Cumartesi, Şubat 09, 2019

elektrikli battaniye

(resimler 22 ocak'ta çekilmiştir)

kapının önünde bekliyorum, karşımda ayağında klasik bir ayakkabı  ve şimdilerde moda olan "etnik desenli" şalvarıyla bir teyze oturuyor. bir yandan simit kemirip bir yandan kitap okumaya çalışıyorum. kitap mı çok sıkıcı yoksa ben mi havamda değilim, bir türlü kendimi kaptıramıyorum. birçok yahudi pratiklerine aşinayım, anlaması zor gelmiyor bu yüzden. yani sorun başkaydı, anlamadığımdan değildi sıkılmam. (yanlış anlaşılmasın, narsistik libidomla alakası yok. elbet anlamadığım için sıkıldığım birçok kitapla da karşılaştım. her neyse.) 

sonra bir anons duydum, kapı numarası değişmiş, adıyaman'a giden uçağın önündeymişim hayli zamandır. teyze benimle antalya'ya gelmeyecekmiş yani. biraz üzüldüm, kalkıp doğru kapıya gittim. üç kişilik bir ailenin yanında oturdum, oğlan lise çağındaydı. "es kommt" demelisin, dedi baba "niye es ist kommt" diyorsun. çocuk çok da hatırlamadığım argümanlar sundu, es ist kommt olduğunda ısrar etti. ben kafamda şöyle kurdum: sanırım baba çocukluğunda almanya'da yaşamış, işçi göçlerinden biriymiş. baba benim kitap okuduğumu görünce oğluna laf dokundurdu, "bak diğer gençler kitap okuyor, sen elinden telefonu bırakmıyorsun," diye. ergenlik çağının isyanı şöyle dedi: "önce sen bırak, sonra bana söyle."

bir saatlik rötarın ardından nihayet uçağa bindik, gözlerimden uyku akıyor. yemek servisine kadar yarı baygın oturdum. çay içince açıldım, kitabı yeniden elime aldım. akmıyor ya rabbim. yine de baktım yarılamışım. bendeki de ne ısrar ne inat. tatilim dört günlük, iki adet kitabım var. seçme şansım yok demek istiyorum. uçaktan indim, her yer dümdüz. istanbul'da böyle düzlük nerede, en azından sur içinde bulunmaz. belki daha uzak kısımlarda. ne zaman gelsem hayran kalıyorum bu düzlüğe. tramvay hemen yakında, bir kullan at bilet alıp biniyorum. en son durağa gideceğim, neredeyse bir saat demek. insanlar iniyor biniyor, yanımda oturanlar bin kez değişiyor. bir grup kız biniyor mesela, hepsi güzel şık giyimli kızlar ama öyle tuhaf şey ki şu moda, birini diğerinden ayıramıyorum. bayağı kolektif yaşayan bir grupmuş. bilekte biten botlar, ten, kısa kareli pantolon ya da etek. sonra saçları da aynı. simsiyah, omuz hizasında, kısa kahküllü ve esmer ten. hani fordist dönemdeki fabrika egemenliğinin sonucu olan standart üretimi yerini post-fordist dönemde esnek ve kişiye özel hissettiren üretim şekli almıştı? bu akademik iddia çoktan kalıplaştı ama bir sorun var sanki. bir başka sorun da bir şeyler ingilizce öğrendiği için türkçe anlatmaya gelince afallayan bende. ne konuştuklarıysa ilgimi çekmiyor, biraz dedikodu kokuyor, kulaklığıma şükür.

bir başka ergenlik çağı tramvaya biniyor. belki liseli bile değil. önce kendinden emin bir görüntü sergiliyor, kulaklığını takmış dünya umurunda değilmiş gibi. sonra birden değişiyor tamamen. yüzü ağlamaklı oluyor, göz bebekleri titriyor. bana bakıyor. bir şey söylemek ister gibi. ben de kulaklığımı çıkarıyorum. "yanlış yöne bindim," diyor, "param yok, acaba bozuk paranız var mı?" sesinde korkuyu işitiyorum. ilk kez böyle bir durumda kalmış belli, az önce bir genç kızdı, şimdi küçük bir çocuk olmuş.

tramvaydan iniyorum, dedem beni bekliyor. kocaman bir kabanı var, havalı buluyorum, ördek yeşili filan diyeceğim ama ördek yeşili hangi renk tam olarak emin değilim. dedeme sarılıyorum, biraz kilo almış. hemen geliyor otobüs, şansıma, geç kalmış. yol boyunca kesik kesik sohbetlerimiz oluyor dedemle. şehrin nasıl hızla geliştiğini, göç aldığını, bir sürü karadenizli olduğunu, 67'de buraya ilk geldiklerinde 6-7 milletvekili çıkarırken şimdi 13 milletvekili çıkardığını anlatıyor. eski köyler şimdi mahalle olmuş, halk otobüsü önlerinden geçiyor. biraz da siyaset konuşuyoruz, "akp'ye rey vermeyiz, chp'ye de vermek istemiyoruz," diyor dedem. ananemin abisi koyu solcu, onları chp'ye iknaya çalışıyormuş. demokrat parti filan diyor dedem, 2019'a girdiğimizi, artık öyle bir parti olmadığını -yani işlevselliği açısından- anlatamıyorum. menderes filan diyor, "dede, menderes öleli 50 yıl oldu," diyemiyorum. dedem emekli öğretmen, aklı başında bir insandır. ama bu konularda fazla duygusal davrandığı su götürmez. yine de sessiz kalıyorum, ne diyebilirim ki? çok çok, oy verme, derim. hem, demokrasi de neymiş? sokrates'i öldüren düzen. (bence bu büyük bir geyik olmalı). dedi final essayinde 3 sayfa liberal demokrasilere güzellemesi yapan öğrenci.


hava kararınca hiçbir yeri seçemiyordum, ekrandaki duraklar da karışmıştı, dedem olmasaydı yolumu bulamazdım. ışıklar azalmıştı. bir zamanlar anadoluda sandım kendimi. dolunay tam daire değildi henüz. birkaç köpecik çıktı karşımıza, sonra eve geldim.

yemek yeme, pijamalara geçme seremonilerinden sonra ananemin abisi dediğim büyük dayıya gittik. kısaca dayı diyeceğim, siz 75 yaşında bir insan düşünün. kendisi fazlasıyla esprili şakacıdır, yani kendine esprili değil, herkesi güldürebilir. örneğin benim dedemin şakaları yalnızca ona komiktir. televizyonda her zamanki gibi türk sanat musikisi çalıyordu. dayının evinde üç kırgız vardı:

kırgız 1: şimdiye kadar dayının evinde çalışan kadın, yakında evlenecekmiş ve gidecekmiş. tatlı bir kadındı. ananeme yeleğini neden ters giydiğini sordu. "öyle denk geldi" cevabını alınca da çok güldü, biz de güldük. "yarın düzü denk gelir," dedi ananem. kadının ablası kırgızları buraya getirme işiyle uğraşıyormuş.
kırgız 2: kırgız 1'in oğlu. bu oğulun ismi de vardı: nuri. bahçe işlerinde dayıya yardımcı olacakmış. yirmi yaşındaydı. üniversiteye gitmiyordu. dil öğrenmeye çalışıyordu. odaya girdiğimizde kitap okuyordu. bana merhaba dedi gülümseyerek. sanırım yaş ortalamasının 89 olduğu burada ellinin altında birini görmek onu mutlu etmişti. şirin bir çocuktu.
kırgız 3: dayının evinde yeni çalışan olacakmış bu kadın da. ailesi kırgızistan'daymış. sürekli telefonuyla oynuyordu. saçları sarı boyalı, üzerinde dar bir siyah jean vardı.

mansur yavaş'ın ankara projeleri eşliğinde sobada kestane otantikliğimizden sonra biraz daha sıkılarak oturduk. yani ben sıkıldım. hayatımın böyle olduğunu düşününce korkunç bir şey. aslında bu dayı da emekli öğretmendir. aktif bir hayat yaşadı ama yine de hayatının sonunda televizyon karşısında pineklemekten kurtulamadı. korkutucu bir son değil mi? şimdi hayattan bir beklentisi olmadan, sadece oyalanarak gazete okumakla ve zeytinyağı satmakla yaşamına devam edecek.

elektrikli battaniye ile geçirdiğim gece boyunca uyanıp durdum. battaniye masumdur. gün doğarken uyandım ve uykumu almış hissettim kendimi ama yatak sıcaktı ve dışarısı soğuktu, ben de kalkmadım. bir iki lokma ile edilen erken bir kahvaltı, öğlene kadar pinekleme, kitap okuma çabaları.
yine dayılara oturmaya gittik. yine sobada kestane. badem, portakal ve ayva. yine trt müzik ve alaturka. kalınca bir kitap ilişti gözüme, bakayım dedim. rakı ajandası yazıyordu üstünde, ben de usul usul oturduğum yere döndüm.

kırgız 3 daha başlamadığı işten ayrılmış gitmiş. bir sorunu olduğu belliydi zaten. şimdi dayıya kim bakacak o araştırılıyor. nuri de bir yere gitmiş, yarın gelecekmiş. asıl adı nuri değilmiş tabi.
ananemin kulağına fazla oturmayalım diye fısıldadım. kalktık eve geçtik. dedem yine ali ihsan varol'un programını izliyordu. ben odama geçtim, kitabımı bitirdim. on oldu mu yatma vakti onlar için, ben de yatağımda film izliyorum. film izliyorum dediğim, stalker'dan bir bölüm. değişik bir film her izleyişimde (yani 20-30 dk bakıyorum aslında, ful izleme değil) başka bir kafa geliyor.

ertesi gün de benzer geçiyor. önce öğleye kadar olan vaktimi (çünkü gerçekten bir köy burası, gün doğumundan sonra uyunmuyor) film izleyerek geçiriyorum, full metal jacket. ordu eğitiminin çılgınlığını ve vietnam savaşının politik tutarsızlığını anlatıyor diyebiliriz. öyle aman aman bir kubrick hayranı değilim, beş altı filmini izledim sanıyorum fakat lafım yok, adam işini iyi yapıyor, bu da etkileyici bir filmdi. sadece bir yönetmen olma şansım olsa kubrick olmazdım herhalde, ondan daha ziyade emin olduğum şey hitchcook olmayacağım. sanırım aki kaurismaki olurdum, gülümsetmeyi seviyorum. 

sonra kitap okudum. david grossman'ın "bir at bara girmiş" isimli kitabını. komik ve felsefi bir kitap diye düşünmüştüm, adams aebler gibi bir şey. komik olduğu hakkında yanılmışım, sırf kitabın tamamı bir standup gösterisini anlatıyor diye komik mi olmak zorunda yani? daha çok üzücüydü. yani buna kara mizah da diyebiliriz ama benim gibi duygusal biriyseniz daha çok trajik derdiniz.

akşam yine dayılara gidiyoruz. çok anlamsız. sanırım ananemin yeğeni olan bir kadın geliyor. geçen sene küçük oğlu motorla giderken kaza geçirip hayatını kaybetmişti. kendisiyle hiç tanışmama rağmen çok derin bir acı duymuştum içimde -genelde verdiğim bir tepki değildir. geçen yazdı, bir kamptan eve dönüyordum, hava yeni kararmıştı. annem arayıp durumdan bahsetti. olduğum yerde kaldım, elimdeki spor çantası yere düştü. beni  bu kadar etkileyen şey neydi, aynı yaşta olmamız mı?
kadın iyi görünüyordu, konuşurken tam da antalya'da gibi hissettim nihayet. herkes doğru düzgün istanbul türkçesi konuşuyordu bu vakte kadar. ama o yerel ağzı dinlemek öyle zevkli ki.

ertesi gün saydam turp'a başladım. mo yan'ı ilk okuyuşum, tek kelimeyle muhteşem. öykülerinden oluşan bir kitap, inanılmaz iyiydi. gerçek ve olağanüstünün bu kadar doğal bir şekilde bir araya geldiğini daha önce görmemiş olabilirim. borges filan da bunu çok iyi yapar ama mo yan'ın farkı bence "büyülü gerçekçilik" değil de gerçekçi büyücülük yapması. gerçekten kendimden geçtim.

akşam gene dayılara gittik. birileri kuş avlamış, onlar yenecekti. ben zaten et yemiyorum, ama bir de kuş? çorbamı içip masadan kalktım ama yeterli değildi çünkü kuşları görünce, allahım çok korkunçtu gerçekten, bir bütün halinde yeniyor, aklım almıyor. her neyse, dayanamıyorum ben deyip eve kaçtım. gerçekten korkunçtu. aç olsalar da yeseler sesimi çıkarmayabilirim ama zevk için yemek, insanlığımızı gözden geçirmemiz lazım. teoride dedem de bana katılıyordu ama pratikte mideye indirmesine engel olmadı.

ertesi gün son gündü. zaten bir şey yapmadan gitme vakti geldi. ananem de bir iş için merkeze gidecekti, nuri'nin de işi varmış. hep birlikte gittik. durakta beklerken bal gibi bir kediyi sevip durdum. kucağımda mayıştı da mayıştı. nuri çok tatlı ve saf temiz bir çocuktu. biraz rusça üzerine konuştuk biraz da ingilizce. neden bilmiyorum sanki kardeşimmiş gibi hissettim, insanın içinden öyle bir sevgi geliyor. sympathique.

onlar bir yerden sonra benden ayrıldılar, ben kulaklığımla havaalanına vardım, yağmur deli gibi yağıyordu ama kitaplarım ıslanmadığı sürece sorun yoktu.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder