alphonse osbert, the songs of the night, 1896 |
erken yatmaya çalıştım ve beşte uyandım. biraz yoga yaptım sonra elma yedim ve su içtim. her şey mükemmel gidiyor gibi değil mi? çok sağlıklıyız motiveyiz müthişiz. ama tam makale okumam gereken yerde birden alakasız şeyler okumaya yazmaya başladım. neymiş? ne zaman kalktığının hiçbir önemi yokmuş ne yediğinin de. çalışmıyorsan çalışmıyorsundur.
*
sınavlarım olduğu için ailemin evinde daha fazla kalamayacaktım bu yüzden yazlıkta kalıyordum iki haftadır. bilmiyorum yalnız yaşamak kadar güzel bir şey var mı? hele bu deniz kenarında tatlı bir sahil mahallesiyse. güneşli günlerde yürüyüşe çıktım ve gerçekten bazen insan sadece gökyüzüne bakarak mutlu olabiliyormuş, bunu hatırladım. benim gibi yürüyüşe çıkan ya da markete filan giden insanlar dışında -ki onlar da çok az- kimse olmadığı için maske bile takmadan rahatça yürüyebildim ve bunun ne kadar muhteşem bir şey olduğunu hatırladım. yine de kaldırımda yürürken karşıdan birinin geldiğini görünce maskemi takıyorum ve hala pandeminin olduğunu anımsıyorum. eskiden her zaman rahatça yürüdüğümüzü, her yere dokunduğumuzu, sürekli dışarıda yediğimizi, maskesiz gezdiğimizi, marketten aldıklarımızı asla yıkamadığımızı hatırlayınca çok tuhaf geliyor. bu duruma alışmış olmak korkunç, herhangi bir şeye bu kadar çok alışmak da öyle.
*
evde yalnız olmanın en güzel yanı herhalde sabahtan akşama kadar sesli müzik dinlemek. kimseyi rahatsız etme endişesi yok. bazen delirip günde üç tane film izleyebilmek. ama yine de kalan günlerde ders çalışmak zorundaydım. yine de bunu yalnız yaşarken yapmak -ya da yapamamak- çok daha güzel oluyor. yalnız olmanın tek dezavantajı sanırım, her sesten korkmak. nereden geldi bu ne oluyor, çatıda biri mi var diye korka korka çatı katına çıkmak ve sonra sesin yalnızca çatıda yürüyen bir martıdan geldiğini anlamak.
*
bir gün boyunca çok şiddetli rüzgar esti, kapılar pencereler uğulduyor, ev başıma yıkılacak sandım. sonra başımı pencereden uzattım. rüzgar saçlarımı birbirine kattı. bütün korkum geçti.
*
artık marmara üniversitesinde okuduğumu söylemeliyim. ne kadar memnun olmadığımı anlatacak değilim çünkü kimsenin kafasını şikayetlerimle şişirmek istemem ama seneye tercih etmeyi filan düşünen varsa blogun sağ tarafından bulunan kısımdan direk bana yazabilirsiniz, detaylı bir bilgilendirme yaparım. bu sene mezun olacağım -nihayet! umarım yüksek lisans yaparken kendime uygun bir iş bulabilirim. çalışmayı çok istiyorum. para kazanmak güzeldir tabi asıl amacım çalışıyor olmak için çalışmak. artık gerçek hayatta emek vermek ve yorulmak istiyorum.
*
çok fazla akademik okuma yaptığımda duygusuzlaştığımı fark ettim, hoş değil. yazmam gereken mailler var ama kendimi toplayamıyorum. buraya yazmanın güzel yanı sanırım söylediklerimin sorumluluğunu almıyor olmam. burası dışında hiçbir yerde sahip olmadığım bir rahatlık. şimdi yeniden eve geldim çünkü bugünlerde havalar çok soğuk. biraz da ailemle vakit geçirip sonra tekrar yazlığa döneceğim. güneşli günlerde. daha önce hiç bu kadar hava durumuyla ilgilenmemiştim.
*
kısaca son izlediğim altı filmden bahsetmek istiyorum.
you don't know jack, 2010: bir ötenazi savunucusu olan dr.jack kevorkian'ın insanların kendilerini öldürmelerine yardım etmesi ve bunun tetiklediği hukuki süreç. all real.
tenet, 2020: nolan'dan beklentim bu olduğu için beklentimi karşıladı, bence güzel ve keyifli bir filmdi.
trois couleurs: bleu, 1993: bu filmi daha önce izlemiştima ama çok hatırlamadığım için yeniden izledim ve kesinlikle buna değer.
the trial of the chicago 7, 2020: ilk yarı çok güldüm ikinci yarı da çok ağladım. eğlenceli politik gerçek. beat kuşağı izlemek isteyenlere.
better days, 2019: çerezlik diye düşünerek açtığım bir filmdi ağlaya ağlaya ciğerim soldu. gerçek bir olaydan uyarlama. kalbe dokunan bir film.
simple simon, 2010: bunu da keyfim yerine gelsin diye açtım, sheldon-vari simon'un abisine sevgili bulmaya çalışmasının hikayesi. çerezlik, basit, eğlenceli. kafa dağıtmak isteyenlere.