Cumartesi, Mayıs 24, 2014

Nisan'da Okuduklarım


Nisan’da çok bir şey okumadığımı itiraf etmeliyim önce. İlk başta suçu geziye attım ama sonuçta en fazla üç kitabımı yemiş olabilirdi. Bu da demek oluyor ki genel olarak bir tembellik vardı bende. Çünkü sınav haftası desem değil, ders çalışıyorum desem çalışmıyorum. Sanırım film izlemekten vakit bulamadım. O filmleri de yazacağım bir ara diye umuyorum, neyse. Mayıs biterken yazıyı ancak yazmış olmamın sebebi mucibi ise açıkça tembellik efendim.

Yabancı Yazarlar

En Etkin 100

Michael H.Hart’ın ilk basımı 1978 olan kitabı daha sonra birkaç kez elden geçirilmiştir. Hart bunun nedeninin tarihin durmamış olması olduğunu söyler. Ben 92 yılında elden geçirilen basımını okudum. Bugün 22 yıl sonra yeniden elden geçirilse belki başka değişikliklerde yapılır ama bu yazara kalmış bir şey.

Öncelikle bu tür bir sıralamanın kişiden kişiye değişebilecek bir sıralama olduğu açıktır. Bununla birlikte belirli insanlar hemen herkesin listesinde yer alacaktır. Hart listeyi kitabın adından anlaşıldığı üzere “etki”lerine göre sıralamış. Kısa ve uzun vadede insanlığı ne derece etkilediklerini ve neden o sırada bulunduğunu açıklamış. Açıkçası listede tanımadığım bir iki isim vardı. Ve düşünüyorum da muhtemelen insanların adını hiç duymadığını ama bugün hala etkisinde olan bir dünyada yaşadığımız pek çok insan var.

Hart’ın kendisinin aslında bir Astrofizikçi olduğunu da söylemek isterim. Bunu öğrendiğimde ufak çaplı bir şok geçirdim. Adamın inanılmaz bir kariyeri var, bir kariyer yapmak istesem bu tür bir şey yapmak isterdim diyebilirim. Tam benlik :D

İki Gelinin Hatıraları

Kütüphanedeki klasikleri karıştırırken uzun zamandır Balzac okumadığımı fark edince hadi bakalım dedim. Sonradan biraz pişman olmadım değil ama başlamış bulunmuştum bir kere.

Önce olumlu yönlerinden bahsedeyim. Kitap iki bayan arasındaki mektuplardan oluşuyor. Okurken sanki Balzac erkek değilmiş gibi hissettim. Örneğin annelik duygusunu çok iyi yansıtmış kesinlikle, çok beğendim. O dönemdeki kadınları bilmiyorum tabi ama yine de bazı şeyleri de çok abartmış gibi geldi bana. Bilemiyorum belki inanılmaz süslü bir dili olduğu içindir. O kadar o kadar süslü ki kusasım geldi. Aslında ben uzun ve sanat değeri yüksek cümlelerden hoşlanırım ama her satır da böyle olmaz ki… Balzac seni çok severim ama sadelik basitlikle eş değer değildir, bilirsin…

"Ne yapayım kardeşçiğim?
Aşk bana gelmiyordu; bende Muhammed'in dağa gitmesi gibi, aşka gittim."

Yabancı

Le Monde’un listesini elden geçirmeye ilk sıradan başladım. Birkaç yazar var, hayatları ve düşünceleri hakkında çok şey okuyup eselerini pek okumadığım. Camus bunlardan biri, Kafka da öyle mesela. Rilke ya da… Ben de daha fazla gecikmeden okumaya karar verdim.

Yabancı oldukça ufak bir hacme sahip bir roman, söz konusu “yabancı” başkahramanın ta kendisi. Anlatıcı da o olunca ilginçleşiyor olay. Cezayir’de doğmuş ve büyümüş Camus’ın ilk romanının orada geçmesi oldukça normal olmakla birlikte kahramanımız Mersault’un idealize edilmiş bir karakter olduğunu söylemek pek olası görünmüyor.  Elbette ki Camus düşüncelerini bu uzun hikayeye oldukça güzel bir biçimde yerleştirmiş.

Yani bu işin benim dışımda görülüyor gibi bir hali vardı. Her şey, ben karıştırılmaksızın olup bitiyordu, kaderim bana sorulmadan tayin olunuyordu (...) İyi düşününce söylenecek bir şeyim olmadığını anlamaktaydım. Kendi kendimi seyrediyormuş gibi bir hisse kapıldım.”

Bu fikirlerin biraz daha genişçe anlatımı için tık tık. 

Babalar ve Oğullar

Turgenyev’in en ünlü romanı olmakla birlikte küçükken okuyup, aklımda hiçbir şey kalmadığı için yeniden okuduğum bir kitap. İyi de yapmışım, bazı şeyleri daha iyi anladım. Çok daha iyi.

Bu kitapla ilgili şöyle de bir şey var; klasikler genelde sayfalarca betimleme barındırır. İnsanların sevmeyip, sıkılması da tam bu yüzden. Benim eleştirdiğim yönü ise oldukça gereksiz şeylerden bahsetmeleri. Kısa ve öz olsun yani, bir paragraf olur genelde anlam oradadır ama onu bulmak için 400 sayfa okumak gerekir. Bu beni deli ediyor. Roman okurken sıkılmam da tam bu yüzden işte. Neyse, sadede gelecek olursak işte bu yönüyle ayrılan bir kitap. Ben yazarken bol diyalog yazarım ve bunun benim eksikliğim olduğunu düşünürüm. Turgenyev de benden ama asdasdsadsad

Klasiklere para verme taraftarı değilim –dedi kitaplığının bir rafı klasiklerle dolu olan adam- sonuçta her yerde bulabiliyoruz. Evet, kitap alırken benim mantığım şu: “İkinci kez okuyabileceğin ya da kolay kolay bulamayacağın kitapları al.” O yüzden elime bir Turgenyev geçene kadar bekleyeceğim sanırım. Ama okumak istiyorum.^^

Beni Asla Bırakma

Kazuo Ishiguro’nun bir kitabını okumayı istiyordum ve böyle bir başlangıç yapmış oldum. Aslında önce DÜ okudu ve nasıl olduğunu sorduğumda tek söylediği “değişik” idi.
-“Nasıl yani?”
-“Değişik.”
-“İyi anlamda mı kötü anlamda mı?”
-“Yani… Şimdi… Değişik.”
-“Değişik ne? Nasıl değişik?”
-“… Değişik.”
-“İyi mi kötü mü?
-“Iııı….Değişik.

Kafayı yedirtti kısacası bana ama kitabı okuyup bitirdim ve ne demek istediğini çok iyi anladım. Gerçekten söyleyecek bir şey bulamıyorsunuz. İyi kötü komik dramatik ne bileyim herhangi bir şey… Değişik. Sadece değişik. Ama sanırım şunu söyleyebilirim ilk başlarda yavaş gidiyor ve çok uzun süre kimin neden bahsettiğini anlamıyorsunuz ama birdenbire akıp gidiyor. Piuvvv diye.

Yazar Nagazaki’de doğmuş ama 6 yaşında İngiltere’ye taşındıkları için kahramanları da İngiliz’di. Kitap da zaten Time tarafından İngilizce yazılan en iyi 100 roman arasında yerini almıştı. Konusuna gelince anlatması biraz zor, en ufak bir şey spoiler olur o yüzden susuyorum. Ama dram-bilim kurgu romanı olarak sınıflandırabilirim ve oldukça başarılı buldum. Filmini de izledim ama bilirsiniz kitaplar her zaman daha iyidir. Ama senaryoda belirgin bir değişiklik yoktu, o açıdan beğendim. Değiştirmediğiniz için teşekkürler!

Kırmızı Pazartesi

Marquez ölmeden 3 gün önce okuduğum içindir belki de üzerimde çok farklı bir etkisi oldu kitabın ve muhtemelen gözüme her çarptığında bu duyguyu hissedeceğim.
Normalde kitaplar sıkıcı başlar sonradan akar gider. Kitapların %90 için geçerlidir bu. Tabi tamamı sıkıcı olan kitaplar da vardır orası ayrı. Bu kitap ise tam tersine inanılmaz akıcı başladı ve bir Marquez geleneği olarak oldukça sıra dışıydı. Cinayetin işleneceği herkes tarafında bilinen bir cinayet hikayesi. Daha ilk cümlede bunu öğrenmenize rağmen heyecanınızı hiç kaybetmiyorsunuz.

Eğer yakın zamanda kendisini kaybetmemiş olsaydık diğer kitaplarına geçecektim ama sanırım şuan okuyacak durumda değilim. Bugünlerde aklımda birkaç sene önce kaybolan Yüzyıllık Yalnızlık’ım var.


Deli Fişek

Ne  zamandır rafta duruyordu, sinirlenmeye başladığını görebiliyordum. Zeze’yi bilirsiniz sabırsız bir çocuktur. Özellikle 19 yaşlarında olan Zeze daha bir aceleci idi.

“İnsanın kendini bulması uzun sürer.”

Bu serinin Vasconcelos’un bir nevi otobiyografik romanı olduğunu hepimiz biliyoruz. Ve yazar en çok da bu kitabın basılmasını istediğini söylemiş. Şeker Portakalı’ndaki, Güneşi Uyandıralım’daki o duygu bu kitapta yoktu ama gerçek bir şeylerden bahsettiği için belki de bir o kadar üzücüydü. Yine de Zeze’nin büyüdüğünü ve artık o kadar zor zamanlar geçirmediğini görmek güzel. İnsanın içi gerçekten rahat ediyor…

“Sustum. Düşüncelerle yaşamak daha iyiydi.”

“Dünyanın kapılarını açıyordu bana. Ve ben korkuyordum, ne yalan söyleyeyim? Korku içindeydim, dünya öyle büyüktü ki… İnsanoğlunun girebileceği en büyük, en keder dolu yerdi.”

David Copperfield

Dickens okumayalı da çok uzun zaman olmuştu ama sanırım böyle olması daha iyiymiş. Kaçtır klasikleri eleştirdiğimiz farkındayım sanırım onları okuyacak yaşı geçtim. Belki de çok fazla okumuş olduğum için sıkıldım bilemiyorum… 30 olmadan önce okunması gereken kitaplar listesinde gördüm daha sonra ama yok abicim gidin başka kitaplar okuyun, size bir şey katacak kitaplar yani. Kalktım Dickens’a işe yaramaz dedim gibi durdu şuan biliyorum ama öyle bir şey demiyorum tabi. Sadece Yeşilçam filmi izlemek gibiydi bu kitabı okumak. O yüzden lüzum yok diyorum, hepimiz yeterince Yeşilçam izledik çünkü. :D


Denizi Yitiren Denizci

Kırk yıldır “Mişima okuyacağım Mişima okuyacağım” diye gezip ancak okumama rağmen kendimi geç kalmış hissetmiyorum. Kitabın kötü olduğunu söylemem imkansız ama nedense kimseye tavsiye de etmiyorum. Edemiyorum, gerek yok. Çünkü güzel olduğu kadar da eşsiz bir kitaptı ve herkesin zevkine hitap etmeyebilir. Çok akıcı olduğunu da söyleyemem. İçine girmesi zaman aldı ama sonuçtan memnun kaldım diyebilirim. Denizi hissettim.






Türk Yazarlar



Posta Kutusundaki Mızıka

Bunu Omoni okumadan sevince ben de bir okuyayım dedim. Omoni dediğim kişi annem değil arkadaşım bu arada. Bir de baktım yazar Ali Ural falan… Bu adam kitap isimlerini çok güzel seçiyor, gerçekten beğeniyorum. Makyaj Yapan Ölüler, Kuduz Aşısı, Tek Kelimelik Sözlük, Satranç Oynayan Derviş, Gizli Buzlanma, Fener Bekçisinin Rüyaları…

Gelelim kitaba… O kısım pek güzel değil.  İlk birkaç mektupta sıkıldım ama sonradan güzel bir şey oldu. 13. Mektupta değişti fikrim sanırım. Ben bunu nasıl okuyacağım derken bir günde bitti. 17 benim sayımdır, o yüzden bakalım orada ne var dedim. Myra B.Welch’ten ufak bir manzum hikaye, bilin bakalım neyle ilgili? Bir keman ustasının elleri… Eridim ben de tabi. (Keman çalıyorum da o yüzden.) Ama bunun dışında, sevmedim.

Sevgili Dost,
Derin bir nefes al bu rüzgardan ve Godot’yu beklemekten vazgeç. Saint-Exupéry ölmeden biraz önce “Çağımdan tiksiniyorum.” Demiş. Kim bilir kimlerdi “sahipleri”. Ölümün kapısında durup şöyle diyor adeta: “Bulunduğunuz yer iğrenç. Ben gidiyorum.” Git bakalım Exupéry, git! Hayır Sevgili Dost, Sen yerinde kal. Sahibini tanı ve birinci mevkide seyahat et.

Mimoza Sürgünü

Sevdiğim bir yazarın yeni bir kitabı çıkınca bir heves alırım ama sonra araya başka kitaplar girer ve rafta belki aylarca bekler. Anlayacağınız üzere Mimoza Sürgünü de onlardan biri oldu. En son Nar Ağacı’nı okumuştum işte, açıkçası bir deneme kitabı beklediğim falan yoktu. Kötü mü oldu? Hayır.

Açıkçası en sevdiğim Türk&Bayan yazarlardan birinin hemşirem olması gerçekten çok hoş. Her ne kadar aramızda bir kırk kadar yıl olsa da o benim doğduğum yıldan itibaren aktif bir yazar. Üniversite’de okuduğu dört yıl dışında bütün hayatını Trabzon’da geçirmiş olması da bu şehre düşkünlüğünü gösteriyor. Ki benim de elimde olsa bütün hayatımı burada geçirebilirim. Ama sanırım baştan kaybettim, Urfa ve Ankara’da yaşamışlığım var.

Kitaba dönecek olursak denemeler içinde çok güzel olanları var, güzel olanları var bir de fenadeğilleri. Ama bu “fenadeğil”lerin oranı %20’yi bulmaz. Bazılarının içindeyse insan kendini buluyor. Bir kez daha hayran kaldım, herkese tavsiye ederim.

Tamam, estetize ediyorum, idealleştiriyorum biliyorum. Düpedüz yazıyorum. Romantik olduğum da bir yafta gibi boynuma asılı. Ama ben gördüğümü söylüyorum. Neticede şu yazdıklarımda ben hem mecazlı hem de gerçekçiyim. Yani düpedüz kinayeliyim. Eğer öyle değilse ya ben hayal görmüşümdür ya bana hülya anlatmışlardı.

Beş Şehir

Fark ettim de her ay bir Tanpınar eseri okuyorum, bir düzenleme yapmadım ama öyle oluyor. Bundan sonra bu benim rutinim mi olsa ne? Neyse, mesele bu değil tabi ki.

“Beş şehir’in asıl konusu hayatımızda kaybolan şeylerin ardından duyulan üzüntü ile yeniye karşı beslenen iştiyaktır.” –Ahmet Hamdi Tanpınar

Ankara, Konya, Erzurum, Bursa ve İstanbul’u anlatmış. Kitabın ikinci yarısının tamamını İstanbul’a ayırmış olduğunu görmezden gelmek zor tabi ama neyse diyorum. Ben en çok Konya ve Bursa’yı anlatışını sevdim. Belki bunun nedeni Konya ve Bursa’yı gerçekte de seviyor olmamdır. Örneğin İstanbul ve Ankara’yı sevmediğim için okurken de sevmedim. Neyse, “Bursa’da Zaman” bölümü cidden çok iyiydi. Akla Tanpınar’ın aynı isimli şiirini getiriyor.




“Bursa'da bir eski cami avlusu,
Küçük şadırvanda şakırdıyan su;
Orhan zamanından kalma bir duvar...
Onunla bir yaşta ihtiyar çınar
Eliyor dört yana sakin bir günü.
Bir rüyadan arta kalmanın hüznü
İçinde gülüyor bana derinden.
Yüzlerce çeşmenin serinliğinden
Ovanın yeşili göğün mavisi
Ve mimarîlerin en ilâhisi.”


Semaver

Öykü konusundaki idollerimden Sait Faik’in ilk hikâye kitabıyla tanıştırayım sizi. İlk kez 12 yaşımda bir ders kitabında okuduğum Abasıyanık’ı öyle çok beğenmiştim ki… Neden bilmiyorum, gidip bir kitabını okuyayım diye düşünmedim hiç. Onun yerine seçme hikayelerden, internetten falan okudum. Bizim sell kütüphanede bulunca bende okudum. “Son Kuşlar” ve “Mahalle Kahvesi” de bana raftan bakıyor. Ah ah sırada ne çok kitap var…

1936’da babasının yardımıyla basmışlar kitabı. Üç ana bölüme ayrılmış kitabın ilk bölümünde İzmir ve çevresinde geçenler, ikinci kısmında İstanbul’dakiler ve üçüncü kısımda da Fransa’da geçirdiği zaman hakkında hikayeler mevcut. Açıkçası bir kez daha hayran kaldım. İçinde bazı hikayeleri zaten biliyordum ama en azından ilk hikaye kitabı bu kadar iyi olmamalıydı. Yalnız bu konuda pek objektif değilim haberiniz olsun, sell sıkıcı bulmuştu.



Defterimde Kırk Suret

Daha önce Beşir Ayvazoğlu okumamış olduğum için büyük bir pişmanlık sardı beni. Bu kitaba aşık oldum resmen. Kapağın renginden, puntosuna kadar her şeyini çok sevdim. (Kapağın rengi tam olarak resimdeki gibi değil onu belirteyim.) Ayvazoğlu’nun üslubu, bakış açısı, her şeyi çok iyi. Başka bir kitabı elime geçtiğinde almak için tereddüt etmem.

95-96 senelerinde Beşir Ayvazoğlu’nun yazdığı 5-6 sayfalık 40 mini biyografiden oluşan kitap üç bölüme ayrılmış. Turgut Özal’dan Hilmi Yavuz’a, Necip Fazıl’dan Ahmet Kabaklı’ya,  Necmeddin Okyay’dan Yavuz Bülent’e, Aydın Menderes’ten Hüsrev Hatem’iye, Ayşe Şasa’ya, Ahmet Turan Alkan’a, Annemarie Schimmel’e, Mustafa Kutlu’ya, İlhan Kesici’ye ve ismini zikredemediğim nice güzel insana… Çok çok çok sevdim!




Ve bir ayı daha böylece geride bıraktık.
Saygılar efendim…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder