Nisan’da çok bir şey okumadığımı itiraf etmeliyim önce. İlk başta suçu geziye attım ama sonuçta en fazla üç kitabımı yemiş olabilirdi. Bu da demek oluyor ki genel olarak bir tembellik vardı bende. Çünkü sınav haftası desem değil, ders çalışıyorum desem çalışmıyorum. Sanırım film izlemekten vakit bulamadım. O filmleri de yazacağım bir ara diye umuyorum, neyse. Mayıs biterken yazıyı ancak yazmış olmamın sebebi mucibi ise açıkça tembellik efendim.
Yabancı Yazarlar
En Etkin 100
Michael H.Hart’ın ilk basımı 1978 olan kitabı daha sonra
birkaç kez elden geçirilmiştir. Hart bunun nedeninin tarihin durmamış olması
olduğunu söyler. Ben 92 yılında elden geçirilen basımını okudum. Bugün 22 yıl
sonra yeniden elden geçirilse belki başka değişikliklerde yapılır ama bu yazara
kalmış bir şey.
Öncelikle bu tür bir sıralamanın kişiden kişiye
değişebilecek bir sıralama olduğu açıktır. Bununla birlikte belirli insanlar
hemen herkesin listesinde yer alacaktır. Hart listeyi kitabın adından
anlaşıldığı üzere “etki”lerine göre sıralamış. Kısa ve uzun vadede insanlığı ne
derece etkilediklerini ve neden o sırada bulunduğunu açıklamış. Açıkçası
listede tanımadığım bir iki isim vardı. Ve düşünüyorum da muhtemelen insanların
adını hiç duymadığını ama bugün hala etkisinde olan bir dünyada yaşadığımız pek
çok insan var.
Hart’ın kendisinin aslında bir Astrofizikçi olduğunu da
söylemek isterim. Bunu öğrendiğimde ufak çaplı bir şok geçirdim. Adamın
inanılmaz bir kariyeri var, bir kariyer yapmak istesem bu tür bir şey yapmak
isterdim diyebilirim. Tam benlik :D
İki Gelinin
Hatıraları
Kütüphanedeki klasikleri karıştırırken uzun zamandır
Balzac okumadığımı fark edince hadi bakalım dedim. Sonradan biraz pişman
olmadım değil ama başlamış bulunmuştum bir kere.
Önce olumlu yönlerinden bahsedeyim. Kitap iki bayan
arasındaki mektuplardan oluşuyor. Okurken sanki Balzac erkek değilmiş gibi
hissettim. Örneğin annelik duygusunu çok iyi yansıtmış kesinlikle, çok
beğendim. O dönemdeki kadınları bilmiyorum tabi ama yine de bazı şeyleri de çok
abartmış gibi geldi bana. Bilemiyorum belki inanılmaz süslü bir dili olduğu
içindir. O kadar o kadar süslü ki kusasım geldi. Aslında ben uzun ve sanat
değeri yüksek cümlelerden hoşlanırım ama her satır da böyle olmaz ki… Balzac
seni çok severim ama sadelik basitlikle eş değer değildir, bilirsin…
"Ne yapayım
kardeşçiğim?
Aşk bana
gelmiyordu; bende Muhammed'in dağa gitmesi gibi, aşka gittim."
Yabancı
Le Monde’un listesini elden geçirmeye ilk sıradan
başladım. Birkaç yazar var, hayatları ve düşünceleri hakkında çok şey okuyup
eselerini pek okumadığım. Camus bunlardan biri, Kafka da öyle mesela. Rilke ya
da… Ben de daha fazla gecikmeden okumaya karar verdim.
Yabancı oldukça ufak bir hacme sahip bir roman, söz
konusu “yabancı” başkahramanın ta kendisi. Anlatıcı da o olunca ilginçleşiyor
olay. Cezayir’de doğmuş ve büyümüş Camus’ın ilk romanının orada geçmesi oldukça
normal olmakla birlikte kahramanımız Mersault’un idealize edilmiş bir karakter
olduğunu söylemek pek olası görünmüyor.
Elbette ki Camus düşüncelerini bu uzun hikayeye oldukça güzel bir
biçimde yerleştirmiş.
“Yani bu işin benim dışımda görülüyor gibi bir hali
vardı. Her şey, ben karıştırılmaksızın olup bitiyordu, kaderim bana sorulmadan
tayin olunuyordu (...) İyi düşününce söylenecek bir şeyim olmadığını
anlamaktaydım. Kendi kendimi seyrediyormuş gibi bir hisse kapıldım.”
Bu fikirlerin biraz daha
genişçe anlatımı için tık tık.
Babalar ve Oğullar
Turgenyev’in en ünlü romanı olmakla birlikte küçükken
okuyup, aklımda hiçbir şey kalmadığı için yeniden okuduğum bir kitap. İyi de
yapmışım, bazı şeyleri daha iyi anladım. Çok daha iyi.
Bu kitapla ilgili şöyle de bir şey var; klasikler genelde
sayfalarca betimleme barındırır. İnsanların sevmeyip, sıkılması da tam bu
yüzden. Benim eleştirdiğim yönü ise oldukça gereksiz şeylerden bahsetmeleri.
Kısa ve öz olsun yani, bir paragraf olur genelde anlam oradadır ama onu bulmak
için 400 sayfa okumak gerekir. Bu beni deli ediyor. Roman okurken sıkılmam da
tam bu yüzden işte. Neyse, sadede gelecek olursak işte bu yönüyle ayrılan bir kitap.
Ben yazarken bol diyalog yazarım ve bunun benim eksikliğim olduğunu düşünürüm.
Turgenyev de benden ama asdasdsadsad
Klasiklere para verme taraftarı değilim –dedi
kitaplığının bir rafı klasiklerle dolu olan adam- sonuçta her yerde
bulabiliyoruz. Evet, kitap alırken benim mantığım şu: “İkinci kez
okuyabileceğin ya da kolay kolay bulamayacağın kitapları al.” O yüzden elime
bir Turgenyev geçene kadar bekleyeceğim sanırım. Ama okumak istiyorum.^^
Beni Asla Bırakma
Kazuo Ishiguro’nun bir kitabını okumayı istiyordum ve
böyle bir başlangıç yapmış oldum. Aslında önce DÜ okudu ve nasıl olduğunu
sorduğumda tek söylediği “değişik” idi.
-“Nasıl yani?”
-“Değişik.”
-“İyi anlamda mı kötü anlamda mı?”
-“Yani… Şimdi… Değişik.”
-“Değişik ne? Nasıl değişik?”
-“… Değişik.”
-“İyi mi kötü mü?
-“Iııı….Değişik.
Kafayı yedirtti kısacası bana ama kitabı okuyup bitirdim
ve ne demek istediğini çok iyi anladım. Gerçekten söyleyecek bir şey
bulamıyorsunuz. İyi kötü komik dramatik ne bileyim herhangi bir şey… Değişik.
Sadece değişik. Ama sanırım şunu söyleyebilirim ilk başlarda yavaş gidiyor ve
çok uzun süre kimin neden bahsettiğini anlamıyorsunuz ama birdenbire akıp
gidiyor. Piuvvv diye.
Yazar Nagazaki’de doğmuş ama 6 yaşında İngiltere’ye
taşındıkları için kahramanları da İngiliz’di. Kitap da zaten Time tarafından
İngilizce yazılan en iyi 100 roman arasında yerini almıştı. Konusuna gelince
anlatması biraz zor, en ufak bir şey spoiler olur o yüzden susuyorum. Ama
dram-bilim kurgu romanı olarak sınıflandırabilirim ve oldukça başarılı buldum. Filmini de izledim ama bilirsiniz kitaplar her zaman daha iyidir. Ama senaryoda belirgin bir değişiklik yoktu, o açıdan beğendim. Değiştirmediğiniz için teşekkürler!
Kırmızı Pazartesi
Marquez ölmeden 3 gün önce okuduğum içindir belki de
üzerimde çok farklı bir etkisi oldu kitabın ve muhtemelen gözüme her
çarptığında bu duyguyu hissedeceğim.
Normalde kitaplar sıkıcı başlar sonradan akar gider.
Kitapların %90 için geçerlidir bu. Tabi tamamı sıkıcı olan kitaplar da vardır
orası ayrı. Bu kitap ise tam tersine inanılmaz akıcı başladı ve bir Marquez
geleneği olarak oldukça sıra dışıydı. Cinayetin işleneceği herkes tarafında
bilinen bir cinayet hikayesi. Daha ilk cümlede bunu öğrenmenize rağmen
heyecanınızı hiç kaybetmiyorsunuz.
Eğer yakın zamanda kendisini kaybetmemiş olsaydık diğer
kitaplarına geçecektim ama sanırım şuan okuyacak durumda değilim. Bugünlerde
aklımda birkaç sene önce kaybolan Yüzyıllık Yalnızlık’ım var.
Deli Fişek
Ne zamandır rafta
duruyordu, sinirlenmeye başladığını görebiliyordum. Zeze’yi bilirsiniz sabırsız
bir çocuktur. Özellikle 19 yaşlarında olan Zeze daha bir aceleci idi.
“İnsanın kendini bulması uzun sürer.”
Bu serinin Vasconcelos’un bir nevi otobiyografik romanı
olduğunu hepimiz biliyoruz. Ve yazar en çok da bu kitabın basılmasını
istediğini söylemiş. Şeker Portakalı’ndaki, Güneşi Uyandıralım’daki o duygu bu
kitapta yoktu ama gerçek bir şeylerden bahsettiği için belki de bir o kadar
üzücüydü. Yine de Zeze’nin büyüdüğünü ve artık o kadar zor zamanlar
geçirmediğini görmek güzel. İnsanın içi gerçekten rahat ediyor…
“Sustum. Düşüncelerle yaşamak daha iyiydi.”
“Dünyanın kapılarını
açıyordu bana. Ve ben korkuyordum, ne yalan söyleyeyim? Korku içindeydim, dünya
öyle büyüktü ki… İnsanoğlunun girebileceği en büyük, en keder dolu yerdi.”
David Copperfield
Kırk yıldır “Mişima okuyacağım Mişima okuyacağım” diye
gezip ancak okumama rağmen kendimi geç kalmış hissetmiyorum. Kitabın kötü
olduğunu söylemem imkansız ama nedense kimseye tavsiye de etmiyorum. Edemiyorum, gerek yok. Çünkü güzel olduğu kadar da eşsiz bir kitaptı ve herkesin zevkine hitap etmeyebilir. Çok akıcı olduğunu da söyleyemem. İçine girmesi zaman aldı ama sonuçtan memnun kaldım diyebilirim. Denizi hissettim.
Türk Yazarlar
Posta Kutusundaki
Mızıka
Bunu Omoni okumadan sevince ben de bir okuyayım dedim.
Omoni dediğim kişi annem değil arkadaşım bu arada. Bir de baktım yazar Ali
Ural falan… Bu adam kitap isimlerini çok güzel seçiyor, gerçekten beğeniyorum.
Makyaj Yapan Ölüler, Kuduz Aşısı, Tek Kelimelik Sözlük, Satranç Oynayan Derviş,
Gizli Buzlanma, Fener Bekçisinin Rüyaları…
Gelelim kitaba… O kısım pek güzel değil. İlk birkaç mektupta sıkıldım ama sonradan güzel bir şey oldu. 13.
Mektupta değişti fikrim sanırım. Ben bunu nasıl okuyacağım derken bir günde
bitti. 17 benim sayımdır, o yüzden bakalım orada ne var dedim. Myra B.Welch’ten
ufak bir manzum hikaye, bilin bakalım neyle ilgili? Bir keman ustasının elleri…
Eridim ben de tabi. (Keman çalıyorum da o yüzden.) Ama bunun dışında, sevmedim.
Sevgili Dost,
Derin bir nefes al
bu rüzgardan ve Godot’yu beklemekten vazgeç. Saint-Exupéry ölmeden biraz önce
“Çağımdan tiksiniyorum.” Demiş. Kim bilir kimlerdi “sahipleri”. Ölümün
kapısında durup şöyle diyor adeta: “Bulunduğunuz yer iğrenç. Ben gidiyorum.”
Git bakalım Exupéry, git! Hayır Sevgili Dost, Sen yerinde kal.
Sahibini tanı ve birinci mevkide seyahat et.
Mimoza Sürgünü
Sevdiğim bir yazarın yeni bir kitabı çıkınca bir heves
alırım ama sonra araya başka kitaplar girer ve rafta belki aylarca bekler.
Anlayacağınız üzere Mimoza Sürgünü de onlardan biri oldu. En son Nar Ağacı’nı
okumuştum işte, açıkçası bir deneme kitabı beklediğim falan yoktu. Kötü mü
oldu? Hayır.
Açıkçası en sevdiğim Türk&Bayan yazarlardan birinin
hemşirem olması gerçekten çok hoş. Her ne kadar aramızda bir kırk kadar yıl
olsa da o benim doğduğum yıldan itibaren aktif bir yazar. Üniversite’de okuduğu
dört yıl dışında bütün hayatını Trabzon’da geçirmiş olması da bu şehre
düşkünlüğünü gösteriyor. Ki benim de elimde olsa bütün hayatımı burada
geçirebilirim. Ama sanırım baştan kaybettim, Urfa ve Ankara’da yaşamışlığım
var.
Kitaba dönecek olursak denemeler içinde çok güzel
olanları var, güzel olanları var bir de fenadeğilleri. Ama bu “fenadeğil”lerin
oranı %20’yi bulmaz. Bazılarının içindeyse insan kendini buluyor. Bir kez daha
hayran kaldım, herkese tavsiye ederim.
“Tamam,
estetize ediyorum, idealleştiriyorum biliyorum. Düpedüz yazıyorum. Romantik
olduğum da bir yafta gibi boynuma asılı. Ama ben gördüğümü söylüyorum. Neticede
şu yazdıklarımda ben hem mecazlı hem de gerçekçiyim. Yani düpedüz kinayeliyim.
Eğer öyle değilse ya ben hayal görmüşümdür ya bana hülya anlatmışlardı.”
Beş Şehir
Fark ettim de her ay bir Tanpınar eseri okuyorum, bir
düzenleme yapmadım ama öyle oluyor. Bundan sonra bu benim rutinim mi olsa ne? Neyse, mesele bu değil tabi ki.
“Beş şehir’in asıl
konusu hayatımızda kaybolan şeylerin ardından duyulan üzüntü ile yeniye karşı
beslenen iştiyaktır.” –Ahmet Hamdi Tanpınar
Ankara, Konya, Erzurum, Bursa ve İstanbul’u anlatmış.
Kitabın ikinci yarısının tamamını İstanbul’a ayırmış olduğunu görmezden gelmek
zor tabi ama neyse diyorum. Ben en çok Konya ve Bursa’yı anlatışını sevdim.
Belki bunun nedeni Konya ve Bursa’yı gerçekte de seviyor olmamdır. Örneğin
İstanbul ve Ankara’yı sevmediğim için okurken de sevmedim. Neyse, “Bursa’da
Zaman” bölümü cidden çok iyiydi. Akla Tanpınar’ın aynı isimli şiirini
getiriyor.
“Bursa'da bir eski
cami avlusu,
Küçük şadırvanda
şakırdıyan su;
Orhan zamanından
kalma bir duvar...
Onunla bir yaşta
ihtiyar çınar
Eliyor dört yana
sakin bir günü.
Bir rüyadan arta
kalmanın hüznü
İçinde gülüyor bana
derinden.
Yüzlerce çeşmenin
serinliğinden
Ovanın yeşili göğün
mavisi
Ve mimarîlerin en
ilâhisi.”
Semaver
Öykü konusundaki idollerimden Sait Faik’in ilk hikâye
kitabıyla tanıştırayım sizi. İlk kez 12 yaşımda bir ders kitabında okuduğum
Abasıyanık’ı öyle çok beğenmiştim ki… Neden bilmiyorum, gidip bir kitabını
okuyayım diye düşünmedim hiç. Onun yerine seçme hikayelerden, internetten falan
okudum. Bizim sell kütüphanede bulunca bende okudum. “Son Kuşlar” ve “Mahalle
Kahvesi” de bana raftan bakıyor. Ah ah sırada ne çok kitap var…
1936’da babasının yardımıyla basmışlar kitabı. Üç ana
bölüme ayrılmış kitabın ilk bölümünde İzmir ve çevresinde geçenler, ikinci
kısmında İstanbul’dakiler ve üçüncü kısımda da Fransa’da geçirdiği zaman hakkında
hikayeler mevcut. Açıkçası bir kez daha hayran kaldım. İçinde bazı hikayeleri
zaten biliyordum ama en azından ilk hikaye kitabı bu kadar iyi olmamalıydı.
Yalnız bu konuda pek objektif değilim haberiniz olsun, sell sıkıcı bulmuştu.
Defterimde Kırk Suret
Daha önce Beşir Ayvazoğlu okumamış olduğum için büyük bir
pişmanlık sardı beni. Bu kitaba aşık oldum resmen. Kapağın renginden, puntosuna
kadar her şeyini çok sevdim. (Kapağın rengi tam olarak resimdeki gibi değil onu belirteyim.) Ayvazoğlu’nun üslubu, bakış açısı, her şeyi çok
iyi. Başka bir kitabı elime geçtiğinde almak için tereddüt etmem.
95-96 senelerinde Beşir Ayvazoğlu’nun yazdığı 5-6
sayfalık 40 mini biyografiden oluşan kitap üç bölüme ayrılmış. Turgut Özal’dan
Hilmi Yavuz’a, Necip Fazıl’dan Ahmet Kabaklı’ya, Necmeddin Okyay’dan Yavuz Bülent’e, Aydın
Menderes’ten Hüsrev Hatem’iye, Ayşe Şasa’ya, Ahmet Turan Alkan’a, Annemarie
Schimmel’e, Mustafa Kutlu’ya, İlhan Kesici’ye ve ismini zikredemediğim nice
güzel insana… Çok çok çok sevdim!
Ve bir ayı daha böylece geride bıraktık.
Saygılar efendim…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder