şimdi antalya'dan yazıyorum ama bu yazı yayınlandığında tabi ki istanbula dönmüş olacağım. tabi ki diyorum çünkü tatilim çok kısa ve burada internet yok. ki bu da tabi ki harika bir şey. günüm ananeme yardım ederek, kedimle oynayarak, fotoğraf çekerek ve bahçede anlamsızca koşturarak geçiyor. bir de kitap okuyor ve yapmam gereken ödevleri düşünüyorum. ama yalnızca düşünüyorum.
kedimin öküz kadar olmuş olması? ilk başta bana trip atıp sonra hemen barışması? tüyleri iyice uzamış ve yumuşacık olmuş. güneş batarken oturma odasında oturuyorduk, kucağıma aldım ve bu geldiğimden bu yana ilk kez bu kadar uzun süre sakince oturdu. benim bir parçam gibiydi, oda karanlık, o simsiyah. hırlamasının yavaşça sona erişi ve benim uykuya daldığını anlamam. sonra bir ses ve sıçradı. onu sakinleştirdim ama bir kere uykusu kaçmıştı.
fiziksel olarak büyüse de karakterinin iki ay öncekinden farkı yok. aynı alışkanlıklar, aynı oyunlar, aynı tavırlar. oğluşum hep çocuk kalacak. insanları sevecek, diğer kedilerden çoğu zaman korkacak bazen arkadaş olacak ve kin tutmayacak. balığı çiğ yiyemeyecek ama taze ekmeği çok sevecek. benim oğlum olduğunu delilikleriyle salaklığıyla hep belli edecek. ona nasıl bu kadar bağlandım? bir avuç olduğu zamandan beri birlikteyiz.
kış 445, bahar 1370, yaz 868, güz 465 (mevsimlere göre çektiğim fotoğraf sayısı)
yedi aralık
gerçekliğinden emin olamadığım bir kaç gün daha geçiyor yavaşça. bu aralık da gidiyor, bu yıl da bitiyor işte, xingchi'den mail gelmiş olup olmaması beni çok da bağlamıyor artık. bayhan'ı görmek beni kahkahalara boğmuyor. ev kendi kendime özgürce takıldığım bir yer değil. sabahları sövmüyorum artık neden okul var diye, okulu sevdiğim için değil. belki her zamankinden daha çok kaçmak istiyorum oradan. ama şikayet etmek, isyan etmek falan güzel şeyler bunlar. insanı hayata bağlıyorlar. karşıtlıklar renk getiriyor. şimdi tek kelime edemiyorum. hala lisedeymişim gibi her sabah dokuzda derse giriyorum. tanımadıklarımı görüyorum, biraz tanıdıklarımı, daha çok. bazılarını diğerlerinden ayırıyorum, bazılarını fark etmiyorum bile. yalnızca o bilmem kaç bin insandan biriyim. hiçbir özelliğim yok beni onlardan farklı kılan. hepimiz insanız, genciz, öğrenciyiz. solumdaki rusça sağımdaki endonezce konuşurken bile aynıyız. ama bir fark olmalı. bizi biz yapan o küçük dokunuşların yumuşaklığı kadar birbirimize bakıyoruz. fark nedir bilmiyorum.
on aralık
bu hafta o kadar kötü geçti ki güzel bir şey olsa da sevinsem diye düşünüp bir şey bulamıyorum. cumaya kadar dört belgesel izleyip response paper yazmalı, cuma akşamı da oturup tarih ödevini yapmam gerek ki söz konusu ödevin ne olduğunu bile anlamadım.
uzun zamandır görüşmediğim bazı arkadaşlarımla görüştüm. beni görünce hepsi çok güzel tepkiler verdiler, şaşırdım. çok da samimi değiliz aslında (uzun süredir görüşmedik, aramadık, mesaj da atmadık) ama sanırım ukala ve agresif kabuğumun altında yatan salağı biliyorlar artık, gıcıklıklarıma gülüp geçiyorlar. birlikte birçok şey paylaşmışız, bunu yeni fark edince tuhaf hissettim. yorulduğum için arkamı dönüp giden bendim. yine de aslında hiçbir şekilde borçlu hissetmemem gerek, aldığım sorumlulukların hepsini en iyi şekilde yerine getirdim ama nedense suçlu hissediyorum işte, yardım etmediğim için o karışık zamanlarda. müdahale edemeyeceğim mahrem sorunlardı bunlar ama mantığım bunu anlamayı bile kabul edemediği için en kolayı başımı çevirmekti. yine biliyorum ki konuşmaya devam etsem de hiçbiri beni dinlemeyecekti. çünkü onlar beni hep yabancı gördüler.
yirmi bir otuz: gök mü gürledi? kuşlar niye korkunç bağrışmalarla kaçıyorlar? sirenler ve ambulans sesleri.
on bir aralık
gerçeklikten kaçmak için elimden ne gelirse yaptım ama nereye kadar gidebileceğiniz belli. odanızda yalnız kaldığınızda, daha da kötüsü yatağınıza uzandığınızda sizi yakalayıveriyor. yorganı çekerek farklı bir dünya hayallerine dalmaya çalışmak sonuçsuz. bazen yaşama sabredebilmenin tek nedeni. bazen gerçeklikle karşılaştığınızda taraf değiştirip size kurşun sıkan bir hain. bunu da ritüelden sayabilir miyiz?
gerçeklikten kaçmak için elimden ne gelirse yaptım ama nereye kadar gidebileceğiniz belli. odanızda yalnız kaldığınızda, daha da kötüsü yatağınıza uzandığınızda sizi yakalayıveriyor. yorganı çekerek farklı bir dünya hayallerine dalmaya çalışmak sonuçsuz. bazen yaşama sabredebilmenin tek nedeni. bazen gerçeklikle karşılaştığınızda taraf değiştirip size kurşun sıkan bir hain. bunu da ritüelden sayabilir miyiz?
on üç aralık
yılın en kötü haftasını geçirdikten sonra işte buradayım. bugün rabia olaylarıyla ilgili bir belgesel izledim, sessizce ağlamak zorunda kaldım ayıp olmasa da sesli ağlamak. ne yönetmen farkındaydı durumun aslında ne de yapımcı. ne de rabia olaylarına katılmış olan ve konuşurken ağlayan mısırlı kız. çok sevdiğimden değil goffman'ı ama bugünlerde sık sık haklıymış gibi geliyor, bu samimiyetsizlik ancak oyun içinde erimemiş bir oyuncudan ya da en başında yaşamda iğreti duran bir oyundan akabilir. bu tiyatronun bir parçası olmayı reddediyorum.
bir de kar yağdı az önce istanbul'a. azıcık da olsa ilk kez olduğu için, bir sevinç çığlığı attım ve sokaktaki insanlar bana baktı. ufak bir kar tanesi doğruca dilimin ucuna kondu.
kar neden yağar kar?
Güzel bir paylaşım yüreğine sağlık. Kar yağmalı bütün mikroplar kırılmalı.
YanıtlaSilÇok teşekkür ederim, sizin de elinize sağlık
SilNe güzel yazıyorsun, ben de daha fazla (yorum) yazmak isterdimcama şimdi telefonumu cebime atmam lazım yoksa durağı kaçıracağım.
YanıtlaSilohooo daha ne yazacaksın? :')
SilGüzel bir yazı, belgesel, film yorumlarını da beklemekteyim ☺️.
YanıtlaSilteşekkür ederim, ben de bekliyorum ama o kafayı ve zamanı bir araya getiremiyorum maalesef
SilNe diyorsun Paul, şu ana kadar yaptığın seçimler çok da doğru değil miydi? Yoksa hangi yoldan gidersen git nihayetinde aynı hisle mi yüzleşirdin?
YanıtlaSilGerçeklikten kaçmaya çalışmamızın sebebi ne? Neden neden neden başka gerçeklikleri hayal ediyoruz, içinde bulunduğumuz gerçeklik mi yetmiyor yoksa "insan" olmamız mı bizi başka dünyaların hayaline sürüklüyor?
Acaba diyorum, kendimizi adayabileceğimiz, arkasından gidebileceğimiz bir şey yok diye mi böyleyiz? Binlerce kez romantize edilmiş iki kelime belki ama durumumuz gerçekten böyle değil mi: boş ve hissiz.
Hayatıma ne kadar anlam katmaya çalıştıysam o kadar uzaklaştım anlam olma ihtimali olan o şeyden.
Sartre "hiçbir şey var olmaklık." derken haklıydı belki de.
**
Gene de hissiz olmak korkutuyor beni, gittikçe hissizleşmekten korkuyorum. Kabuğuma çekilip dünyaya karışmamaktan, diğerleri gibi olamamaktan korkuyorum. Bir süredir kendi halimdeyim ve bu çok rahat bir his veriyor. Bunun konforuna alışıp insanlarla ilişkilerimi çöpe atmaktan korkuyorum.
Kaldı ki hayat zaten zor, bu kadar bilinçli olmak zorunda değildik. Sahi, sen ne düşünüyorsun yaşamak üzerine?
işin aslı yaptığım seçimlerle alakalı çok da bir fikrim yok. hayatımda "büyük" kararları verirken sorumluluk almaktan hep kaçındım ve kura çekmek gibi farklı yollarla, kimilerine göre bir saçmalık bu, seçimler yaptım. yine de ne olursa olsun aynı olmasa bile benzer hislere sahip olurdum gibi geliyor çünkü dünya aynı ve üzerinde insanlar yürüyor. eğer tepsi şeklinde bir gezegenimiz olsaydı gerçekten ve insan diye bir şey olmasaydı ya da insan dediğimiz şey böyle olmasaydı, ben insan olmasaydım, o zaman bir şeyler değişirdi belki ama bilemeyorum. bazen aklıma gelse de bu varsayımlar hakkında yargılarda bulunmaktan kaçınmaya çalışıyorum çünkü deneyimleme şansım yok. farklı seçimler yapsaydım nasıl olurdu? kim bilir? bunun hakkında düşünmek çok anlamsız. peki düşünmeden durabiliyor muyuz? nö.
Siliçinde bulunduğumuz gerçeklik yetmiyor elbette tam da insan olduğumuz için aslında. sınırsız kabiliyeti ve düşünme gücüne sahip insanın sınırlı bir dünyadan memnun olması nasıl mümkün olsun? bir diğer nedeni korkunç olması bazı gerçeklerin. bizi sürükleyen bir şeyler olsa ne olurdu? bazen bütün sorun bu diye düşünüyorum. bazen hiçbir şey değişmez gibi geliyor. belli bir ideale bağlı değiliz belki ama bu dünyaya dair ümitlerimiz var. yaşadığımıza göre, bu satırları yazdığımıza göre var. inanç diyelim buna , gelecekte güzel şeylerin olabileceğine duyduğumuz inanç ve idealleri olan insanların sahip olduğu inançla karşılaştıralım. ne eksik ne de fazla. en azından biz "boş ve hissiz" oluşumuza bir açıklama getirebilir ve bununla avunabiliriz. belki de tam bunun için bir ideale bağlanamıyoruz. hiçbir fikrim yok, tek yaptığım teori üretmek.
sartre'ı genel olarak pek haklı bulmuyorum, özgürlükte hapsolmaktan korktuğumdan değil ama bir varoluşçuya hak vereceksem "var olmanın dayanılmaz hafifliği"nden bahseden kundera olurdu. çünkü bazen tam olarak bunu hissediyorum. ama şimdi var olmak öyle bir konu hakkında konuşurken bile insan durup "ben ne diyorum?" deyiveriyor.
hissiz olmak bayağı kötü bir şey. üzülmekten daha kötü. kendi kendine yaşamak çok çekici, hatta kendini sevdiğin, özgür olduğun ya da insanların iyi olduğu yanılgısına falan kapılabiliyorsun. ne zaman diğer insanlarla etkileşime girsen birden sınırların farkına varıyorsun ve özgürlük buharlaşıyor. eh güzel mi şimdi bu? hayır, üzecek seni. ama dedik ya, üzülebiliyorsan insan olmanın en birinci şartını yerine getiriyorsun demektir. ve endişelenme, bir süre böyle yaşasan bile en sonunda o ilişkilere dahil olmak zorunda kalacaksın. bazen kendini zorlayarak bazen sıkıntıdan. bu toplumdan kopamayız. kopamıyoruz.
yazıdan uzun yorum oldu galiba :')