Çarşamba, Ocak 16, 2019

mümkünsüz


9 şubat 2017

bu kimin öyküsü bilemiyorum. elbette sizleri tanımadığım için bunu hangi niyetle yaparsam yapayım benim hakkımda olacak. bu arı soktuğu için öleceğini sanıp korkusundan bayılan arkadaşımın öyküsü de olabilirdi. aslında bunu severdik ve gülerdik, absürd bir şekilde yazardık.

az sonra yemeğe giderim, yalnız başıma tabi, bir de kedi olur yanımda oturan. klasik bir ellili yaşlar kedili teyzesi olacağımı düşünürdüm. yalnızlık deyince aklıma bunun gelmesi tuhaf mıdır? her neyse, düşündüğüm buydu ama sonra dedim ki kendine, sanki şimdi de öyle yaşıyorum. ilginç kitaplar var rafta ama hiçbiri ilgimi çekmiyor. kulağımda tanımadığım bir kadının sesi var. sözleri anlayamıyorum pek, odaklanamıyorum da. elime bir ismet özel geldi, bir iki satır ve sonra inanılmaz bir öykü doğar mesela. arada olur böyle şeyler olmaz mı? çok nadirdir tamam, bunu inkar eden yok. ama mümkünsüz değil. onun yerine doğuda mizah diye bir kitabı çektim aldım, bir iki karıştır, geri koy. havamda değilim, ortada. kolum da ağrıyor galiba. yoldan geçen birini durdurup hayatını anlat diyesim var.

bugünlerde kafama takılan bir şey var mı? yani aşık olamayışım ve geçmişten kalan hüzünler dışında. yeni bir soru? avluda bir tane vardı. fakat başkasına ait gibi geldi, emin olamayınca almadım ben de. orada bıraktım. sahibi alır diye düşünüyorum. ama yokluğunu fark etmeme ihtimali de var. çok da mühim bir soru değildi. her neyse, soruyu orada bıraktım. 

16 ocak 2019

2012 aralığında yazmaya başlamıştım ilk kez. hesaplayamıyorum şimdi altı yıl mı oldu yedi mi? ne korkular vardı içimde o zamanlar. ilk kez yazdıklarımı insanlarla paylaşacaktım. annem babam yazıp yazıp duruyorsun da bir şey göremiyoruz derlerdi. korkuyordum elbet. sırlarım ortaya çıkacaktı, gizlediğim bene dair daha birçok şeyler. banner mı deniyordu onu bile unuttum, değişeyim diyorum, benim için fazla neşeli fazla genç. ne diyordum? evet, yazdım, hep bir kendimden, hep trajediden. hubris hep içimde ve hamartia hayatımın toplamıydı.

saat 04.48. uyudum uyandım. tatilim başladı. filmleri beynime dayadım. düşünme düşünme düşünme. kim olduğumu nereye gideceğimi bilmesem ne olur. zeki miydim gerçekten öyle diyorlar, elimden tutsalar büyük bir filozof olurmuşum. şimdi ne oluyorum? elimden tutmadılarsa. ben pek inanmıyorum. çalışmak emek vermek büyülü ve yüce bir şey gözümde. belki de bu yüzden tembellik ediyorum. yani tabi, modernizmi filan da suçlayabilirim bunun için.

bazen durur ve düşünürüm, bu anı yirmi yıl sonra bile hatırlayacağım derim. ama işin aslı, hatırlamıyorum. melankoli içinde geçen anlar birbirini takip eder, her biri eşsizdir, bir film sahnesi bu diye düşünürüm, nasıl çekeceğimi planlarım. fakat gerçek şu ki her biri kafamdan hiçbir iz bırakmadan uçup gidiyor. hatırladıklarım yalnızca aksiyonun yüksek olduğu hatıralardan ibaret. yalnız çok uzak geçmişten, çocukluğumdan anımsadıklarım önemsiz sahneler. aynaya baktığım bir fotoğraf karesi beliriyor zihnimde ya da oyuncaklarımla oynarken.


resimlerin hepsi chungking express'ten.

güzel filmler kısmındayız.

habemus papam/bir papamız var (2011), papa seçilen ama olmak istemeyen bir kardinalin komikli öyküsü.

die welle/dalga (2008), otokrasinin ne olduğunu anlatırken bir çeşit oyun kurmaya karar veren öğretmen ve öğrencileri üzerinden faşizmin duygusal kökenlerini araştırıyor.

kiarostami'nin nema-ye nazdik/yakın çekim (1990) filmi, ünlü bir yönetmen gibi davranıp dolandırıcılıktan suçlanan bir adamın öyküsünde gerçek ve kurguyu sorguluyor.

daha az bilindik olduklarını düşünüp bunları vurgulamak istedim. bunlar dışında çok tatlı, muhakak tavsiye edebileceğim, zaten oldukça ünlü filmler olduğunu düşündüğüm liste şöyle uzuyor:

jean luc godard - band a parte (1964)
jim jarmusch - dead man (1990)
wong kar wai - chungking express (1994)
tim burton - edward scissorhands (1990)
coen kardeşler - o brother where art thou (2000)
mike nichols - the graduate (1967)

ve lanthimos'un bütün filmleri ağzınızı burnunuzu kırmak için idealdir.

4 yorum:

  1. Keşke daha çok Kiarostami izlesem en son Kirazın Tadı'nı izledim. Close-up hala izlenmedi :/.

    Dalga ve Bir Papamız Var'ı duymamıştım, ikisine de baktım da ikincisi Moretti'ymiş, ona rağmen denk gelmedim ya da hatırlamıyorum.

    Diğer filmlere gelince, hepsini izledim ve işin ilginci en sevdiğim yönetmenlerden oluşan bir liste olmuş; Jarmusch (benim enlerim Stranger Than Paradise ve Coffee and Cigarettes), Wong Kar Wai, Burton (ama eski dönemi). Coen Kardeşlerin bu filmini izledim de izlemedim gibi sanırım çok küçükken denk geldim, bir daha izlesem ilk gibi izlerim herhalde. The Graduate'i de severim :).

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Jarmusch'un coffee and sigarettes i benim de favorim olabilir. burton çok seviyor muyum, bir şey diyemem, son filmlerini izlemedim bile. wong kar wai çok seviyorum, her türlü gideri var. the graduate'i hiç duymamıştım belki de geçen sene izledim ve dönemine göre çok hoşuma gitti, görsel dilin kullanımı o kadar başarılıydı ki hayran kaldım
      çok hoş bir yorum teşekkürler :'')

      Sil
  2. özlemişiz seni be paul.

    YanıtlaSil