(resimler 22 ocak'ta çekilmiştir) |
kapının önünde bekliyorum, karşımda ayağında klasik bir ayakkabı ve şimdilerde moda olan "etnik desenli" şalvarıyla bir teyze oturuyor. bir yandan simit kemirip bir yandan kitap okumaya çalışıyorum. kitap mı çok sıkıcı yoksa ben mi havamda değilim, bir türlü kendimi kaptıramıyorum. birçok yahudi pratiklerine aşinayım, anlaması zor gelmiyor bu yüzden. yani sorun başkaydı, anlamadığımdan değildi sıkılmam. (yanlış anlaşılmasın, narsistik libidomla alakası yok. elbet anlamadığım için sıkıldığım birçok kitapla da karşılaştım. her neyse.)
sonra bir
anons duydum, kapı numarası değişmiş, adıyaman'a giden uçağın önündeymişim
hayli zamandır. teyze benimle antalya'ya gelmeyecekmiş yani. biraz üzüldüm,
kalkıp doğru kapıya gittim. üç kişilik bir ailenin yanında oturdum, oğlan lise
çağındaydı. "es kommt" demelisin, dedi baba "niye es ist kommt" diyorsun. çocuk çok da hatırlamadığım argümanlar sundu, es ist kommt olduğunda ısrar etti. ben kafamda şöyle kurdum: sanırım baba çocukluğunda almanya'da yaşamış, işçi göçlerinden
biriymiş. baba benim kitap okuduğumu görünce oğluna laf dokundurdu, "bak
diğer gençler kitap okuyor, sen elinden telefonu bırakmıyorsun," diye. ergenlik
çağının isyanı şöyle dedi: "önce sen bırak, sonra bana söyle."
bir saatlik rötarın ardından nihayet uçağa bindik,
gözlerimden uyku akıyor. yemek servisine kadar yarı baygın oturdum. çay içince
açıldım, kitabı yeniden elime aldım. akmıyor ya rabbim. yine de baktım
yarılamışım. bendeki de ne ısrar ne inat. tatilim dört günlük, iki adet kitabım
var. seçme şansım yok demek istiyorum. uçaktan indim, her yer dümdüz.
istanbul'da böyle düzlük nerede, en azından sur içinde bulunmaz. belki daha
uzak kısımlarda. ne zaman gelsem hayran kalıyorum bu düzlüğe. tramvay hemen
yakında, bir kullan at bilet alıp biniyorum. en son durağa gideceğim, neredeyse
bir saat demek. insanlar iniyor biniyor, yanımda oturanlar bin kez değişiyor.
bir grup kız biniyor mesela, hepsi güzel şık giyimli kızlar ama öyle tuhaf şey
ki şu moda, birini diğerinden ayıramıyorum. bayağı kolektif yaşayan bir grupmuş.
bilekte biten botlar, ten, kısa kareli pantolon ya da etek. sonra saçları da
aynı. simsiyah, omuz hizasında, kısa kahküllü ve esmer ten. hani fordist
dönemdeki fabrika egemenliğinin sonucu olan standart üretimi yerini
post-fordist dönemde esnek ve kişiye özel hissettiren üretim şekli almıştı? bu
akademik iddia çoktan kalıplaştı ama bir sorun var sanki. bir başka sorun da bir şeyler ingilizce
öğrendiği için türkçe anlatmaya gelince afallayan bende. ne konuştuklarıysa
ilgimi çekmiyor, biraz dedikodu kokuyor, kulaklığıma şükür.
bir başka ergenlik çağı tramvaya biniyor. belki liseli bile
değil. önce kendinden emin bir görüntü sergiliyor, kulaklığını takmış dünya
umurunda değilmiş gibi. sonra birden değişiyor tamamen. yüzü ağlamaklı oluyor,
göz bebekleri titriyor. bana bakıyor. bir şey söylemek ister gibi. ben de
kulaklığımı çıkarıyorum. "yanlış yöne bindim," diyor, "param
yok, acaba bozuk paranız var mı?" sesinde korkuyu işitiyorum. ilk kez
böyle bir durumda kalmış belli, az önce bir genç kızdı, şimdi küçük bir çocuk
olmuş.
tramvaydan iniyorum,
dedem beni bekliyor. kocaman bir kabanı var, havalı buluyorum, ördek yeşili
filan diyeceğim ama ördek yeşili hangi renk tam olarak emin değilim. dedeme
sarılıyorum, biraz kilo almış. hemen geliyor otobüs, şansıma, geç kalmış. yol
boyunca kesik kesik sohbetlerimiz oluyor dedemle. şehrin nasıl hızla
geliştiğini, göç aldığını, bir sürü karadenizli olduğunu, 67'de buraya ilk
geldiklerinde 6-7 milletvekili çıkarırken şimdi 13 milletvekili çıkardığını
anlatıyor. eski köyler şimdi mahalle olmuş, halk otobüsü önlerinden geçiyor.
biraz da siyaset konuşuyoruz, "akp'ye rey vermeyiz, chp'ye de vermek
istemiyoruz," diyor dedem. ananemin abisi koyu solcu, onları chp'ye iknaya
çalışıyormuş. demokrat parti filan diyor dedem, 2019'a girdiğimizi, artık öyle
bir parti olmadığını -yani işlevselliği açısından- anlatamıyorum. menderes
filan diyor, "dede, menderes öleli 50 yıl oldu," diyemiyorum. dedem
emekli öğretmen, aklı başında bir insandır. ama bu konularda fazla duygusal
davrandığı su götürmez. yine de sessiz kalıyorum, ne diyebilirim ki? çok çok,
oy verme, derim. hem, demokrasi de neymiş? sokrates'i öldüren düzen. (bence bu
büyük bir geyik olmalı). dedi final essayinde 3 sayfa liberal demokrasilere güzellemesi
yapan öğrenci.
hava kararınca hiçbir yeri seçemiyordum, ekrandaki duraklar
da karışmıştı, dedem olmasaydı yolumu bulamazdım. ışıklar azalmıştı. bir
zamanlar anadoluda sandım kendimi. dolunay tam daire değildi henüz. birkaç
köpecik çıktı karşımıza, sonra eve geldim.
yemek yeme, pijamalara geçme seremonilerinden sonra ananemin
abisi dediğim büyük dayıya gittik. kısaca dayı diyeceğim, siz 75 yaşında bir
insan düşünün. kendisi fazlasıyla esprili şakacıdır, yani kendine esprili
değil, herkesi güldürebilir. örneğin benim dedemin şakaları yalnızca ona
komiktir. televizyonda her zamanki gibi türk sanat musikisi çalıyordu. dayının
evinde üç kırgız vardı:
kırgız 1: şimdiye kadar dayının evinde çalışan kadın,
yakında evlenecekmiş ve gidecekmiş. tatlı bir kadındı. ananeme yeleğini neden
ters giydiğini sordu. "öyle denk geldi" cevabını alınca da çok güldü,
biz de güldük. "yarın düzü denk gelir," dedi ananem. kadının ablası
kırgızları buraya getirme işiyle uğraşıyormuş.
kırgız 2: kırgız 1'in oğlu. bu oğulun ismi de vardı: nuri. bahçe
işlerinde dayıya yardımcı olacakmış. yirmi yaşındaydı. üniversiteye gitmiyordu.
dil öğrenmeye çalışıyordu. odaya girdiğimizde kitap okuyordu. bana merhaba dedi
gülümseyerek. sanırım yaş ortalamasının 89 olduğu burada ellinin altında birini
görmek onu mutlu etmişti. şirin bir çocuktu.
kırgız 3: dayının evinde yeni çalışan olacakmış bu kadın da.
ailesi kırgızistan'daymış. sürekli telefonuyla oynuyordu. saçları sarı boyalı,
üzerinde dar bir siyah jean vardı.
mansur yavaş'ın ankara projeleri eşliğinde sobada kestane
otantikliğimizden sonra biraz daha sıkılarak oturduk. yani ben sıkıldım.
hayatımın böyle olduğunu düşününce korkunç bir şey. aslında bu dayı da emekli
öğretmendir. aktif bir hayat yaşadı ama yine de hayatının sonunda televizyon
karşısında pineklemekten kurtulamadı. korkutucu bir son değil mi? şimdi
hayattan bir beklentisi olmadan, sadece oyalanarak gazete okumakla ve
zeytinyağı satmakla yaşamına devam edecek.
elektrikli battaniye ile geçirdiğim gece boyunca uyanıp
durdum. battaniye masumdur. gün doğarken uyandım ve uykumu almış hissettim
kendimi ama yatak sıcaktı ve dışarısı soğuktu, ben de kalkmadım. bir iki lokma
ile edilen erken bir kahvaltı, öğlene kadar pinekleme, kitap okuma çabaları.
yine dayılara oturmaya gittik. yine sobada kestane. badem,
portakal ve ayva. yine trt müzik ve alaturka. kalınca bir kitap ilişti gözüme,
bakayım dedim. rakı ajandası yazıyordu üstünde, ben de usul usul oturduğum yere
döndüm.
kırgız 3 daha başlamadığı işten ayrılmış gitmiş. bir sorunu
olduğu belliydi zaten. şimdi dayıya kim bakacak o araştırılıyor. nuri de bir
yere gitmiş, yarın gelecekmiş. asıl adı nuri değilmiş tabi.
ananemin kulağına fazla oturmayalım diye fısıldadım. kalktık
eve geçtik. dedem yine ali ihsan varol'un programını izliyordu. ben odama
geçtim, kitabımı bitirdim. on oldu mu yatma vakti onlar için, ben de yatağımda film
izliyorum. film izliyorum dediğim, stalker'dan bir bölüm. değişik bir film her
izleyişimde (yani 20-30 dk bakıyorum aslında, ful izleme değil) başka bir kafa
geliyor.
ertesi gün de benzer geçiyor. önce öğleye kadar olan vaktimi
(çünkü gerçekten bir köy burası, gün doğumundan sonra uyunmuyor) film izleyerek
geçiriyorum, full metal jacket. ordu eğitiminin çılgınlığını ve vietnam
savaşının politik tutarsızlığını anlatıyor diyebiliriz. öyle aman aman bir kubrick
hayranı değilim, beş altı filmini izledim sanıyorum fakat lafım yok, adam işini
iyi yapıyor, bu da etkileyici bir filmdi. sadece bir yönetmen olma şansım olsa
kubrick olmazdım herhalde, ondan daha ziyade emin olduğum şey hitchcook olmayacağım.
sanırım aki kaurismaki olurdum, gülümsetmeyi seviyorum.
sonra kitap okudum. david grossman'ın "bir at bara girmiş" isimli kitabını. komik ve felsefi bir kitap diye düşünmüştüm, adams aebler gibi
bir şey. komik olduğu hakkında yanılmışım, sırf kitabın tamamı bir standup
gösterisini anlatıyor diye komik mi olmak zorunda yani? daha çok üzücüydü. yani
buna kara mizah da diyebiliriz ama benim gibi duygusal biriyseniz daha çok
trajik derdiniz.
akşam yine dayılara gidiyoruz. çok anlamsız. sanırım ananemin
yeğeni olan bir kadın geliyor. geçen sene küçük oğlu motorla giderken kaza
geçirip hayatını kaybetmişti. kendisiyle hiç tanışmama rağmen çok derin bir acı
duymuştum içimde -genelde verdiğim bir tepki değildir. geçen yazdı, bir kamptan
eve dönüyordum, hava yeni kararmıştı. annem arayıp durumdan bahsetti. olduğum
yerde kaldım, elimdeki spor çantası yere düştü. beni bu kadar etkileyen şey neydi, aynı yaşta
olmamız mı?
kadın iyi görünüyordu, konuşurken tam da antalya'da gibi
hissettim nihayet. herkes doğru düzgün istanbul türkçesi konuşuyordu bu vakte
kadar. ama o yerel ağzı dinlemek öyle zevkli ki.
ertesi gün saydam turp'a başladım. mo yan'ı ilk okuyuşum,
tek kelimeyle muhteşem. öykülerinden oluşan bir kitap, inanılmaz iyiydi. gerçek ve olağanüstünün bu kadar doğal bir şekilde bir araya geldiğini
daha önce görmemiş olabilirim. borges filan da bunu çok iyi yapar ama mo yan'ın
farkı bence "büyülü gerçekçilik" değil de gerçekçi büyücülük yapması.
gerçekten kendimden geçtim.
akşam gene dayılara gittik. birileri kuş avlamış, onlar
yenecekti. ben zaten et yemiyorum, ama bir de kuş? çorbamı içip masadan kalktım
ama yeterli değildi çünkü kuşları görünce, allahım çok korkunçtu gerçekten, bir
bütün halinde yeniyor, aklım almıyor. her neyse, dayanamıyorum ben deyip eve
kaçtım. gerçekten korkunçtu. aç olsalar da yeseler sesimi çıkarmayabilirim ama
zevk için yemek, insanlığımızı gözden geçirmemiz lazım. teoride dedem de bana katılıyordu ama pratikte mideye indirmesine engel olmadı.
ertesi gün son gündü. zaten bir şey yapmadan gitme vakti
geldi. ananem de bir iş için merkeze gidecekti, nuri'nin de işi varmış. hep
birlikte gittik. durakta beklerken bal gibi bir kediyi sevip durdum. kucağımda
mayıştı da mayıştı. nuri çok tatlı ve saf temiz bir çocuktu. biraz rusça üzerine
konuştuk biraz da ingilizce. neden bilmiyorum sanki kardeşimmiş gibi hissettim,
insanın içinden öyle bir sevgi geliyor. sympathique.
onlar bir yerden sonra
benden ayrıldılar, ben kulaklığımla havaalanına vardım, yağmur deli gibi
yağıyordu ama kitaplarım ıslanmadığı sürece sorun yoktu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder