13 Mart 2015 |
Pazartesi ve salı okuldan
sonra kütüphaneye gidip Varlık'ın yeni sayısını okudum. İki gün de yalnızca bir
saat kadar uyumuştum. Pazartesi kütüphaneye gitmeden evvel arka masadaki siyasi
sohbeti dinledim çaktırmadan. Gerçi anlaşılmıştır diye düşünüyorum ama ne
yapayım, çok çeşitli ırk ve görüşlerin toplandığı bir sohbetti. Kimsenin
kimseyi kırmadığı, saygı duyduğu bir tartışma ortamı. Son zamanlarda hiç
göremediğimiz türden. O yüzden pişman değilim, hala böyle insanların olduğunu
bilmek beni rahatlattı. Siyasi görüşler yüzünden birbirine düşman olan onca
dost varken hele.
Salı, hocayla yaptığımız
görüşmede yapacağım sunumun slaytına baktık. Hocayla bir müddet heyecanla
70-80'lerin rock grupları hakkında konuştuk. (-Talking Heads da dinliyor
musunuz? -Tabi kiii!) Bu muhabbeti sınıftaki biriyle yapmayı ummuş olsam da
mühim değil, bu da güzeldi.
Group Discussion diye bir
bölüm olacak sınavda, onun pratiğini yaptık. İki kız iki erkek olarak dört kişi
çıktık, konu paranın mutlu olmadaki önemine dair bir şeydi. Biz kızlar paranın
ne kadar önemli olduğunu anlatmaya çalıştık, onlar da tersini. Kendi adıma
bayağı eğlendim, çalışma süresinde bile Abba'nın Money Money Money'sini
söylüyorduk. Tartışma sırasında da bol bol güldüm. Konuşturmadığım için yabancı arkadaştan az daha dayak yiyecektim ama ne yapayım, aksanından dolayı hiçbir
dediğini anlamıyorum. Direk arkadaşa bakıyorum cevap vermesi için, sonra ben
konuyu değişip devam ediyorum. Sınavda umarım ne dediğini anlayamayacağım
birileri gelmez karşıma, büyük sıkıntı. Ama bizden önceki grup aşırı komikti.
İyi bir eğitimin ülkeyi güçlendireceği hakkındaydı. Biri "Eğitim
cehaleti alır ama eşeklik baki kalır."ı İngilizce söyledi, tabi kimse
anlamayınca Türkçe söyledi. Bir kaç şeye daha Türkçe dublaj yapınca biz de
güldük tabi. Bizimki ciddi olmuştu, onlarınki çok eğlenceliydi. Eh ama sorun
bizim grubun üyeleriydi. Bir yabancı, bir polis, bir adalet mezunu, bir manyak.
(Bilin bakalım manyak kim?)
Akşam saat onda, marketler
kapanmadan önce bir telaş sokaklarda koşturuyorum sinek ilacı için. Gece dört
defa oda değiştim sinekler yüzünden, yüzümü bile ısırmışlar. Soruyorum markete
"yok" diyor, "sezonluk geliyor onlar" E ama sivrisinekler sezon falan dinlemiyor işte. Göçmen sinek değil ki bunlar kış gelince gitsinler.
Normalde yılın bu döneminde olmaz biliyorum ama artık ne normal ki? Sinekler
bile kafayı yemişler.
Ben Varlık hakkında
konuşacaktım, onu da es geçmeyeyim. Aslında şöyle bütün edebiyat dergilerini
kapsayan bir yazı yazmak istiyorum. İstiyorum da zamanım yok ki. Bakalım...
Okul yurduna gittim
çarşamba günü. Durumlar ortamlar odalar nasılmış bir bakayım dedim. Yeri çok
tatlıydı yurdun, kendisi normaldi. İki kişilik banyolu odaları sevdim. Yurda mı
geçsem diye düşünüyorum son zamanlarda, üşeniyorum bir şeyler yapmaya,
sorumluluk sahibi bir insan değilim ben.
Başıboşluğa çok alıştım, vazgeçemiyorum serseriliğimden. Bilemiyorum, şu
29 Ekim bir geçsin de sonra düşünürüz bunları diyorum, sonra gitmeden eşyaları
mı taşısam mı diye şüphe düşüyor aklıma. Karışığım anlayacağınız.
Sonra eve geldim,
sinemanın bu seneki hazırlık öğrencilerinin toplantısı vardı ama yarınkine
giderim diye düşündüm. Nöbet bendeydi, pırasalı patates yaptım çünkü pırasa çok
azdı. Patates soymak çok zormuş ya, anam ağladı bir daha patatesli bir şey
yapmam dedim kendi kendime. Bir de pişmek bilmediler, sinirlendim iyice. Neyse
oldu tabi sonunda ama acayip sıcak yemek zorunda kaldık. Falandı filan. Sonra
oda arkadaşım bir kıs film yarışmasına katılacaktı, onun filmi hakkında
konuştuk, müzik konusunda yardımcı oldum. Şimdi montaja gitti film, nasıl bir
şey gelecek merak ediyorum. Ardından içeri geçip edebiyatçıya kitap tavsiye
etmekle bir kaç saat daha geçirip bir buçukta ders çalışmaya başladım. Aslında
çok enerjiktim, malum gece halim. Ama yine de beklendiği üzere yalnızca yarım
saat sürdü. Sınavım kötü geçmedi ama bakalım...
Sınav bitti 12.30'da,
16.15'te sinema bölümünün toplantısı olacak. Bizim başkanın da varmış,
Ms.Sociable zaten hep okulda, işi gücü yok resmen. Yaklaşık bir üç saat boyunca
sıkıldıııık diyerek oturduk. Sonra Wpos geldi sağ olsun, gerçi anlaştığımızdan
bir üç saat kadar geç geldi ama geldi ya, her türlü kabulümdür. Biraz konuştuk
falan filan sonra ona köpüşümü gösterdim. Ay çok seviyorum ben onu ya, öyle
böyle değil. -Köpekten bahsediyorum ama Wpos'u da çok severim tabi ki- Ya böyle bıraksalar saatlerce otururum
kendisiyle. Sonra Wpos beni gideceğim yere götürdü sağ olasın, benim okulu
benden iyi biliyor ya. Bir tane de bizim gibi aranan bir çocuk görünce
"sinema şeysi burada" falan dedi, harbiden toplantıya gelmiş çocuk
ama o sırada sınıfı değil bir kızı arıyormuş. Bu kızla da önceden tanışıp
birlikte yemek yemiştik. Ama tabi ki bunların hepsini sonradan öğrendim.
Gel gelelim müstakbel
lisans arkadaşlarımın %15'ine falan. On kişi falandık, üç kız. Mentorımızın
attığı maillerden isimlere baktım da 34 kişiye falan mail atmış, 12'si kız. Bu orandan yola çıkarak her üç
kişiden biri kız sonucunu çıkarıp mutlu oldum. Şimdiye bayan sayısına bu kadar
taktığımı söyleyeyim, whatsapp grubuna ilk girdiğimde 20 erkek 2 kız falan
vardı, ben bir böyle "tövbe bismillah mühendislik seçmiş olmayayım?"
diye düşünüp korkmuştum. En arkada oturmam lazım benim ama böyle bir sınıfta en
arkaya oturursam göreceğim tek şey -aynı şuandaki gibi- saç olur. Ayrıca ezik
hissetmem de mümkün ve kız arkadaş konusunda seçeneklerin azalacak olması da
bir başka sorun.
Şimdi istatistikleri de
bildirdiğime göre içeriğe geçebiliriz. Bölüme gelenleri üç ana gruba
ayırabilirim sanırım. İlki ciddi anlamda altyapıyla gelmiş idealistik
arkadaşlar. (Bunların oranı %20 civarında seyrediyor. Bana kendimi kötü
hissettiriyorlar ama benden beterleri de var neyse ki) İkincisi benim de içinde
bulunduğum bilgisi olmayan ama ilgisi olan öğrenci tipi. (Bu da %50 civarında.)
Ve geriye kalan %30 da ya öylesine gelmiş ya da farklı bölüme geçmeyi düşünen,
kısacası konuyla alakasız insanlar. Öyle nasıl gidiyor falan diye konuştuk, üç
tane pre-inter var, gerisi hep elementary. (Kurlar aşağıdan yukarı ELE - PIN -
INT - UPP şeklinde.) Sınıftaki tek inter bendim, bana farklı bir dünyadan
gelmişim gibi baktılar. Mentorımız en yoğunun inter olduğunu söyleyince gelecek
adına umutlandım tabi ki. Neyseciğime birazcık gezdik bir de sonraki haftalarda
ne yapalım diye konuştuk. Sergiye gideceğiz gibi görünüyor, umarım kaynamaz,
gitmeyen isteyen tek kişi de benim resmen.
Sonracığıma eve geldim
işte keyif çatıyorum biraz, yarın okul tatil oldu bugünkü sınavdan dolayı.
Benden mutlusu yok, çarşamba da Metüriç'le birlikte eve uçacağız. Eee daha ne
isterim ki? Annem uyuyamamamla dalga geçiyor "korkarım burada olduğun beş
gün boyunca uyuyacaksın" diyor. Artık bir aydır tek bir gece düzgün uyudum
o da ablamlara gittiğim zaman. Ama nasıl alışmışsam uyumamaya, o gün malak
olmuştum. Şuan bir yağmur attı ki buraya sormayın, kaza olmuş zaten bizim sokakta.
Durum ne tam bilmiyoruz ama. Whatsapp grubunda hocayla birlikte çıldırıyor
sınıftakiler, bense zaten hiç normal olmamışım.
***
Tatil dediğimiz şeyin
mükemmelliğine rağmen yalnızca bana olduğu için uyuyamadım yine. Yataktan
kalkmak zorunda olmamamın keyfini çıkardım bir müddet, sonra usta geldi, yeni
fırını taktı, onunla ilgilendim. Sonra ödev yaptım biraz, Bigbang Theory'nin
yeni bölümlerini izledim, İsmet Özel'in A Not Being A Jew'inden bir şeyler
okudum, klasik müzik dinledim, M.Pendragon sayesinde Cem Babacan kimmiş onu
öğrendim. Arkadaşın kısa filmi için müzik seçtik. Akşam bizim arkadaşların
evine gittik, şarkı falan söylediler. Of iki kız vardı, bir düet yaptılar,
kendimden geçtim. Slow bir parça söylediler, ben birazcık ağlamış olabilirim. Sonra
tabi oradan birileri "hareketli bir şeyler!" deyince coştular.
Komşular gelecek şimdi dedim ben, bizim evden edindiğim tecrübeyle. Sonra yedik
içtik, benim biraz uykum var ve hiç sosyalleşesim yoktu. Bu yüzden Roald
Dahl'ın The Wonderful Story of Henry Sugar'ını okudum.
Eve gelince bizim yönetmen
hanım kahve yaptı, içtik sohbet ettik falan. Bizim okuldan iki kız geldi, bu
gece burada kalacaklar. Biri interi iki kez upperı üç kez okumuş
-devamsızlıktan kalmış- sonra iki sene endüstri okuyup psikolojiye geçmiş.
Niyeyse normal karşıladım ben, tuhaf gelmedi. Sonra içeri geçtim ve bunu
yazmaya başladım. Yönetmen hanım Tarık Tufan'ın son kitabı ancak ilk romanı
olan Şanzelize Düğün Salonu'nu almış. Adam hakkında lafladık biraz, ekşiye
baktım ne yazmış diye, merakımı celbetti. Ot'ta da yazıyordu ama dikkatimi çok
çekmemişti o zaman. "Sen bu kitabı da oku," dedim "Sonra en
güzel kitabı hangisi söyle, onu okuyayım." Sonra Wpos aradı, Jeff'in resmi
var mı sende diye sordu, maillerimizi aradım bulamadım. Şimdi banyo yapmaya
gidiyorum. Bugün en azından akşama kadar evde kaldığım için mutluyum. İlk kez
gündüz dışarı çıkmadım buraya geldiğimden beri.
Edit: Yine merakımın esiri olup gece Tarık Tufan'ın "Bir Adam Girdi Şehre Koşarak" isimli kitabını okudum. Kötü değil ama bana göre de değil işte. Normalde bu tarz yazanları severim ama bu adama ısınamadı. Yeterince rahat gelmedi dili, kasıldım. Ama belki romanını okurum çünkü henüz tatmin olmadım, kesinleşmedi düşüncelerim.
Edit: Yine merakımın esiri olup gece Tarık Tufan'ın "Bir Adam Girdi Şehre Koşarak" isimli kitabını okudum. Kötü değil ama bana göre de değil işte. Normalde bu tarz yazanları severim ama bu adama ısınamadı. Yeterince rahat gelmedi dili, kasıldım. Ama belki romanını okurum çünkü henüz tatmin olmadım, kesinleşmedi düşüncelerim.
***
Cumartesi pek bir şey
yaptım diyemem sanırım. Sabah kalkmayıp yatakta müzik dinleme keyfinin ardından
haftalık temizlik. Öğleden sonra ablamla bizim Eniştebey'in yeğeni(?) olan bir
kız geldi, birlikte çıkıp artık garsonların beni tanıdığı mekana gittik. (Onlara
getirdiğim müşteri sayısını düşünürsek bana maaş bağlamaları lazım. Artık hiç
gidesim gelmiyor ama sürekli birine göstermek için yine gidiyorum. Bir garson
var özellikle ondan gizlenmeye çalışıyorum çünkü bakıyor anlıyor musunuz? Direk
bakıyor yani.)
Kız mimarlık okuyormuş,
yaşıtmışız, hazırlıktaymış o da. Teraziymiş burcu, Eylül doğumluymuş,
severmiş o da çizim yapmayı. Hemen orada peçeteye çiziktirdi bir balerin. Ablam
biraz övmüştü ama çok da sıradan bir yetenek görmedim ben bilemiyorum. Belki
yeterince şey görmemiş olduğum için bilemem. Biz orada otururken bir genç
piyano çalıyordu, öyle güzeldi ki... Hep birlikte depresyona girdik "biz
de çalmak istiyoruuuuz" diye. Ablam kızdı bana kemanı bıraktığım için.
"Ama," dedim "keman çok kibar bir alet, bir de bana baksana kaba
saba bir insanım, hem serçe parmağım da kısa." "Saçmalama," dedi
"devam etsen uzardı parmağın, hem de ne kabalığı?" "Öyle
diyorsun ama iki yılda uzamadı işte, hem hocam bana bir keresinde 'kemanı tüfek
gibi tutuyorsun' demişti," dedim. Güldük, güldük ama içimde acıdı bir
şeyler tabi, özledim kemanımı, titreyen elimi, o gerginliği, kayan parmağımı
panikle düzeltmemi, akordu düzeltmeyi, her şeyini iyisiyle kötüsüyle. Aynı lise
gibi. Her şeyini özledim.
Pazar sabah onda Wpos'la
buluşup Turşu'ya iadeyi ziyaret yapacaktık, yaptık da ama onda buluşamadık.
Malum şu saat sıkıntısı. Neyse ki aynı yanılgıya düşüp buluştuk ama gün boyu
herkesin saatle ilgili kafasına soru işaretleri vardı. Ve biz aaa ne güzel
erkenden gideceğiz diye düşünürken hiç de erken olmamış oldu ve biraz moralimiz
bozuldu. Neyse, Wpos'la buluşup metrobüse bindik ama o ne yol ya... Üsküdar'dan
Beylikdüzü. Bin tane durak var. Resmen İstanbul'u bir baştan bir başa kat
ettik. Turşu'yla dalga geçiyoruz, sen Tekirdağ'da oturuyorsun diye. Hava açtı,
yağdı, tekrar açtı biz hala gelemedik düşünün.
Neyse, sonra işte
Marmarapark'ın orada buluştuk. AVM'ye gitmeyelim yürüyelim diyorum yok kabul
etmiyorlar. Sonra ne yaptık? Yemek yedik, D&R'e gittik -tabi ki- ben
Sabitfikir aldım bir tane, bir de Max Frisch'in Homo Faber'ını. Ama aklımda
Selim İleri'nin Yaşarken ve Ölürken isimli kitabı kaldı. Onu almalı mıydım? Ah
o tereddüt var ya ne lanet bir şeydir. Sonra Turşu'yla ben kendimize en
büyüğünden birer erkek hırkası aldık. Hatta şuan üzerimde de o var, sonunda
ısındım. Eee ayağımda yün terlik, pijamamın altında tayt olunca... Neyse, sonra
ben AVM'de Bilim Teknik'imi unuttum, o yüzden şuan bile ona ağlayasım var.
Dışarıda da oturup bir şeyler içtikten sonra o uzun yolu bir de geri döndük.
Dönerken "Bir de Tüyap'a gelirim bir daha asla Turşucum" dedim.
Haa bir de bizim o yabancı arkadaşı gördüm orada. Biraz iletişim kurmaya çalıştık ama ben onu anlamadığım için
sallamasyon cevaplar verdim. Çok sağlıklı bir iletişim olmadığını söylemek zor
olmaz. Ama sonradan düşününce bayağı şaşırdım, taaaa İstanbul'un diğer ucunda
değil sınıf arkadaşımı Anadolu yakasından bir ferd bile görmeyi beklemiyordum.
Sonra kızlara diyorum -"Bunun ne işi var burada?" "-Senin ne işin
var burada?" -"Ama Turşu burada." -"E onun
da arkadaşı vardı yanında." Ama yok yani, pazar günü bu çılgınlığı yapacak
ikiden fazla insan olamaz diye düşünüyordum. (İki insan: wpos ve ben)
Sonra Wpos bilgisayarı
bozulduğundan bize gelip bazı işlerini halletmeye çalıştı ama yapamayıp bir de
üstüne sinir küpüne dönerek gitti. Üstelik giderken kalemliğini unutmuş -kalemlik
deyip geçmeyin Wpos için en önemli materyallerden biri o- beni aramış ben de
açmadım çünkü görmedim. Falan filan. Şimdi oturmuşum yere bunları yazıyorum
işte. Zaten ödevimi yanlış yapmışım, düzeltip bir daha gönderdim. Onun dışında
Knack, ELO ve Aerosmith dinledim bunları yazarken. Hepsi bu sanırım.
Bugünlerde eski
mutluluğumdan eser yok. Sadece işte bizim kızlarla -yani lise arkadaşlarımla-
bir şeyler yaparken o eski his geliyor. Onu kaçırmamak için geçen sene sıklıkla
ne giyiyorduysam onu giydim hatta, değişmemiş olsun istedim en azından bazı
şeyler aynı kalsın istedim. Zamanı geri döndüremem biliyorum, kötü olduğunu da
söyleyemem bu yaşamın ama işte eksik. Görünürde dolu ama içi boş. İçeride ev
arkadaşlarım sohbet ediyor, katılsam mı aralarına diye düşünüyorum ancak
istemiyor canım. Yoruldum bu kalabalıklardan, yeni yüzlerden. Hepsi iyi insanlar,
birçok artıları var ama... Ben evimi özledim. Odamın içindeki o huzuru özledim.
Turşu "Bazen içimden seni arayıp yürüyüşe çıkalım demek geçiyor ama sonra
hatırlıyorum mesafeyi." diyor. Turşu'yla yürümek istiyorum. Binlerce kez
yürüdüğüm o sokaklarda yürümek istiyorum ve sonra basmadığım bir milimetresi
kalıp kalmadığını düşünmek.
"Ne hissediyorum
biliyor musun?" diye soruyor bizim edebiyatçı gülerek, kendi cevap
veriyor. "Boşluk." Ben gülemiyorum. Ben bu boşluk hissinden nefret
ediyorum. Kendime bakıyorum, değişmekten korkuyorum. Hala aynı mallık, farklı
insanlara bile aynı gerizekalı davranışlarla karşılık veriyorum. Sonra
"kim bilir hakkımda ne düşünüyorlar" diyorum ama devam ediyorum. İnsanların
beni kabullenememesinden korkmuyorum ama eğer öyleyse, sadece bunu bilmek
istiyorum. Aslında hangi konuda olduğu fark etmez, yüzüne baktığımda ne
düşündüğünden emin olamadığım insanlarla bir arada olmayı sevmiyorum. Zaten başkası
olmak için fazla ihtiyarım. Başkası olmak için fazla çocuğum. Başkası olmak
için fazla yorgunum. Yeni insanlarla uzun zamanlar geçirmeyi sevmiyorum. Herkes benim gibi içinden geleni hemen söyleseydi ne güzel olurdu. "Tanıdık" olması içinin birilerinin, bu zamanlar da olmak zorunda ama
işte, keşke olmasa demeden edemiyorum. Benim bir başka mallığım.
Bu hafta günlük hayatımdan bahsettiğim dört yazı yazmışım. Resmen günlüğe çevirdim burayı da. Ama adam gibi bir şey yazamıyorsam bile boş bırakmak istemiyorum. Mazur görün olur mu?
Bu hafta günlük hayatımdan bahsettiğim dört yazı yazmışım. Resmen günlüğe çevirdim burayı da. Ama adam gibi bir şey yazamıyorsam bile boş bırakmak istemiyorum. Mazur görün olur mu?
Dolu dolu geçmiş hergünün ne güzel :)
YanıtlaSil"İnsanların beni kabullenememesinden korkmuyorum ama eğer öyleyse, sadece bunu bilmek istiyorum."
Kesinlikle benim için de aynî durum geçerli. Çok fazla tanımadığım insanlarla uzun sohbetler etmek veya dolaşmayı pek sevmiyorum. Eski arkadaşlarımla da görüşemiyoruz aynı şehirde olduğumuz halde, kimse vakit ayıramıyor. Alıştım ben üniversite hayatına ama bazen insan eskiyi de görmek istiyor.
Günlüğümsü yazıların rahatsız edici değil bence. Ben okumaktan gayet nemnunum :))
Ondan şüpheliyim işte, geri dönüp baktığımda elimde ne var diye beni çok da tatmin eden bir şey bulamıyorum. Sadece eskisine oranla daha fazla yazıyorum, yalnızca bu. Yazarlık mutlu adamın işi değil hakikaten. :')
SilAlışmak sorun değil de, benim gibi kaba saba, kırıp dökerek seven bir insana ancak içimi bilenler katlanabilir. İnsanların kalbini kırıyormuşum gibi hissediyorum bazen, beni tanısalar bilecekler böyle bir niyetim olmadığını ama işte...
Ben de yazmaktan memnunum. Da işte... Bazen -çoğu zaman- bu boş zırvalıkların hiçbir işe yaramadığını düşünmeden edemiyorum. Sağ olasın var olasın. :'')
Nerelerdesin yahu? Ses ver arada. Do de, mi de falan :D
YanıtlaSilhahaha gelmeye çalışıyorum yoldayım!!! :D
SilHangi okul, hangi bölüm merak ettim. Trabzon meselesini de merak ettim. Yahu ben bu blog'u sevdim! :)
YanıtlaSilİstanbul Şehir Üniversitesi, Sinema ve Televizyon. Şey ya, buradan önceki neredeyse on yılımı Trabzon'da yaşadım ben, Trabzonluyum.
Sil