacağını düşünerek hayatıma devam ettim. Ben Metropolis'i izletirdim dersimde sanırım.


Sonraki hafta Soviet sinemasından bahsettik. Ben de çalışmamı bu hafta üzerine yazmıştım. Filmimiz Battleship of Potemkin (Sergei Eisenstein, USSR, 1925). Montage hareketi ve constructivism, dönemin en etkili akımları diyebiliriz. Hikaye şöyle, Sovyet hükümeti ABD'den gelen her filmin olduğu gibi izletilmesini istemez ve kurguculara bu filmleri bir elden geçirin emrini verir. Bunlar da filmi kesip biçerken anlamları bile değiştirirler zaman zaman. Böyle böyle derken montajın neleri değiştirebileceğini bir filmde anlamın üretilmesi sürecinde ne kadar etkili olduğunu anlarlar. Ünlü Kuleshov etkisi denilen çalışma da bunun bir örneğidir. Olay basit, aynı adam yüzü farklı imajlarla ardıardına gösterilir ve seyirci farklı anlamlar çıkarır.


Eisenstein bu Montage hareketine Hegel-Marx sosu katarak level atlatır. Diyalektiği imajlar arasında bir tez-anti-sentez süreci olarak görür ve anlamın böyle üretildiğini hem yazar hem de çeker. Battleship Potemkin isimli başyapıtında imajların bir araya getirilerek yeni bir anlam üretildiğini sıkça görürüz. Eisentein profesyonal olmayan oyuncularla çalışmıştır ve abartılı oyunculuklar yoktur. İnsanların yüzlerini yakın plandan görürüz, bir "kitle" değildir insanlar, her biri değer taşır. Yanısıra anakarakter diyebileceğimiz birisi de yoktur, topluluğun/komünitenin hikayesidir anlatılan. Yazdığım ödevi buraya bırakıyorum. İngilizce ama zaten özetini yaptım.


Yazı fazla uzun olmaya doğru gidiyor, ben bunun ikincisini ayrıca yazayım.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder