Cumartesi, Ekim 19, 2024

eskimiş bir öykü

 bu blogu açtığım zamanlarda, yani on yıl önce filan yazdığım bir öyküyü buldum. o zaman utanmıştım paylaşmaya, artık buna gerek yok. değiştirmeden paylaşıyorum bir anı olarak.

***


Saat gittikçe yavaşlıyormuş gibi görünüyor sana. Bu şekilde devam ederek en sonunda tamamen durabilir mi? Gerçi zamanı durdurmak istediğinden emin değilsin. Yeni bir sayfa açınca bu sefer olacağına inanıyorsun.

Kitaplığında duran bibloyu masasının üzerine koyar. Çok değil, birkaç gün önce ilham verecek bir maskot edinmeye karar vermiş olabilir ama aradığını bulamadı. Şimdilik bununla idare edecek. Bu demirden bir virtüöz. Eski bir şehirden kalan bu hatıra, şehirden ziyade eskiyi hatırlatır. Bütün düşünceleri ve dertleri bir kenara itip keman çaldığı zamanları. Ancak güzel zamanların bir sonu var, her şey gibi. Sahneye çıkması gerekirdi ama bütün notalar dağıldı ve kemanla arasındaki melodramik öykü bitti. Başını iki yana sallar, bunu düşünme zamanı değil, daha mühim işleri var. Önce parmakları arasında döndürür kalemi, biraz salla sonra fırlat. Ve düşünüyorsun, yıllardır onunla olan kaleminden ne istiyor, her zaman yanındaydı insanların aksine? Bütün sınavlara onunla girdi, bütün öyküleri onunla yazdı. Zaman biraz yıprattı, olması gerektiği gibi. Metali parlaklığını yitirdi, basbayağı karardı işte. Üstündeki yazılar da silindi.

İşte yine trajedi yaratmaya çalışıyorsun kendine.

An itibariyle az önceki düşüncelerinin derin utancını yaşa. Birinci hatan kendi yetersizliğinin hıncını kalemden alman. İkinci hatan basit bir kalemi abartıp kendini üzmeye çalışman. Yapay bir acıyla yazacak bir şey bulacağını sanıyorsun. Can sıkıntısıyla evde dolaş, sonra kitaplığa bak. Gözlerin daha önce fark etmediğin bir kitaba takıldı.

Sayfaları karıştırırken yazarına imzalatılmış olduğunu görür. Tarih: 21 Haziran 2012. Uzak geçmişi hatırlamakta iyi olan hafızasıyla her zaman övünür ama şu anda yalnızca boşluk var. Biraz düşününce yavaş yavaş fotoğraflar netleşir. Bazı eksik karelerin dışında aşağı yukarı bir bütün oluşur. Kavurucu sıcak altında beklediği bir kuyruk ilk görüntü kronolojik sıralamada, sonra seyrek saçlı bir yazar. İnternetten ismi aratır. Ama kitap ve yazar hafızasındakiyle uyuşmaz. Yanılıyor olabilir.

Rastgele bir sayfa açıyorsun. Sesini bulmaktan filan bahsediyor. Ne zamandır düşündüğün bir konu. Yazar “kendi” sözcüğü bir dönüşlülük zamiri olarak haddinden fazla kullanmış. Canın sıkılıyor buna ama biliyorsun ki eğer böyle yüzeysel şeylere takılıp kalırsan okudukların da yazdıkların da hiçbir sonuca ulaşmayacak. Yani en çok korktuğun şey başına gelecek, yerinde sayacak ve "kendi"ni tekrar edeceksin.  

Daha da sıkılır canı, derin bir korkunun kollarına doğru yürüdüğünü hissetmeye başlar. Birden zaten dağınık olan zihni onu başka bir konuya yönlendirir. Kadim Yunanistan’da musaların ilham getirdiğine inanılır. Artık musalara değil ama yine de ilham veren bir şeylerin olduğuna inanılıyor çünkü mütevazı bir hava veriyormuş; iyi bir eser ortaya çıkarsa bu güzellik tamamen yazara ait değil. Ya da tersine, ortaya konulan yapıt çok da parlak değilse bunun tek suçlusu yazar olmaz. Yani her koşulda işlevsel bir inanç.

Bunları geçen gün son kitabı en çok satanlarda yer alan bir yazardan dinledin. Yazma sürecinde zor zamanlar geçirmiş ve gelmiş geçmiş en kötü kitap olacağını düşünmüş. Bir gün odasındaki boşluğa gözlerini dikerek “Ben,” demiş. “Elimden gelen her şeyi yapıyorum, çok çalışıyorum, bu yüzden sen de kendine düşeni yap. Sonuç berbat olursa sorumlusu sensin.” Bunu ilk dinlediğinde çok güldün, hatta biraz da dalga geçtin. Bunun, sorumluluktan kaçmak için insanların uydurduğu bir yol olduğunu söyledin. Ama şimdi sen de kaçmak istiyorsun. Peki, yeterince çaba gösterdiğini mi sanıyorsun?

Düşünmekten başına ağrılar girince çareyi kendini dışarı atmakta bulur. Böylece zihni belli bir düşünceye yoğunlaşamaz ve onun üzerinde kırk çeşit sonuca varamaz. Hem dışarıdaki dünyada her an binlerce öykü yaşanır. Bir elma da onun kafasına düşebilir. Otobüste uyuyakalır ve çılgın bir rüya görebilir. Bunlar ihtimallerdir.

Bir mezarlığın karşısında yaşıyorsun. Bu, her sabah ve akşam ölümle yüz yüze gelmek demek. Birileri bunu duysa can sıkıcı bulabilir ama alışkanlık benliğini sardığı için, sana göre mezar taşları, ağaç ve kaldırımlar kadar normal. Aklına ünlü bir şiir geliyor çünkü sen bir şey üretmekten acizsin ve yalnızca başka sanat yapıtlarını düşünür durursun. Bu şiiri de düşünüp biraz felsefe yaptın kendince. Sonra bisiklet süren çocuklar kurgulanmış düşüncelerini dağıttı. Gördüğün her şeyi inceliyorsun, notlar alıyorsun. Yağmur damlaları, beton zemine çakılı eğrilmiş çivi. Mezarlıktaki çam ağacı, ölümle ilgili bir hikâyenin anlatıcısı olmak için idealdir sanıyorsun.

Geçen gün şuradaki bahçede birlikte dolaştıklarını gördüğü koyun ve köpek de sıra dışı bir öykü olabilir. Ya da şu dolmuş beklediği durak yok mu? Şehrin ortasında olsa da arkası hayvan çiftliğini andırır, bazen bir koyun sürüsü, bazen de tavuklar olur, önceki gün de ördekler vardı. Yürüyüşüne devam ederken aylar önce yeni bir inşaat için yakılan ormanı görünce sinirlenir. Nasıl kıydılar o çamlara? Artık şafakta güneşle yükselen kuş sesleri yok. O günkü gibi öfkelenir, yegâne huzur böyle yok olur.

Şimdi sakinleşmek için düşüncelerini başka yöne çevir. Ama bütün yollar aynı yere çıkıyor, yazamadığın, yazacak o sıra dışı konuyu da hala bulamadığın gerçeği yüzüne bir tokat gibi insin. Evet, aklına gelen fikirler o kadar da kötü değil ama yine de yeterince kötü. Hem sadece yazmış olmak için yazmış olmak anlamsız. Gergin sinirlerin her an telafisi olmayan sorunlara yol açabilir. Her zaman gittiğin parka yöneldin, burada oturup çocukları izlemek sana huzur veriyor, bazen de ilham. Hala çıkar peşindesin. Güneşli günlerden de pek hazzetmezsin çünkü mutluluk insana etkileyici öyküler yazdırmaz sana göre. İyi hikâyeler trajediden doğar sanıyorsun, bu sebeple mutlu olayları bile kâğıda dökerken dramatikleştiriyorsun. Biraz da karakterin böyle. Güzel günlerde zaman geçip gittiği için ağlarsın. Bu kadarı da fazla ama. Derin bir nefes al. Hava kararmaya başladı. Yanında oturan yaşlı amca sana bakıyor. Sen ona bakma. Aradığın hikâyeyi buldunsa artık susabilirsin.


Cumartesi, Ağustos 31, 2024

yüzleşmeler, vol.2


by abby martin

bir eşlikçi

maalesef önceki yazıda gelmek istediğim noktaya gelemeden bırakmış bulundum. benim için bir şeyleri yarım bırakmak ya da eksik yapmak hiç yeni bir şey olmadığından şaşırmış gibi yapmayacağım.

özetle hayatım boyunca insanların bana hep zeki dediğini, hep minimum çalışmayla bir yerlere geldiğimi ama bütün bu süreçlerde daha çok çalışmadığım için de ne kadar suçluluk duyduğumdan bahsetmiştim. bazen kendime itiraf ettiğim bazen de etmediğim inancım şuydu, doğru düzgün çalışsam çok daha iyi şeyler yapabilirdim, potansiyelimi gerçekleştirmek bir yana uzağından bile geçmiyorum. öncesinde çok da dert etmediğim bu inanç belki de artık yetişkin olduğum için daha acı verici olmaya başladı. sorumluluklarımı dibine kadar hissederken sadece günü, haftayı atlatacak kadarını yapmak beni hiç mutlu etmedi. 

adhd tanısı almanın beni rahatlatmış olmasını bekleyebilirsiniz. yani en azından ben bunu beklerdim ama o da pek işe yaramadı. kendimi anlamama çok yardımcı oldu, buna şüphe yok. karakterim sandığım bazı özelliklerin adhd özelliği çıkması hem aydınlatıcı hem de kafa karıştırıcı oldu. şöyle bir tartışma var, belki denk gelmişsiniz, bütün neuro-diverse bireyler için geçerli olan bir durum. yani soru şu, "i have adhd" (or autism, etc.), or "i am adhd"? bir kişi dehb midir yok dehb'i mi vardır? konuya aşina değilseniz saçmaladığımı düşünebilirsiniz ama buradaki fark kişinin bu durumu direk kendi karakteri ya da kendinin bir parçası mı olarak gördüğü; yoksa bir çanta gibi taşıdığı, kişinin esas karakterine eklenebilir çıkarılabilir bir durum olarak mı gördüğüne dair. bu konuda bir fikir birliği henüz yok, ikisinin de olumlu ve olumsuz yan anlamları var. ben sanırım being adhd saflarındayım çünkü hoşuma gitsin veya gitmesin hayatım boyunca beni etkiledi ve etkilemeye devam edecek bu özellikler kümesi. her zaman orada beynimin içinde olan bu nöropsikolojik durum diğer çevresel ve biyolojik koşullar gibi her an benim kim olduğumu belirleyen faktörler içerisinde. öyleyse benim "esas" karakterim de adhd semptomlarından nasıl bağımsız olabilir? 

ayrıca böyle düşünmek kendimi daha normal hissettiriyor ve bu özellikleri kabullenmeme yardımcı oluyor. çünkü bunlarla savaşmak ya da aşağılamak hiçbir işime yaramadı. ama yetişkinken tanı almak insanı bir tür imposter sendromuna sokuyor. şimdi zaten herkes dehbli olduğunu düşünüyor, tanı almasa dahi dehbli olduğunu söylüyor ve gerçekten de yaygın. bu da dehbli olanlara acaba ben gerçekten dehb miyim yoksa eksikliklerime bahane mi arıyorum diye düşündürüyor. yani en azından bende olan bu. 3 psikolog ve 3 de psikiyatristin ardından emin gibiyim ama yüzde yüz de diyemiyorum. 

evet konuyu dağıttım ama demek istediğim şey şuydu, tanı alsam da bu suçlu ve yetersiz hissettiğim gerçeğine pek bir etki etmiyor. ayrıca bu durumu iyileştirebilmek için birçok tavsiye veriliyor; şekerli gıdalardan uzak durmak, spor ve meditasyon, doğada vakit geçirmek, rutin oluşturmak, timer-planner vs. kullanmak vsvs. ben bunların önemsiz veya işe yaramaz olduğunu söylemiyorum ama depresyonda olan biri olarak yataktan kalkamazken bunları nasıl yapabilirim?

haliyle bu durumda depresyona öncelik veriliyor, hem terapi de hem de ilaçta. ilk iki terapistim pek etkili değildi ama üçüncü terapistimle iyi yol aldık beni anlama konusunda. beni iyileştirme konusunda pek aldık diyemiyorum. 

şimdilik yorulduğum için burada kesiyorum. devam edeceğim. 



Pazartesi, Temmuz 22, 2024

yüzleşmeler, vol.1

the garden of peril, 1923, by dean cornwell

bir eşlikçi

şimdi yazacaklarım bazılarına gizli bir övünme biçimi gibi gelebilir. ama yıllarca yanlış anlaşılmaktan korktuğum için kendime bile birçok şeyi itiraf edemedim ve geldiğim noktada sadece ağır bir depresyon ve kaygı var. bu noktada artık kendimle yüzleşmek insanlar benim hakkımda ne düşünür diye endişelenmekten çok daha kritik gibi geliyor. 

kendimi bildim bileli çok zeki ve akıllı olduğum söylenedurdu. ailem, arkadaşlarım, hocalarım bunu söyleyip durdular. yirmi yedi yaşındayım ve hala bunu duyuyorum. sonra olduğum yere bakıyorum, kötü değil ama... hayır şimdi yine aynı şeyi yapacağım. olduğum yer gayet iyi değil mi? ülkenin en iyi üniversitesi'nde yüksek lisans derecem olmamasına rağmen doktora yapıyorum. yaşım nispeten oldukça geç, iki sene içinde doktorayı bitirebilirim ve o zaman da nispeten genç olacağım. elbette dahi değilim ve her zaman daha iyi yerler var olacak. eğer bir hiyerarşi varsa zirvede değilim ve hiç de olmayacağım. kabullenmekte zorlandığım şey bu değil. neden daha iyi bir yerde değilim diye de sorgulamıyorum kendimi akademik açıdan. doktora bittikten sonra yapacaklarıma dair kaygılarım var elbette ama ondan önce yüzleşmem gereken başka şeyler var. 

bu durumda olan tek kişi olmadığımı biliyorum. küçük yaşlarda ortalamanın biraz üstünde görünen çocuklara vay efendim çok zeki çok akıllı çok büyük şeyler başaracak diyerek sinsi bir baskı kurulduğu aşikar. genellikle aileden gelen kültürel sermaye sayesinde liseye kadar çalışmadan kolayca başarılı olan çocuklar, sonrasında ergenlikle birlikte ve rekabet ettikleri kitle genişledikçe çalışmadan başarılı olamamaya başladıkları zaman kendilerini sorgular. burada davranış olarak ne yaptıklarıyla ilgilenmiyorum, duygusal motivasyonlarıyla ilgileniyorum. kendimin de aynı şekilde. 

içinde bulunduğum kültürel ekonomik şartlar yüzünden türkiye'nin en iyi liselerine gidebilirdim sınav sonucumla ama gidemedim. yine de "iyi" bir liseye gittim. öğrencilerin hayattaki tek misyonunun ders çalışmak ve üniversite sınavında derece yapmak olan bir liseye. kişisel olarak hiçbir zaman gündemimde olmayan bu hedef içinde sosyalleştiğim bu lisenin tek hedefiydi. bu noktada bir ergen (yani ben) ne yapar? elbette göstermeye fırsat bulamadığı bastırılmış öfkesinden dolayı bu değer kümesini toptan reddeder. 

zaten öncesinde de hiçbir zaman kendimi disipline etmeye çalışmadığımdan ve ailemde de böyle bir disiplin bulunmadığından dolayı kolayıma gelen de buydu. hiçbir şekilde çalışmamak, dersleri dinlememek, fırsat buldukça türlü yaramazlıklar vs. elbette kaçınılmaz sonucu olarak başarısızlıkla ilk yüzleşmeler. birden başarılı olabilmek için çalışmam gerektiğini anladığımda, yani çok da zeki olmadığımı anladığımda (o zaman zekanın böyle bir şey olduğunu sanıyordum) ilk defa kendime "çalışsam başarılı olabilirim" dedim. olup olamayacağımı ise bilmiyorum çünkü çalışmayı reddettim. ama yine de kültürel sermaye ve çok kitap okumak gibi sahip olduğum alışkanlıklar beni taşımaya devam etti ve üniversite sınavında da başarılı oldum. ama etrafımda herkesin söylediği üzere ben de "çalışsam daha iyisini yapardım" diye düşündüm. 

ama bu ifade hiçbir zaman motive edici olmadı. tam aksine her zaman gerçekleştirilmemiş bir potansiyeli ima ettiğinden sırtıma ağır bir yük yükledi.

üniversite hayatımda da farklı bir şeyler olduğunu söyleyemeyeceğim. sosyal bilimler okuduğum için en azından derslerden keyif alıyordum ve bu başarılı olabilmem için yeterli oldu. bütün sınavlara son gece çalışırken, paper'ları son gece yazarken bunu biliyordum. ama çıktılar her zaman kendi kriterlerime göre kötü, eksik, çöp oldu çünkü aklımdan geçen tek düşünce vardı "çalışsam daha iyisini yapabilirdim." ama bu düşünce her geçen yıl bana kendimi daha kötü hissettirmeye başlamıştı. çünkü kendimi tembel ve üşengeç olduğum için suçlamaya başladım.

lisede sanatçı olmak istiyordum çünkü sanatçı olmak benim için sisteme karşı duran bir birey olmak demekti. işsiz güçsüz, para kazanamayan, kuralları takip etmeyen vs vs. yine aynı zamanda aileden gelen kültürel sermayeyle de ilişkili bir hedefti. yazar, ressam, müzisyen, sinemacı derken sürekli hedef değişiyordu ama sanat kesişim noktasıydı. bütün bu işlerle uğraşırken keyif aldığımı inkar etmiyorum ama onları ciddiye almaya başladığım anda işkence de başlıyordu çünkü bu sözde hedeflerim için de çalışmıyordum. başarısız olmaktan korkuyordum ama denemiyordum bile. geçmiş zaman kullanıyor olmam da doğru değil çünkü hala bu noktadayım. yazdığım bütün öyküleri, yaptığım bütün resimleri, çektiğim kısa filmleri insanlara göstermek istemiyorum çünkü hepsinin kötü olduğunu düşünüyorum ve daha iyisi için de uğraşmıyorum. peki ne bekliyorum o zaman? bir sabah kalktığımda muhteşem bir ressam olmayı mı? eh, fena olmazdı.

sonra bir cahil özgüveniyle, yine çalışmadan yaparım, lisans gibi olur diye düşünerek doktoraya başladım. e tabi bir de para kazanmak lazım. ama çok daha fazla sorumluluk vardı, yapmam gereken çok daha fazla şey vardı. bu sefer tek düşünebildiğim yapmadığım "görevler ve ödevler" oldu. ama yapmamaya da devam ediyorum, hala son gün son dakika olduğu kadar. son üç yılda kendimi disipline sokabilmek için çok uğraştım ama geldiğim noktada bir adım bile ilerlememişim gibi hissediyorum. kaygıdan ve suçluluktan boğuluyorum "çalışmam gerek" diyorum günde milyon kere kendime ama oturup bir dakika bile çalışamıyorum.

doktoranın birinci senesi sona erdiğinde depresyona girmiştim ve hala klinik olarak depresyondayım. terapiler ve ilaçlarla ilişkim kesintiler olsa da devam ediyor. 

**

şimdi araya birkaç şey girdi ve bu yazıdan koptum. iki sene önce adhd/dehb teşhisi aldım ama henüz bunun için ilaç kullanmadım, depresyona öncelik verildi. ama antidepresanların çok fazla işime yaradığını söyleyemeyeceğim. hiç faydası olmadı diyemem ama yetmedi. yarın psikiyatriste gideceğim. antidepresan yerine adhd ilacı kullanmayı düşünüyorum. yeterince erteledim, bir de bu seçeneği denemem gerekiyor olabilir. şuan bu yazıyı yayınlamazsam devamı hiç gelmeyebilir, o yüzden olduğu gibi bırakacağım ve daha sonra devam etmeyi umacağım. 




Cumartesi, Mayıs 06, 2023

şoför


ships in distress in a storm - by peter monamy, 1720-30

şehirler arası otobüste en önde oturuyorum, yanımdaki yolcu uyuyor. öyle yağmur yağıyor ki silecek yetişemiyor, şoför sessiz. gara az kaldı biliyorum, dağa tırmanıyoruz. dalgaları gittikçe büyüyen deniz arkamızda kalıyor. bu bir tsunami rüyası değil, hayır. tsunami rüyalarında bir balkonda veya çatıda olurum yükselen denizi görüp kaçmaya çalışırım. tsunami bu küçük denizde olmaz da demem kendime. öyle demişlerdi küçükken ama unesco içdenizler dahil her büyük su kütlesinde olabileceğini söylüyor. belki filmlerdeki gibi değil ama yine de önemli olan üzerime hızla gelen sudur. 

tekerler su içinde kaldı ama otobüs hala ilerliyor. durdur aracı inelim, yoksa hep birlikte boğulacağız, diye bağırıyorum. ama bunu söylerken düşündüğüm kadar korkmuyorum. diğer yolcuların ne söylediği belli değil, bir uğultu var. şoför ağzını açmıyor, beni duymamış gibi, gaza daha bir hışımla basıyor. su yükselmeye devam ediyor ve sonra büyük bir dalgayla devriliyoruz. su her tarafımızı sarıyor ve otobüs kuş gibi hafif artık. ön cama yapışıyorum. bu şekilde sabit kalıyor otobüs, süzülüyor. boynum biraz ağrıyor ama yine de diyorum bu şekilde uyuyabilirim, biraz uykum vardı. belki sular çekilir ve bizi kurtarırlar. ya da ölürüz. yeterince iyi bir hayat yaşamadığımı biliyorum ama bunun suçluluğunu her gün hissediyorum o yüzden şimdi ölüm anına özel olarak daha fazla bir kaygım yok. bundan sonrasına gelince… yaşayıp da ne yapacağım? bir planım yoktu zaten. umarım allah hatalarımı bağışlar.

camın yüzeyi soğuk ve başımın kötü pozisyonu yüzünden uykuya dalmakta zorlanıyorum. herkes ne yapıyor acaba, çok sessiz. ha, evet. susun oksijen bitecek, diye bağırmıştım az önce. düşündüğümden daha çok yaşamak istiyorum belki de. yani kurtulmaya hayır demem ama ölsem de çok üzülmem gibi. şoföre kızgınım sadece, artık beni yok saymayı bırakmasını istiyorum. benim iradem yok ve bu şoför benim hayatımı belirleyecek kararları alıyor. gerçi artık bitti, ikimiz de boğulacağız. bu kararları kimin aldığının bir önemi kalmadı.

zaten son zamanlar genel olarak iradem kalmamış gibi hissediyordum. hiçbir şeyi yapmayı ben seçmedim, sadece olağan akışta ne oluyorsa ayak uydurdum. akşam misafir mi gelecek yemek yapalım, ülke boka mı battı, hükümeti değişelim. çok yaşlanmıştım, aslında iyi oldu ölmek.

ama ölmüyoruz, otobüs bir yere çarpıyor, şoförün camı kırılıyor ve şoförün otobüsten çıktığını görüyorum. düşünmüyorum daha fazla, ben de onu takip ediyorum. otobüsün içi su dolarken ben dışarı çıkıyorum. şoför çarptığımız büyük yapıya tutunup üzerine tırmanıyor, ben de aynısını yapıyorum. kurtulmayı beklemiyordum ama şimdi kurtulmak da akışın bir parçası oldu. soğuktan titreyerek yürüyorum, deniz doymuş gibi görünüyor. gemi dağa oturdu ve tufan sona erdi.


Salı, Eylül 06, 2022

sosyal anksiyete ve çözümsüzlükleri

by vali myers


yeni insanlarla tanışmak konuşmak arkadaş edinmek neden ve nasıl bu kadar zor olabilir?

bu ağlamalarımdan muhtemelen çok sıkıldınız ve eee yeter ama diyorsunuz. haklısınız, karşı argüman bulamadım. düşündüm ama yok. hayatımda herhangi bir şey olmadığı için tek gündemim bu. 

yirmi beş değil de beş yaşında utangaç bir çocukmuşum gibi hissediyorum bazen. gerçi kimse beni arkadaş edinmem için zorlamıyor *since i'm an adult* ama zorlasa daha iyi olurdu belki. ya da bana arkadaş bulsa filan ya da arkadaş edinebileceğim oyun parkları olsa. hayat daha kolay olurmuş gibi. 

bazı günler evden çıkmak öyle zor geliyor ki. gerginlikten ne yapacağımı şaşırıyorum. üstelik yakın olduğum insanlarla görüşecekken. ama bütün dünyadaki her insan var olması beni kaygılandırıyor. mars kolonisine adımı yazın.

how-to-get-over-social-anxiety araştırmalarına başladım. madde bir: terapist. evet bunu ben de istiyorum ama terapistten de çekiniyorum galiba. vicious cycle, you know. 

madde iki: anksiyeteyi tetikleyen durumları keşfedin. must be a good start. 
bulunduğum ortamda tanımadığım insanların olması. sokak, metro, seminer salonu. 

bir de ne var biliyor musunuz? gerginlikten ölürken aşırı rol kesmem ve kimsenin benim gergin olduğumu bile anlamaması. geçen günü biri bana yemek yemeyi teklif etti ve ben de aşırı aç olmama ve yemeğe onlarla gitmek istememe rağmen düşünmeden panik içinde hayır dedim ve aşırı rahatmışım gibi gülümseyerek oradan uzaklaştım. birkaç saniye daha düşünsem belki evet diyecek cesareti bulabilirdim. peki neden bir de utanmadan gerginliğimi saklıyorum?

do i worry about others judging me? i suppose. not sure though. judgement biraz karışık bir ifade. daha çok sevilmeme, beğenilmeme, onaylanmama endişesi var. no doubt.

make a list, the list says.

1. insanlı bir sokakta yürümek
2. metroya binmek
3. tanımadığım bir insanla konuşmak (kahve sipariş etmek dahil)
4. hocalarla bire bir konuşmak - mail atmak
5.

daha iyiye gittiğimi sanıyordum, daha sosyal bir insan olduğumu, daha cesur filan. yanılmışım. daha kötüye gidiyorum.

madde üç: challenge negative thoughts.

yanlışlıkla kaba bir şey söylemekten mi endişe ediyorum? evet. insanları rahatsız edecek gibi hissediyorum, belki benimle konuşmak istemiyorlardır diye düşünüyorum. konuşacak bir şey bulamamaktan ve doğru düzgün tepkiler veremeyeceğim diye endişe ediyorum. çünkü çoğu zaman böyle oluyor. evet bu dünyanın sonu değil biliyorum, muhtemelen benden nefret etmeyecekler. ama çok sıkıcı olacak, değil mi? 

madde beş: role play. denedik, aşırı gerildim ve gerçekçi bile değildi.

madde yedi: türlü kibarlıklar yapın.

bu kafama yattı, deneyebilirim. değil mi? umarım. kahve ısmarlamak ya da çikolata almak. 

madde dokuz: kaçınmanın gizli versiyonlarına dikkat edin, telefona bakarak insanların sizinle konuşmamasını sağlamak gibi.

oh god. i do this way too much.

bazen kendime çok kızıyorum. dont be such a baby. just grow up. bu yaşta böyle bir sorunum olması çok utanç verici geliyor. 

still there.





p.s. araya ingilizce karıştığı için cringe hissediyorum, sorry for that. ama içimden geldiği şekliyle yazmak daha samimi geliyor. bazen türkçeye çevrilebiliyor ama bazen hiç olmuyor.

 

Çarşamba, Mart 23, 2022

zayıf halka

melt by leif podhajsky 2012


uzun zamandır duygularımla alakalı bir şeyler yazmadığımı fark ettim, tabi ki bunun en birincil sebebi sürekli akademik paper yazmakla uğraşmam ama şimdilik bunu bir kenara koyacağım çünkü üzgün hissediyorum, kalbim kırık. öte yandan kimseyi suçlayamayacağım bir durum bu, belki biraz kendimi suçlayabilirim ama yapmak istemiyorum. 

lisansın ilk yıllarına dönmüş gibiyim. yalnızım ve yalnızım. elbette arkadaşlarım var bundan bahsetmiyorum ama okulda yalnızım. ve okul en çok vakit geçirdiğim yer. altı ay oldu ve ben yeni yeni ortak dersleri aldığım kişilerle konuşmaya başladım. (ancak cesaretimi toplayabildim.) konuşma derken yani havadan sudan derslerden şeyler. ders araları fena değil, bir sohbet oluyor. katılmaya çalışıyorum elimden geldiği kadar. ama çok geç kaldım, herkes kendi arkadaşlıklarını oluşturmuş, ders bitince herkes bir yere dağılıyor, ben tek kalıyorum, phd ofislerine geliyorum, genelde kimse olmuyor, en fazla bir iki kişi. ders filan çalışmaya çalışıyorum ya da başka bir takım nerdlükler yapıyorum. böyle olmasını istemiyorum. ama kimse de beni davet etmiyor, yemek yiyeceğiz sen de gel demiyor. bana gıcık olduklarını düşünmüyorum, genelde bana iyi davranıyorlar, ben de iyi davrandığımı düşünüyorum. ama işte hepsi o kadar. 

yine yıllar önce o arkadaş edinemediğim zamanlarda, yalnız yalnız gezerken birden düşünmeye başlamıştım bendeki sorun ne diye. biliyorum insanın yalnız olması onun kötü biri olduğu anlamına gelmez. beni de seven insanlar var. ben de değerliyim. evet tamam bunları biliyorum. ama yine de üzülüyorum işte, kalbim kırılıyor kimse beni çağırmadığı için. buna neden bu kadar takıldım bilmiyorum ya, ağlayabilirim yani o derecede. sadece okulda arkadaşım yok diye bu kadar üzülmem mantıksız değil mi? acaba az uyuduğum için bu kadar hassasım. ya da sanırım bugün gerçekten dersten sonra birlikte bir şey yapabilmeyi ummuştum, onun hayalkırıklığını yaşıyorum. öyle veya böyle. sonuç değişmiyor.

şimdi gidip weber'in sanat üzerine söylediği şeyleri okuyacağım çok da umurumdaymış gibi. 

fuuucccckkkkkkkkk 


    who is the weakest link in the chain now? is it I, is it I, is it I?
                           

Pazartesi, Mart 21, 2022

nexus


by rosalyn drexler. https://rosalyndrexler.org/


uzun zaman sonra gelip birden zırvalayacağım, evet.

***

sürekli beni yakın tanıyan o küçük çevremde takıldığım için daha az tanıdığım insanların düşüncelerinden bihaber olduğumu fark ettim. geçen gün üç yıldır filan görmediğim biriyle denk geldim bir kafede, bir hocam mı desem bir abimiz desem bilemedim, öyle bir şey, sosyolojiyle ilgili bir okuma grubu vardı, oraya katılıyordum. kısa bir small talk’tan sonra hemen tabi doktora tezimde ne çalışmak istediğimi sordu, sanat sosyolojisi dedim, onun üzerine konuşmaya başladık. “sen tabi bağcılar’da sanat yapanlara sanatçı demeyeceksin, biliyoruz,” dedi. ben de şok oldum haliyle, “tabi ki diyeceğim,” dedim. “demeyeceksin, şimdi bize şirin görünmek için diyorsun” dedi. (yanında tanımadığım biri daha vardı ama sohbete dahil olmuyordu.) o sırada ateşimin bayağı yükseldiğini hissettim gerçekten. ben elitizme savaş açmışım, kültürel popülizmin kıyısında duruyorum, itham edildiğim şeye bak. benim nelere sanat dediğim konusunda bir fikriniz yok, demek isterdim ama tabi o an şaşkınlık içerisinde insan konuşamıyor, benim gibi zaten sosyalleşme esnasında anksiyete krizleri geçirenler anlayacaktır. “tabi ki sanatçı diyeceğim” diye tekrar ettim kendimi. bu arada şimdi düşününce “bize şirin görünmek için öyle diyorsun” demesi de ciddi tepki gerektiriyor gibi ama niyeyse ona pek sinirli değilim, sanırım en azından dürüst olduğu için. içinden “aynen aynen en iyi sensin” diyeceğine bunu açıkça söylediği için ben de durduğum noktayı ifade edebildim. bir de bunu kötü bir niyetle söylemediğini hissettiğim için olabilir. neyse, bu hikayeden çıkardığım sonuç ne oldu, kiminle konuşursam konuşayım, karşımdaki zaten beni iyi tanıyormuş düşüncelerimi biliyormuş gibi davrandığımı fark ettim. halbuki nereden bilecek tabi… o kadar farklı insanlarla iletişime geçmiyorum ki böyle insanların olduğunu bile unutmuşum sanki. neyse bu yediğim elitist ithamını düşündükçe hala başımdan kaynar sular dökülüyor. marx’a kapitalist demek gibi bir şey kdjshfkjd

*** 

etnografik alan çalışması üzerine bir şeyler okurken aklıma lisedeyken çok apolitik olduğum geldi. ne yerel ne küresel siyaset üzerine bir şey biliyordum ne de en ufak bir merakım vardı. öte yandan politikadan bağımsız olamayacağını bilmediğim sanat veya felsefe çok daha ilgimi çeken alanlardı. bunun sebebinin kişisel olduğunu düşünüyordum bugüne kadar, asosyal, küçücük bir çevresi olan ve gezmek için bile dışarı çıkmayan bir ergenin siyasetle ne işi olur zaten. ama şimdi düşündüm de bu apolitik oluşumda ailemi de sebeplerden biri olarak göstermem gerekir. zira ailem komünist, islamcı, milliyetçi ya da muhafazakar olsaydı çok daha politik olabilirdim, en azından daha fazla düşünürdüm. ama küresel eğilimlere uygun olarak liberal demokrasiyi savunan, yani tam ortada duran ana akım siyasetin çizgisindeydi ailem. tabi aradan çok uzun zaman geçti, 8-10 yıl öncesinden bahsediyorum. yani demek istediğim şu ki liberal-demokrat değerler o kadar verili olarak yerleşmiş ki benim dünyama ben dönüp bunların ne olduğunu bile düşünmemişim. kendimi o alandan soyutlayıp dünyama çekilmişim. ama tabi sonra her şey çok değişti, tam tersine döndü bile diyebiliriz. ben bir yandan büyüdüm, üniversiteye gittim, öte yandan popülist hareketler bütün dünyada arttı ve neo-liberal dönem kısmen sona erdi ve liberal-demokrat değerlerin baskınlığı da zayıfladı. bu sırada ben de siyaset okumaya başlamıştım çünkü yaşamın ne kadar kaçınılmaz bir parçası olduğunu görmüştüm, o çok değer verdiğim etiğin nasıl politikadan ayrılamayacağını, kişisel bir yaşam tarzından çok daha fazlası olduğunu. ülkede veya dünyada her ne olursa “haberdar” olmayı bu etik-politik sorumluluğumun bir parçası olarak gördüm, hala da öyle görüyorum. hatta twitter kullanmaya da bu yüzden başladım. bu sorumluluk bazen çok yorucu ve yıpratıcı oluyor, evet.

*** 

şarkıları sevsem bile replay etmem ama şu şarkıya aşırı takıldım. 

                                                                    If I could act on my revenge, then, would I?


 

Pazartesi, Kasım 22, 2021

abartılmış bir etkinlik olarak kitap okumak ve entelektüel kurgusu


ne zaman yaşam için en gerekli olanları üretenler ve bunun bilgisi böyle küçümsenir hale geldi?

sanırım lisede fark ettim bu durumu. çünkü dersleri dinlemeyip kitap okuyordum ya da derse girmeyip kütüphaneye gidiyordum ama yine de kitap okuduğum için bana onur belgesi veriyorlardı. hatta müdür yardımcısı beni kütüphanedeki masanın üzerinde boylu boyunca yatarken bastığında bile kızmamıştı -kitap bile okumuyordum o sırada yani, hatta neden derste değilsin bile dememişti. çünkü orası kütüphaneydi ve tek mutasarrıfı bendim. 

biraz geç fark etmişsin diyebilirsiniz belki ama daha önceki hocalarım derste kitap okumama kızıyorlardı o yüzden olabilir. aileme gelince bir öğretmen olan annem de çok kitap okuduğum için bana kızıyordu, hatta kitaplarımı saklıyordu. ben evde kitap okurken hala biraz gerilirim, annem laf edecek diye.

neyse, bu yazı hayat hikayeme dönmeden toparlayayım. sonra üniversiteye geçtim, aa bu kız çok okuyor buna okuma grubu yaptıralım dedi içinde bulunduğum dernek. ama bundan öte resmen şu mantıktalardı: yağmur iyidir çünkü çok okur. o zaman da hep şey diyordum, okumak basit bir alışkanlık sadece, oyun oynamaktan farksız. ikisi de benim için aynı amaca hizmet ediyor: gerçeklikten kaçmak. gerçekten de roman öykü okumaktan bahsediyorsak eğlenceli bir hobi hepsi bu. romandan öğrenilen kadarı -çok bir şey değil- oyunlardan da öğrenilir ve ikisi de alışan için eşit derecede eğlencelidir.

bir açıklama: bir insanın çok okuması türkçesini asla iyi yapmaz. konuşmayı beceremediğim gibi türkçe sınavlarında da feci batırıyorum.  

işte böyle zamanla gıcık olmaya başladım insanların kitap okumanın çok önemli değerli bir şey olduğunu düşünmesine. ha bir de "ne kadar değil ne okuduğun önemli"ciler var ki bunlar da ayrı bir elitist grup. ama zaten temelde kitap okumak, entelektüel olmak, akademik eğitime sahip olmak ne zamandan beri bu kadar değerli ki?

neyse cevabını bauman'ın yasa koyucular ve yorumlar kitabında buldum. (bundan sonra birden çok ciddileşiyor yazı.)

entelektüel olmak, "hakikat, yargılama, dönemin zevki" gibi kendi uzmanlık alanının ötesindeki evrensel meselelerle uğraşmaktır. bauman, entelektüelin çalışmalarının modern stratejisini ifade etmek için "yasa koyucu" terimini kullanıyor. entelektüellerin sahip oldukları bilgilerin "dünyadışı" olduğuna dair bir imaj var. bu da toplumdaki şu inancı ortaya çıkarıyor: onların "onaylama (veya geçersiz kılma) hakkı ve görevi" vardır. "fikirlerle ilgilenmek" ile fikirlerin etkileriyle ilgilenmek arasındaki ayrım, geniş anlamda aydınları ifade eden "dini kurucular" (entelektüelin kökü olan) ile "sıradan insanlar" arasında bir ayrıma dönüşür. bu ayrımın bir sonucu olarak, toplumsal güç, statü, nüfuz, "toplumsal olarak üretilen artı-değer"e ulaşım, bu kurucuların eline kayar ve "bağımlılık ilişkisi" kurar. düşünenlere bağımlı hale gelenler birden sıradan insanlar olur; eksik ve yetersiz hale, başkalarının müdahalesine muhtaç hale gelir.

ilkel ya da gelişmiş, karmaşık, medeni gibi kavramlar belirli bir egemenlik yapısının yeniden üretilmesini sağlar. hizmet ettikleri egemenliğin yapısı değişse de, bu tür tüm kavramlar entelektüeller tarafından icat edilmiştir veya mantıksal olarak cilalanmıştır. aslında bu zihinsel eksikliklere -ahlak ilkelerin yeterince kavranamaması; öz düşünme, rasyonel öz analiz yokluğuna- atıfta bulunur. böylece bilgi yüceltilir ve bilgiye sahip olmak üstün olmayı meşru hale getirir.

erdemin ancak öğretim yoluyla elde edildiği fikri de bunun bir parçası. bu yüzden insanların "eğitilmesi gerekiyor. bir de "uzman" var. uzmanlar insanların davranışları değiştirilmek veya şekillendirilmek istendiğinde ortaya çıkarlar. kendini üst bir yaşam biçimine sahip olarak görür, bir bahçıvan gibi bahçesini budar biçer "kötü otlar"dan temizler. modernliğin ortaya çıkışı, vahşi kültürlerin bahçe kültürlerine dönüşmesidir. ama tabi vahşi kültür ne ki? kültür bile diyemeyiz. tabi ki burada akıl-tutku arasındaki karşıtlık devreye girer. tutku insanın doğal bir yeteneği ama akıl bilgi gerektirir. 

böylece toplumsal düzeni "korumak" için “eğitilmesi” gereken alt sınıflara tehlikeli sınıflar rolü verilir. paradoksal olarak akıl sözde evrenseldir ama onu kullanan birkaç kişi de ayrıcalıklıdır. özellikle fransız devriminden sonra halk gelenekleri küçümsenmeye başladı. köylülük, irrasyonellik ve dolayısıyla aşağılık anlamına gelen cehaletle eşanlamlı hale geldi.

erken modern çağın seçkinlerine göre, gelenekten arınmış insanlar sonsuz bir biçimlendirme kapasitesine sahip olur. böylece aklın tasarladığı bir formun içine sokulabilir. ama tabi seçim yapma hakkı yok burada halkın. görünüşte merkezde halk vardır ama bu halk rızaları olmadan kontrol edilmesi ve zararsız hale getirilmesi gereken bir kitledir. zaten diderot, d'alambert ve voltaire de halkın vahşiliğini, aptallığını ve cehaletini doğrudan dile getirdiler. ha yanlış anlaşılmasın. bu aydınlatıcıların amacı insanları onların seviyesine yükseltmek değil. halk aydınlanma-ma-lı. "eğitilmeli". 

şimdi diyebilirsiniz ki biz post-modern bir dönemde yaşıyoruz, sen bize modern dünyayı anlatıyorsun. birincisi: biçim post-modern olsa da içerik modern. ikincisi: post modernizmin ortaya çıkış nedenlerinden biri de entelektüellerin yaşadığı bu kriz değil mi? çağdaş güven bunalımı, entelektüel bir kurgudur. sırf bu çağda aydınlar, yasa koyucu olarak kendilerine yer bulamıyorlarsa, medeniyet krizi olarak düşündüğümüz şeyi gözden geçirmemiz gerek. çünkü bu, bir kesimin artık ihtiyaç duyulmayan ve işe yarar olmayan kolektif deneyiminden kaynaklanan bir kriz olabilir. 

evet bu yüzden akademideyim. akademiyi kendi içinden vurmaya gelmiştim. 


Perşembe, Kasım 18, 2021

a typical graduate student



wow kuul, yazacak zaman buldum. 

doktora yapmak hiç de doğru bir karar olmayabilir. akademi düşündüğüme ne zaman bu kadar emin oldum ki zaten? evet sanırım para kazanmanın bir yolu -ya da tek yolu- olarak akademiyi gördüğümde. maaşım (burs ama ben maaş olarak bakıyorum bu süreci biraz eziyet olarak gördüğüm için) yattığında bir anlık mutluluk, sonra yine sorumlulukların hatırlanmasıyla gelen stres. tabi paradan bahsettiğimde yüksek meblağlardan bahsettiğim sanılıyor. yanlış. ben sadece beni geçinme derdine sokmadan geçindirecek kadar paranın peşindeyim.

tabi bahaneler bulabilirim. yüksek lisans yapmadan doktoraya başladığım için bu kadar zor diyebilirim ama sınıfta yüksek lisans öğrencileri de var. ingilizce anadilim değil nihayetinde de diyebilirim. düzenli çalışma disiplinim de yok. türlü nedenler sayabilirim neden bu sürecin eziyet olduğuna dair ama eninde sonunda hepsinin nedeni benim yetersizliklerim olduğu için hocaları filan suçlamam çok da ikna edici değil. kimi zaman keyif alsam da -sonuçta okuyorum- bir şeyleri yetiştirme stresi içinde okumak hiç hoş değil. yazma kısmı zaten yorucu. her hafta koca koca kitapların boşluklarını bulmaya çalışıyorum eleştiri yazabilmek için. 


brueghel'in bu tablosuna bayılmamak mümkün değil. gerçi her şeyi çok iyi.

başka şeylerden de bahsetmek isterim ama bu doktora yüzünden pek bir şey yaptığım söylenemez. 

müzelerle ilgili bir ders aldığım için birkaç tane sergi ve müze gezme fırsatı buldum. tahmin edilebileceği üzere bu dönemki en güzel dersim buydu. amerikalı müthiş bir kadın olan prof da dünyanın en kuul en anlayışlı insanı olabilir. son bir sergim kaldı, onu da gezince beşinin de hakkında yazmak istiyorum buraya. iki de oyun izledim belki onlar hakkında, belki izlediğim iki anime. falan filan. ama şuan bu yazıyı yayınlayacağım yoksa ayları bulabilir diye korkuyorum. evet boş bir yazıydı farkındayım. but this is how i feel. so. 


Pazar, Ağustos 15, 2021

tünelden çıkış

by gaston la touche

bir ara yine yataktan çıkmayıp günlerimi tam anlamıyla telef ettiğim dönemler yaşandı, doğru. yani gerçeklikle bağım -yine- koptu, hiçbir şey yapmak istemedim. sadece yatıp hayal kurdum ve gerçek (!) dünya ile iletişimimi sıfırladım. ve böylece günü yatakta geçirmiş oldum ama morissey'in düşündüğü gibi beynimi yıkayan kapitalist sisteme dahil olmamak için değil. sonra biraz dışarı çıkıp temiz hava alınca geçti.  

çocukken galiba ders kitabında bir öykü okumuştum. kışın güneşli birkaç gününde çiçek açan erik ağacının sonraki günlerde gelen soğuk havalarda çiçekleri dökülüyordu. aceleci bir ağacın hazin sonu gibi bir şey yani -içimizi mesajla şişirdiler. o zamandan beri erken çiçek açmış bir erik ağacı görünce çok üzülüyorum. ve bundan bahsetmemin sebebi, dört ay çalıştığım kafenin karşısında iki tane erik ağacı var ve erken çiçeklendiler. işi bıraktım. şimdi onlara ne oldu bilmiyorum. ama hayatımda ilk iş gibi işimdi ve çok güzeldi. camdan bir kış ve bir bahar ve bir yaz onları ve insanları izledim. 

spent the day in bed

nihayet altı senelik lisans hayatım bitti ve iki bölümümden de mezun oldum. lisansüstü içinse yaptığım üç başvurudan en çok istediğimden kabul aldım ki bu beni çok çok mutlu etti -e haliyle. hem türkiye'nin en iyi üniversitesi olduğunu düşündüğüm (iddialı biliyorum ama bence öyle) hem de yüksek lisans doktora birleşik program olduğu için. ayrıca asistan olarak çalışacak olmam da beni çok mutlu eden heyecanlandıran bir ayrıntı. sinema ve siyaset okuduktan sonra alan değiştirerek sosyolojiden devam edecek olmamsa tam kendimden -ve herkesin de benden- beklediğim bir hareketti zaten.

benim için değişiklikler bununla da sınırlı kalmıyor. altı senedir yaşadığım sevgili üsküdar'ımdan da taşınıyorum. bu tabi kısmen üzücü olsa da taşınmayı çok seven bir insan olarak bu semte fazlasıyla doymuştum ve artık değişiklik istiyordum. tabi başlayacağım üniversiteye yakın olması esas karar sebebim oldu. böylece artık yeni mekanım şişli olacak. 

evet, artık tam anlamıyla kendi evim olacağı için -relatively- zero waste yaşama doğru keskin bir geçiş yapmayı planlıyorum. ailem her zaman bu konuda hassas olmuştur dolayısıyla her zaman kimyasal içerikli endüstriyel ürünler konusunda dikkatli ve minimalist olduk, her zaman geri dönüşüme çok dikkat ettik ama yine de asla yeterli bulduğum bir seviyede değiliz. özellikle annemin makul gerekçesi ("burası benim evim") yüzünden de hiçbir zaman istediğim kadar radikalleşemedim. (her ne kadar 50 things i no longer buy gibi videoları izlediğimde lan ben bunları kırk beşini hiçbir zaman almadım zaten desem de.) hatta bir sonraki yazımın bu konuda olmasını planlıyorum, atık azaltmak için neler yapıyorum mesela... ve bu konuda sizin de önerilerinizi bekliyorum açıkçası.

şimdilik burada bitireceğim yoksa sene sonunu göreceğiz. 

down for the outing

not: sabato'nun tünel kitabını okudum da... şimdi normal bir insan olalım ve tünelden çıkıp biraz yaşayalım.