dün sonradan ünlü bir tamburi olduğunu öğrendiğim bir amcayla sohbet ediyorken ve o okuduğum bölümü sorduktan sonra ne yapmayı düşündüğümü sorunca "ben aslında edebiyatla daha çok ilgiliyim," dedim. aslında yazar olmak istiyorum demeye çalışıyordum ama nedense bunu söyleyemedim. evet, doğru, çekindim. neden? bir, çok iddialı olduğunu düşündüm; iki, utandım; üç, kendime inancım yoktu. o bana yüksek lisans yapmamı, kim bilir belki onun gibi trt'de çalışabileceğimi söylerken ben hala içimden "ne yapacağım ben de bilmiyorum, her şey mümkün," diyordum. benzer bir durum okuduğum bölümler bir yana ben felsefeden devam etmek istiyorum aslında daha çok dediğimde ortaya çıktı. insanlar şaşırıyor. bütün bilimlerin felsefeden doğuşu gibi nihai noktada hepimiz yine felsefeye ulaşıyoruz. ama bu yolculuğun fiziksel dünyada bir karşılığı olmalı. eğer fiziksel dünya dediğimiz bir dünya varsa.
beach boys - dont worry baby
bilmiyorum, hayattaki amacımı bulmuş olduğumu düşündüğüm için mi yoksa birden gelen tuhaf bir farkındalık mı beni çok tatlı bir huzur içine sürükledi. aslında şuan biraz uykum var ama kitap okumam falan lazım. bilge karasu'dan gece'yi okuyorum şimdi. rick and morty'nin son bölümünü izledim bugün ama o kadar da üzülmedim dördüncü sezonu nasıl bekleyeceğim diye (birkaç gün önce bu yüzden mümtaz'a ağlamıştım.) çok tatlı bir rick and morty tişörtü aldım, onunla teselli bulurum bence, sonra baştan filan başlarım belki. havalar soğudu iyice. okulla beraber bu aylaklık ve huzur son bulacak.
rem - drive
yani öyle takılıyorum bugünlerde -bir paragraf yazıyorum, birkaç gün boş geçiyor. çok bir amaçlı olduğumu söyleyemem eylemlerimin. çince ve rusça çalışmaya yeniden başladım, o yüzden mutluyum da suluboya çalışmalarıma uzun bir ara verdim o kötü. üç hafta falan önce saksıya ektiğim karaçam tohumu filiz verdi, bayağı ümidi kesmiştim o yüzden çılgınlar gibi falan mutlu oldum. gidip hemen iki saksı aldım (bir tane aldım da diğeri hediyeymiş) şimdi bir kadife çiçeği tohumum var, onu ekeceğim. bir çiçek tohumu daha almak istiyorum ama belki de ağaç almalıyım. henüz karar veremedim. pendragon, açelya ve siklamen çiçeklerinden bahsetti (o da bunları biliyormuş sadece) ikisi de güzeldi. bilemiyorum, hele bir dükkana gideyim, karar veririm.
o gün neden mutlu filanım onu anlatacaktım aslında. aslında tam bir babanneyim bugünlerde, evde olduğum zamanlar pembe krem beyaz çizgilerden müteşekkil bir battaniyeyi bacaklarıma örtüp kitap filan okuyorum. yoo aslında çok kitap okumuyorum, daha çok 9gag'de takılıyorum. iflah olmaz bir 9gagger'ım ama loli şakalarından hazzetmiyorum. çok canımı sıkıyor onlar. arada reddit'teki sanat çalışmalarına bakıyorum. sonra youtube'da klip izliyorum. boş yapıyorum yani genel olarak. arkadaşlarımla buluşup duruyorum, çene çalıyoruz saatlerce. bazen önemli şeylerden bahsediyoruz tabi, neden var olduğumuzdan filan. bugün rope'la yeni sayko hocam, kitlesel intihar, onun vurulduğu son çocuk, din hakkında falan konuştuk; yani sohbet bu şekilde ilerliyor demek istiyorum. şimdi oturmuş mümtazla yine hayattaki amacımızdan falan konuşuyoruz. dedi ki, bizim inanç eksikliğimiz hayal edemeyişimizden ileri geliyor.
hayal et, diyor mesela. ormanın içinde bir ev, bir masa, bir kahve. çok şükür bir masa bir kahve bulunuyor kolayca. ama bunlar benim yapacağım şeylerle ilgili değil gibi hissediyorum. bilmiyorum. bir türlü hayal kurmayı beceremedim. ne düşünmeliyim dedim? bir film çekmiş olduğumu mu? saçma sapan şeyler. öyle film çekmeyi filan o kadar da istemiyorum. yazar olmak istiyorum ama kitap yazmış olduğumu hayal etmeyi canım çekmiyor. bu hayal bana cazip de gelmiyor doğrusu. yalnızca aşık olsam güzel olurdu.
okulumun beni çıldırtması, ders programımı üç defa değişmek zorunda kalmam filan dışında aylaklığıma devam ediyorum. silicon valley diye bir dizi var, başrolde bir programcı(?) kodcu (?) görüyoruz, inanılmaz bir sıkıştırma(?) algoritmasıyla bir anda kendi şirketini kuracak pozisyona geliyor. bu diziyi iki bölüm izledim, güzeldi ama ben dizi izleme konusunda fazla beceriksiz olduğum için bıraktım. rick and morty'nin dördüncü sezonu başlayana kadar da beklemek durumundayım belli ki. en az yirmi tane dizi izlemeye çalışıp beceremedim herhalde son bir yılda. arada bir simpsons, futurama, family guy, south park filan bakıyordum, onlardan bile sıkıldım şimdi. kahvaltıda lynch filmi izleyecek kadar abuk bir durumdayım yani anlayacağınız.
aslında bahsedeceğim çok film var, lynch'in blue velvet'i (lynch'e giriş filmi olarak ünlüdür, mide bulandırır ama izletir kendini, freud okursun filmi izlerken sanki.), tarantino'nun death proof'u (tarantino en kötü filmim demiş, ben de onaylıyorum. ayak fetişinin zirveye oynadığı filmdir. dinsizin hakkından imansızın gelmesini konu edinir, güzel kadın görmek için eğlenmek için izlenebilir), haneke'nin happy end'i (diğer haneke filmleri gibi içinizde büyüyen kırıklık, bir kırgınlıkla çıkarsınız filmden ama iyi ki de izledim dersiniz). sonra düşündüm, tarantino'nun sekiz filminden altısını izlemişim ama ben tarantinocu biri değilimdir hiç. haneke'yi nasıl seviyorum ki sadece üç filmini izledim mesela. sevince izlemeye okumaya kıyamıyorum ama ne kadar mantıksız bir şey bu.
astrolojiyle ilgilenmeye başladım. önceden sadece bir iki temel şeyi biliyordum, birkaç aydır bu konuda uzmanlaşmaya doğru ilerliyorum kjrfdmlermf. sunshine sağ olsun, iki blog gösterdi biri junoastrology (ben buna bakıyorum genelde) diğeri de kristindemirci. gerçi şimdi bundan da sıkıldım. kendime yeni bir ilgi alanı bulmam lazım. rusça'da biraz daha ilerleyince genel gramer kuralları ve sesler üzerine bir yazı yazabilirim belki. şimdi bunun için çok cahilim. çince'yle karşılaştıracak olursam ben gramer yapısını çok zor buldum açıkçası ama alfabeyi okumak ve sesleri çıkartmak da çok daha kolay.
şu günlerde seviyorum diye diye sevebileceğime inanıyorum. hedefim yaz gelmeden aşık olmak. tabi ki arkadaşlarım benimle dalga geçiyorlar ve haksız olduklarını söyleyemem. ancak hala en azından nüfus kağıdında gençken bu duyguyu yaşamam gerek! juno bile blogunda oğlakları (oğlak burcuyum) soğuk bulanlar olduğunu yazmış. (ve eklemiş: "hatta daha ileri gidip ”en güzel duyguların katili” olarak görenler de vardır!") ben sağdan soldan odunmuşum, çok duygusuzmuşum, yüzyıllık çınarmışım. arkadaşlarım böyle diyorlar. bana kalsa ben çok sevgi dolu bir insanım da işte dışıma vurmuyorum. vuramıyorum ya da. ama siz de anlayın canım o kadar tanışıyoruz nihayetinde.
suluboyaya da yeniden başladım çok şükür demiştim, azıcık minimalist çalışmalar da yaptım. kemandan filan iyice uzaklaştım artık, müziğin yalnızca dinleyici olarak bir parçası kalmaya karar verdim. resim çalışmalarıma devam edeceğim. ama çok sabırsızım. istiyorum ki hemen olsun bitsin, halbuki uzun zaman alır bir çalışma. almalıdır da. bilincindeyim ama güdü kontrol sorunu var belki de biraz bende? sabretmem gerek.
şuan faulkner'ın ağustos ışığını okuyoroum. boun'un kütüphanesinden elime geçti, murat belge imzalı. bayağı güldüm. çevirmen imzalı kitap. in an ılm az. baskısı annemle yaşıt.
zazie metroda'yı önce le monde'un yüzyılın yüz kitabı listesinde görmüştüm (liste götüm!). tabi o fransız ağırlıklı bir listedir, doğal olarak. ama yine de o listede okuduklarımın hepsi çok güzel kitaplar oldu. bu da onlardan biriydi. o kadar sevdim ki herkese okutasım var. zazie yedi yaşında bir kız çocuğu ama ne çocuk. roman boyunca bütün büyükleri cebinden çıkarıyor (büyük götüm!). tam bir çılgın. tahsin yücel'in sisifos çevirisini korkunç bulmuştum ama bence bu kitabı çok şahane çevirmiş (sisifos götüm!). zazie'nin argosu o kadar eğlenceli olmuş ki hiç rahatsız etmiyor. olay zazie'nin iki günlüğüne dayısının yanında kalmak için şehre gelmesi ama grevden dolayı metrolar çalışmadığı için hayallerinin yıkılması fakat başka başka olaylar yaşamasını anlatıyor. kadın dansöz kılığında gece sahnelere çıkan artiz dayı-gabriel, onu inanılmaz sakin karısı marceline, zazie'nin aklını karıştırdığı şoför charles, yine zazie'nin gül koklattırmadığı herkese aşık olan dul hanım, kılıktan kılığa giren dedektif(?) derken kısacık ama rengarenk ve çok keyifli bir kitap olmuş. yazarımız cümleler arasına felsefi göndermeleri sarkastik bir yaklaşımla serpiştirmiş.
kırmızı saçlı kadın'ı planımda olmadığı halde ortaya çıktı. ben pamuk kitaplarını bazen çok seviyorum bazen sevemiyorum. kara kitap ve beyaz kale'yi çok sevmiştim. kar'ı da aradan çok uzun zaman geçti ama o zaman etkilendim diye hatırlıyorum. yeniden okuyacağım. masumiyet müzesi'ni yeniden okumuştum yazın müzeye gideceğim diye, hala gitmedim ama o ayrı bir konu. çok sıkılmıştım okurken. pamuk, kitaplarını bir iki ayda okunacak diye düşünerek mi yazıyor acaba, sürekli tekrar düşüyor ama bu en fazla tekrarlar yaptığı kitabıydı ve şimdiye kadar okuduklarım arasında en sevmediğim kitabı da oldu aynı zamanda. şimdi spoiler vermek istemiyorum ama postmodern kasıyorsa bile -yani bilinçli bir amatör yazar hissi uyandırmak istemişse bile- böyle kasmasın, ciğerim soldu. ha yine çok akıcı bir pamuk kitabıydı, ona lafım yok. ama sevemedim be abi. oidipus'un da cılkı çıktı artık yeter. başka konular bulun be.
bilge karasu'nun susanlar'ını okuduğumda çok etkilenmiştim, iki sene filan oluyor. yerli öykücü-romancılar arasında çok eşsiz bir rengi vardı ve çok naifti. ama sonra denk gelmedi de okuyamadım işte. şimdi neredeyse ardı ardına iki kitabını okuduğum için bir iki yıllık ara daha verebilirim. kısmet büfesi, yazarın deyimiyle metinlerden oluşuyor ama bunların çoğu basbayağı öykü işte. özellikle kitaba ismini veren öykü ve "düş balıkçıları" gerçekten çok güzeldi. adamın hem hayal gücü inanılmaz, hem tasvirleri, hem dili. gece de postmodernizmin muhtemelen türk edebiyatındaki en güçlü romanlarından biridir. bir sürü metafor var, okurken sürekli kafanız bunlarda oluyor. ne oluyor anlamıyorsunuz, anlamadıkça daha çok okutuyor kendini filan. kitabın yarısı altı çizebilir söylemler zaten.
"bir düş içindeymiş gibi yaşıyor, kendi sözlerinizi de, başkalarının sözleri kadar, kolayca unutuyorsunuz." (s.132)
"dördümüzü birden yatakta düşünmeye çalışacağım. dördümüzü birden yatakta, birbirimizi hırpalamadan, parçalamağa kalkışmaksızın, içimizdeki birikmiş bütün hınçları, öfkeleri, güdük bencillikleri sevgiye dönüştürerek sevişir durumda gözümün önüne getirmeye çalışacağım. gülünçlüğümüzün büsbütün ortaya çıkması için. durmadan kendimize de yakınlarımıza da -en yakınlarımıza, başta kendi kendimize- yalan söylemek zorunda kaldığımıza, her şeyin düzmece bir durum, bir duygu oluverdiği bir dünya kurduğumuza göre bu yalanları sonuna dek götürmek, patlayacak kerteye vardırmak gere. öyle ki yalan söyleyemez olalım. ya da ölelim." (s.163)
romanın son bölümü, tek bir soru sorar:
"bunları yazmakla çıldırmaktan kurtulunur mu?"
on sekiz gün önce toprağa tohumunu koyduğum iki çiçeğim (kadife karagöz ve hüsnü yusuf) on iki önce filizlendiler ve bugün itibariyle yaklaşık beş santim boyuna ulaştılar. bir gün gelip çiçek açacaklarına inanmak gibi inançlar olmasa sanırım yaşamaya devam edemezdik.
detachment diye bir film izledim sabah, pek pek ağladım izlerken -bu da gerçek bir ağlama seansı değildi ama gözyaşları vardı. american history x'in yönetmeni tony kaye'dan. yine bir öğretmen, okul, çocuklar, öğrenciler üzerinden ilerleyen ama insan olmak üzerine bir film. bütün yüreğimle tavsiye ederim.
tüyap yaklaşıyor (4-12 kasım) o yüzden ben de kasım ayı için kitap alışverişini güzel indirimler olursa fuardan yapmak istiyorum. ama olmazsa da... internet bunun için var. neden bilmem eskiden kitapçı gezmeyi çok severdim artık cazip gelmiyor. belki kendime kitap almamam gerektiğini söyleyip durduğum içindir. bir gün çok zengin olursam yeniden zevk alabilirim belki kitapçı gezmekten.
okul başladığından beri nevrim döndü. ben kimim, burası neresi? kaybolup duruyorum, dersler gözümü korkutuyor ama yine de oturup çalışmıyorum. yarın diyorum, yarın okuyacağım makaleleri. sonra da buraya geldim işte.
detachment diye bir film izledim sabah, pek pek ağladım izlerken -bu da gerçek bir ağlama seansı değildi ama gözyaşları vardı. american history x'in yönetmeni tony kaye'dan. yine bir öğretmen, okul, çocuklar, öğrenciler üzerinden ilerleyen ama insan olmak üzerine bir film. bütün yüreğimle tavsiye ederim.
tüyap yaklaşıyor (4-12 kasım) o yüzden ben de kasım ayı için kitap alışverişini güzel indirimler olursa fuardan yapmak istiyorum. ama olmazsa da... internet bunun için var. neden bilmem eskiden kitapçı gezmeyi çok severdim artık cazip gelmiyor. belki kendime kitap almamam gerektiğini söyleyip durduğum içindir. bir gün çok zengin olursam yeniden zevk alabilirim belki kitapçı gezmekten.
okul başladığından beri nevrim döndü. ben kimim, burası neresi? kaybolup duruyorum, dersler gözümü korkutuyor ama yine de oturup çalışmıyorum. yarın diyorum, yarın okuyacağım makaleleri. sonra da buraya geldim işte.
Ünlü bir tamburi.. Kim olduğunu sorsam söyler misin Paul? Tambur, en çok dinlediğim ve en sevdiğim enstrümandır. Belki tanırım, heyecanlanırım ve zıplarım sevinçten. Bana temas etmemiş olsa bile.
YanıtlaSilGece, benim için de aynı söylediğin gibiydi. Kafamı karıştıran, anlamadığıma kanaat getirdiğim ama sürüklendiğim ve bir yandan da kafamı zorlayan ve açan bir kitaptı. Bilge Karasu'dan okuduğum ilk ve şimdilik son kitaptı. Devamı gelecek.
Oğlaklar için onu sık derler. Soğuk, kendi dünyasında, hayalden çok hayatla ilgilenen... Bir oğlak olarak bunları paylaşıyor muyum bilemem, ama haksız olduklarını da düşünmüyorum. Fakat bu beni üzen bir şey değil, bilakis tam da öyle biri olmak için doğduğumu düşünüyorum. Gerçekten öyle miyim, bilemem tabii.
Yarın okursun makaleleri. Sen bitkilerinden, Haneke'den ve suluboya çalışmalarından bahset bize. Aşık olmayı istemeni, yazarlık hayalin ve felsefeye düşkünlüğünü dinlemekten keyif alırken biz de yarınlara bırakıyorum yapmamız gerekenleri.
refik hakan talu
Silbaşlangıç olarak gece hayli ağır bir giriş diye düşündüm ben, yani ben gece'yle başlasam karasu'ya devam ederken biraz zorlanırdım belki. bilemiyorum.
ben de odunluğum konusunda filan haksız bulmuyorum ama yine de hassasiyetlerim var benim de, muhtemelen senin de. sadece temalar farklıdır diye inanmak istiyorum. insan ilişkileri zorluyor
yarın da okumadı sonraki gün de.. öğrenci olmak bunu gerektirir. sorumluluklarımızdan keyif aldığımız günler de gelecek mi?