Dayanamadım çektim işte. Herkes sever vosvosları. |
CUMA
Artık her gün dışarı çıkmak bir monoton haline geldi, hatta
günde sadece bir kere çıkmam gerekiyorsa şükrediyorum bunun için. Evde kaldığım günler intikam alıyorlar benden.
Bugün derste hikaye yazma etkinliği vardı. Dört-beş kişilik
gruplar oluşturup herkesin bir cümle yazması koşuluyla dönecek. Biz bunu Türkçe
yapardık aslında, çok eğlenceli olurdu. Ama bu sefer konu belliydi, kedinin
ödevi yemesi.O kadar saçma bir çalışmaydı ki
yaptığımız, en sonunda benim sıra arkadaşıma bırakıp hikayeyi terk ettik. Bir de "çok
güzel oldu çok güzel, hocam biz okuyalııım" demesi yok mu? Bir de
birbirimize puan veriyoruz, on üzerinden olması gerekirken iki yüzler, üç
binler havada uçuştu ve son noktayı yüz milyarla ben koydum. Bir de birileri
"10 out of 10" dedikçe ben 2PM söylüyordum. Şipcom mancoma şipcoooom!
Bugün cuma olduğundan ve de okul erken bittiğinden bir
şeyler yapalım istedik, önce çıkış rutinimiz olan okulun cafesinde oturma
seansını gerçekleştirdik. Sonra bizim sınıftan diğer kızlar çağırdı, onların yanına gittik. Bir
tanesi Hakan Günday'ın "Az" kitabını anlatıyordu. Benim de merakıma
yenik düşüp okuduğum tek Günday kitabıydı ve bir daha okumayacağıma da kesin
karar vermiştim. (Bu karar geçerliliğini son derece sıkı bir şekilde
korumakta.) Anlatan kız biraz olumlu konuşuyordu, o yüzden sesimi çıkarmadım,
sadece beni çok bunalttığını falan söyledim. Aynı fikirde olduğumuz tek konu
Günday kesinlikle normal bir kafaya sahip olmayan, hastalıklı bir adamdı. Bu
kızın arkadaşı Günday'la aynı masada yemek yemiş ve bizzat onun ağzından şu
hikayeyi dinlemiş:
Bir gün Günday, metrobüste kendi kitabını okuyan bir kız
görmüş ve kızın yanına gidip kendini tanıtmış, "senin için imzalayayım"
demiş. Kız da "hayır istemiyorum." Günday sinirlenmiş, "Benim
kitabım" demiş, kız da "hayır, senin değil benim kitabım."
demesin mi? Olay iyice büyümüş, kitap senindi benimdi derken Günday kızın
kitabını -aslında kendi kitabı da oluyor tabi- parçalamış.
Bunu da dinledikten sonra söz konusu yazar(?) hakkındaki
düşüncelerimin ne kadar isabetli olduğunu iyice anlamış bulundum. Tabi yazarı
ve kitaplarını sevenler bana kızacaktır, eh ne yapalım? Herkesin kendi dünya
görüşü, kendi zevkleri var. Ne konu seçimini, ne de işleyiş tarzını sevmedim.
Zaten benim azımsanmayacak tecrübelerime göre yüzde seksen bestseller'dan doğru
bir şey çıkmaz. (Yani şu
aksiyon-fantastik-romantik kısmından değil ama şu bir türlü üstesinden
gelemediğim merakımdan o bestseller raflarından çok okudum demek istiyorum.)
Neyse, sonracığıma onlar gittiler sonra biz de kitaplardan
konuşmaya devam etmişken ben kitapçıya gitmeyi önerdim, sonra o da
alışveriş merkezindekinin daha iyi olduğunu söyleyince kalkıp oraya gittik. Zaten Küçük
Prens sergisi vardı ve ben de kaç gündür herkese "gidelim" diyordum
ama bilirsiniz bu işler böyledir ancak önceden planlamadığınız zaman
yapabilirsiniz. Gel gelelim, zaten gitmeden önce de Küçük Prens'in çok fazla
ticarileştirildiğini düşünüyordum ama şimdi gördüm. Küçük prens resimli
ayakkabı mı? Şaka mı yapıyorsunuz? Spiderman mi bu? Sinirlerim bozuldu. Gerçi
varlığını bile bilmediğim dillerde ve boyutlardaki kitaplar güzeldi ama ufacık
bir yer. O kadar reklamı görünce ben de bayağı büyük bir şey sanmıştım.
Sonra tabi ki kitapçıya gittik, Tom Robbins'in Parfümün Dansı'nı
ve Beckett'ın "Murpy"sini aldım. (Tom Robbins aklıma Nymphe'yi getiriyor. Her ne kadar o sosyal medyaya geri döndükten sonra konuşmamış olsak da bundan önce konuştuğumuzda Robbins'in bir kitabını okuyordu. Even Cowgirls Get the Blues olması lazımdı. Sonra bir gitti, aylarca gelmedi. Blogunun ise böyle boş kalması çok üzücü. O blog bana geçmişi hatırlatıyordu. Adı teması her şeyi değişmiş bile olsa hatırlatıyordu işte.)
Ayrıca hazır gitmişken Bilim
Teknik'in yeni sayısıyla merak ettiğim bir dergi olan "OT"u da
alıvereyim dedim. (Bir gün edebiyat dergileri üzerine yazmak istiyorum.) Sonra bir milkshake eşliğinde arkadaşın aldığı KAFA'nın da
son sayısını okudum ve sürünerek eve gittim. Yorgunluktan canım çıkmıştı ama
biter mi bitmeeezz. Sekizde bir daha evden çıkıp, arkadaşlara gittik. Oradayken
komşu teyze geldi, bilgisayarı bozulmuş, onu düzelttim. Sonra eve tamirci
gelecek dediler -saat onbirde tamirci geliyor???- apar topar eve döndük ama
sonra gelmedi. Ben de SuperstarK7'de durumlar ne diye bakıp ilgili bir post
yazdıktan sonra yattım.
CUMARTESİ
Ankara'ya gidecektik demiştim daha önceki yazımda ama gün
geçmiyor ki ülkemizde bir başka facia gerçekleşmesin de karalar bağlamayalım,
ümitsizliğe düşmeyelim... Nasıl geleceğe umutla bakabilir ki insan? O 86
kişinin her birini ayrı ayrı düşünün... Anneleri, babaları, kardeşleri,
nineleri, dedeleri, arkadaşları, sevgileri, düşünceleri, hayalleri.... Düşünün
düşünebiliyorsanız. Ve sonra devam edin hayatınıza hiçbir şey olmamış gibi.
Suçlayacak değilim sizi. Ben farklı mıyım sanki? En fazla bir hafta yas
tutacağız hep birlikte. O da günün çoğunu başka şeyler düşünerek olacak.
İnsanız işte, unutmak en büyük utancımız ve en büyük kurtarıcımız.
PAZAR
Sabah.
Son yedi yılımı apartmanların en üst katında geçirmiş olsam
da şimdi çatıkatında olmanın farkını anlıyorum. Yağmur sesi öyle harika bir hal
alıyor ki yalnızca ve yalnızca onu dinleyerek günlerimi geçirebilirim.
Öğle gibi evden çıkıp arkadaşın ödev olarak tanıtacağı
kafeye gittik. Apartman dairesi gibi bir şey aslında -bizim evin salonundan
daha küçüktü-ama çok şirindi. Bu yüzden biz de acaba evi kafeye mi çevirsek
falan diye düşündük. Duvarlara önceden herkes yazıp çiziyormuş sonra gözü yorduğuna
karar verip bazı kısımları çerçeveletip bırakmak suretiyle badana yapmışlar.
Sahibi olan abla da İtibar'da yazıyormuş. Yalnız bilenler direk anladı zaten,
güya isim vermiyorum ama.
Olay bu değil, olay kafenin karşısındaki evde oturan
dedeler. Balkonlarında bir dolap var, sırayla biri gidip biri geliyor ve
dolabın içinde bir şeyler yapıyorlar ama ne yaptıkları anlaşılmıyor. Dolaptan
bir şey çıkmıyor, içine bir şey girmiyor. Sadece iki acayip yaşlı adam titreyen
elleriyle bir şeyler yapıyorlar. Hava soğuk, hava yağmurlu. Cama çıkıp
"Amca ne yapıyorsun yardım edeyim mi?" dememek için zor tuttum
kendimi. Bu kafeye gelen herkesin dikkatini bu amca -bir tanesi sanırım sadece
burada yaşıyormuş- çekermiş. İçimden "Yuh yazıklar olsun," dedim.
"Bir kişi de yanına gideyim dememiş mi?" "Film gibi
seyrediliyor." dedi arkadaşlarımdan biri. Sonra diğeri "Bu yaşlı
adamı görünce insanın direk yazası geliyor, ben bile bir şeyler yazarım."
dedi. İkisine de öyle sinir oldum ki... Bu insanların hayatını sadece bir film
ya da hikaye konusu olacak kadar basit mi görüyorsunuz gerçekten? Hepsi bu mu yani? Hiç mi acımıyor içiniz,
yalnızca bir meta olarak kullanacak kadar mı yoksa? -Demek istedim, sustum.
Sustuğum için de utandım kendimden. Ne farkım kalmıştı şimdi?
Bir kaç damla gözyaşı... sonra ödeve geri döndüm. İşte benim
iki yüzlülüğüm.
***
Orada haftalık essayimi yazdıktan sonra ablamla buluştum,
resmen pazar rutinim. Ha gayet memnunum bundan, sırf kardeşi olduğum için her
fırsatta beni eleştirip yargılasa da genel olarak çok açık fikirli bir insandır
ve düşününce onun etrafımdaki en kültürlü insan olduğunu fark ediyorum. Ona
yaptığım yemeği, Hawaiili(?) hocamızın adımla ilgili yaptığı berbat şakaları,
on yıl orduda kaldığını ve o bölükten ayrıldıktan sonra o bölüğün Afganistan'a
gönderildiğini ve neredeyse hepsinin öldüğünü anlattım. Benim hayatımdaki pamuk ipliklerini düşünüyorum. Alakasız yerlere gidiyor kafam. İki sene önce Ria, adı "Pamuk İpliğinden Hayaller" olan ve dışarıdan bakınca berbat görünen bir kitap okuyordu. O sırada ben de Dickens okuyordum sanırım, David Copperfield olabilir. O kitabı ben okusaydım da Ria Dickens okusaydı ne olurdu acaba? Bir değişim olur muydu hayatlarımızda?
Hayatımdaki bu kalabalık dayanılmazlaşıyor... Sırt ağrısı da öyle ve uykusuzluk hele. Yine de bakın
ölmüyorum işte, yaşıyorum günde iki milyon kez gülüp yalnızca iki kez
ağlayarak. Ölmüyorum, yapacak bir şey yok.
Bi şekilde bu tür zorluklarla baş etmemiz gerekiyor değil mi ? Çoğu zaman istediğimiz gibi gitmese de , insanlar bizden ve bizim yapımızdan çok farklı olsalar da. Yaşamaya devam etmek zorundasın. En azindan ölene kadar değil mi?
YanıtlaSilKelimesi kelimesine tam olarak öyle.
SilYa yaşlı amca olayını tam anlayamadım İQ seviyem mi düştü ne :'D
YanıtlaSilHangi kısmı, amcaların ne yaptığını mı yoksa?
SilAynen
SilOnu biz de anlayamadık ki... Koca bir soru işareti olarak kaldı.
SilSonlara doğru çokça üzsen de, ne bileyim, tanrı inancından da öte, ben bu hayatta tanıdığımız insanları öylesine tanıdığımızı, şans eseri olduğunu düşünmek istemiyorum. Bir şeylerin daha açık olmasını umsam da ne bileyim.. dışarıda da yağmur yağıyor hem, beni bu kızgın sulara sen attın arrakis...
YanıtlaSilSöyledim daha önce biliyorum ama yine de tekrarlayacağım, çok hoş yazılar bunlar!
Düşünme zaten çünkü hiçbiri basit bir tesadüf değil. Evet keşke daha açık olsaydı ama... Yağmur güzeldir.
SilBen de çok teşekkür ediyorum tekrardan, beni rahatlattığın için bu konuda.
Bakışıp bakışıp gözlerimi kaçırdığım kitap Parfümün Dansı. Aşık filan olursak şaşmamak lazım :P
YanıtlaSilBöyle birkaç günlük yazı ne iyi olmuş. Son günlerin içeriği keşke böyle olmasaydı. Biliyor musun hayatın bir şekilde devam ediyor olması üzüyor beni. Halbuki durduracak gücüm de yok ama zannediyorum ki hep o ilk günkü şok ve her ne ise öyle duygular içinde kalacağız. O günkü kadar duyarlı olacağız. Olmuyor ki... Ölümlere alışmak en kötüsü.
Şimdilik okul kütüphanesini sömürmekle meşgul olduğumdan ne zaman okurum bilinmez ama uzun zamandır almak istiyordum ben de :'')
SilBu aralar adam gibi ne kitap ne film yazmaya zaman bulabiliyorum, arada kaçamak yaptığımda da ağzıma geleni söylemek istiyorum, sonuç bu. ... aynen öyle, ölümlere alışmak en kötüsü.