Çarşamba, Haziran 29, 2016

"yine japon filmi mi izliyorsun?" #9

Bu yazıda pek bir aşk filmi göreceksiniz ki aşk filmi sevmeyen ben'in bu filmleri izleme amacı neydi? Yazacağım bir hikaye için duygu yüklemesi yapıyordum, hikaye aslında uzun süreli bir ilişkiden sonra aslında artık birbirlerinden sıkılmış ama sadece alışmışlıkları için birlikte olan bir çift hakkındaydı. O yüzden bu tarz bir içeriğin olacağını düşündüğüm her filme atladım, çok başarılı atlayışlar olmadığını ne yazık ki söylemek zorundayım. Hazır izlemişken de paylaşmamak da olmazdı.



The Signs of Love 2007

Bu filmi izlerken anladığım bir şey varsa benim ilişkilerden bir halt anlamadığımdır. Üniveersitede başlayan uzun soluklu bir ilişkiyi anlatıyor. Beşinci yıllarındalar ve bana göre artık birbilerinden bıkmış olmalılardı. İşte oğlan sevmiyor belli, diyordum; kızın canına tak etti işte... Tam ben aradığım şeyi bulduğumu düşünürken oğlan kıza evlenme teklif etmesin mi? Vay arkadaş, kafamda ne kurmuşum meğersem. Neyse, çok sıradan bir aşk filmiydi. Olur da bir gün hayatın gerçeklerinden kaçmak isterseniz izleyebilirsiniz.

Christmas On July 24 Avenue 2006

Başrollerde Miki Nakatani ve Takao Osawa gibi iki ünlü isim, gelin görün ki filmin çok bir cazibesi var diyemem. Nerdy görlün liseden (yoksa orası üniversite miydi?) kalma bir aşkı var, hayatını mangalarda yaşıyor, derken derken sevdiği adam geri döner (Tokyo'da mıydı acaba?) ve olaylar gelişir. Komikli gibi görünse de (ben bun aldandım) pek değil. Yani bence izlemeyin, gerek yok ama yine bir önceki film için de dediğim gibi olur da kaçış ihtiyacı duyarsanız...


Close Range Love 2014

Hepsi böyle ütopik aşk filmleri ama bu ayrı bir olay yani. Öğretmenine aşık olan ne kadar genç varsa mazallah hepsini gaza getirir bu film. Tabi ki birçok insan gibi "Aaa Yamapi" deyip filmi izledim ama benim Yamapi'yle olan tek geçmişim Tomorrow's Joe filmidir, NEWS zamanlarını bilmem, belki de bu yüzden Yamapi'ye olan sevgim -varsa eğer- o film kadardır. Başroldeki Nana Komatsu'nun maşallahı var, pek güzel hanım kızımız, çok da genç, önünde uzun yıllar var. Baştan sona, her ayrıntısıyla bir klişeler filmi. İzlerken şaşırmayacaksınız.

Sweet Little Lies 2011

İsmine bakınca aklınıza amerikan dizisi pretty little liars geliyor olabilir ama lütfen gelmesin, ilgisi yok. Muhtemelen bu listedeki en iyi ve aradığım şeyi içeren tek filmdi. Üç yıllık evli bir çift, kadın resmen ideal bir eş, peluş ayıcıklar yapıyor ama onları satmıyor, hamarat mı hamarat sakin mi sakin, kocasına en ufak bir itiraz da bulunmuyor, gel gelelim adam tam bir şero, oyun odasına giriyor çıkmıyor saatlerce, kapıyı da kilitliyor herif. Derken derken şaşırtıcı olmayan bir şekilde ikisi de başka kişilerle bir ilişki yaşamaya başlıyorlar. Miki Nakatani ve Nao Omori'nin başrollerini paylaştığı film baştan sona kadar insanın sinirlerini bozuyor. Sinematografik olarak da oldukça başarılı.


Initiation Love 2015

Bir romandan uyarlanmış filmin başrollerini Shota Matsuda ve Atsuko Maeda paylaşıyor. Bu iki filmi (sweet little lies ve bunu) ardı ardına izlemek hiç iyi olmadı benim için. Resmen içimde bir erkek nefreti baş gösterdi. Hele şu filmde aslında neler olduğunu anlayana kadar çocuğa ettiğim hakaretin haddi hesabı yok. "İnşallah aldatılırsın, dünyadaki bütün kötülükler senin başına gelsin, kızın ayaklarına kapanıp af dileyesin, tek başına geberip gidersin..." ve bilumum başka beddualar. Ya şimdi spoiler vermeden bu film anlatılmaz o yüzden spoilerdan etkilenen arkadaşlar bu noktada yazıyı okumayı bırakabilirler. Diyeceğim özet olarak şu filmin güzel olan iki özelliği var, seksenlerde geçmesi ve senaryonun efso oluşu. Finalde şok etmemesi mümkün değil.

SPOİLER

*
*
*

Filmin sonunda kızın aslında ikisini birden yürüttüğünü öğrendiğimizde benim öfkem pek dinmedi aslında. Zaten önceki filmin etkisi mi bilinmez sürekli kızdan tatsuya olan suzuki yeni kızla takılırken onun da başka bir veletle takılmasını bekliyordum. O yüzden pek şaşırmadım aslında, her ne kadar tamam kız oyuncu çıktı falan filan ama bu tatsuya olan arkadaşın bunu bilmediğini düşünürsek kıza yaptıkları çok pislikçeydi yani, açık konuşalım. Hem kızı hamile bırak, sonra vur kır bağır, aldatması ayrı, durup dururken atar yapmalar falan, artisliğin kime olm? Yuki olan suzuki'ye de ayrı bir ayar oldum, saniyeler içinde kızın köpeği oldu, tamam bir yokluk yaşamışsın ama biraz haysiyet abiler... bi ibrahim sadri olamıyonuz yani, paramız yok da haysiyetimiz var diyeceksiniz, vuracaksınız kapıyı, bunu da ben mi öğreticem. bu filmden anladığım şey şu; bütün insanlar pisliktir.



SPOİLERIN SONU

E YAZININ DA SONU

Cuma, Haziran 24, 2016

y'nin kuyruğu

10.06.2015

orijinde oturuyorum. doğduğumdan bu yana dört şehir ve sekiz ev değiştirdim. yine de on dokuz yıl boyunca her yaz döndüğüm bu sabit nokta belki de hayatımın da referans noktasıdır.

her şey burada başladı gibi geliyor, neden? ilk uykusuzluklar, halüsinasyonlar, kişilik bölünmeleri... etrafta kimse olmadığında hissettiğim güven ve özgürlük duygusu. sıkılmadan, bunalmadan yalnızca ben olarak saatler, günler, aylar geçirmek. yalnız olmak. yalın olmak. sadece ben olmak. sade ben.

ne zaman bıraktım cümlenin baş harfini büyük yazmayı? yine de kalemi elime aldığımda yılların alışkanlığı, değişmiyor. büyük bir b yapıyorum, y'nin kuyruğunu bazen kesip bazen bir yılan kadar uzatıyorum. ö'ye ya da ü'ye iki ayrı nokta koymaya çok üşeniyorum. hala çok çirkin el yazım ve yazarken sık sık harf atlıyorum, konuşurken de yutuyorum. sürekli bir telaş ve tembellik arasında sıkışıyorum.

dört beş yıl öncesinden kalan edebiyat dergilerini okuyorum. çoğu zaman beğenmiyorum şiirleri, şimdikileri de öyle, bazen de çok seviyorum. bir şiiri sevdiğim zaman; onu sesli okuyorum, içim kıpır kıpır oluyor, yazanı bulup öpeceğim geliyor, hiç tanımadığım insanlar, bir anda aşık oluveriyorum.

şimdi durmuş, orijinde oturuyorum. son zamanlarda kendi kendime fazla konuşamadım. aslında genel olarak pek konuşmadım. böyle okuyup yazıp izleyerek geçirdiğim bu sevimli günlerde insanlarla olmadığım için sakin, huzurlu ve mutluyum. en fazla fazla filmdeki karakterlere kızıyorum. yine de kendime dair farklı şeyleri de sormaya ve anlamaya başlıyorum. her sorunun cevabını bulamıyorum şüphesiz ama sorgulamaya başlamak için de önce fark etmek gerekiyor.

böyle zamanlarda bir insana ihtiyaç duyuyorum. benimle ilgili hiç bir anısı olmayan, duyumu da olmayan biri. önyargısız yaklaşacak biri demek istemiyorum, bunun imkansız olduğunu daha önce konuşmuştuk. ama nasıl desem, ben o kişi için koca bir sıfır olmalıyım. ve sonra anlatmak istiyorum. cevabını bilmediğim soruları sormak istiyorum. ama herhangi birisi olmamalı. ona güvenebilmeliyim, saygı duymalıyım. ve onun söylediklerini yüz on yaşındaki bir dededen dinler gibi dinlemeliyim. biliyorum çok şey istiyorum ve bu olmayacak ama... bana akıl verecek birine ihtiyacım var. gerçekten. 

orijinde oturuyorum. beynimin bir köşesinde alarmlar yanıp sönüyor: hikaye, mesaj, sinopsis, senaryo, oyuncular, mekan, dekor, storyboard, çekim planları. hepsini iteliyorum.

artık içim rahat değil, ne olacağımı bilmemek canımı sıkıyor, acelesi yok buluruz dedim yıllarca ama işte üniversiteye geldim. sanat sonuçta dedim, sinemadan sıkılamam gibi geldi, bir sene boyunca farklı okullara ve bölümlere geçmeyi düşündüm durdum ama yine de sinema en iyisi gibi göründü. sıkılmak istemiyorum, güzel bir beş yıl geçirmek istiyorum, çalışma masasına zincirlenmek bana göre değil ama sürekli insanlarla iletişim halinde olmak da öyle. yapmak istemediğim bir şeyi yapamam, sevmediğim bir şeyde başarılı olamam, ne ceza ne ödül sistemi harekete geçiriyor beni, bu hayatta tek bir motivasyonum yok onu ya da bunu yapmak için. sadece yazıyorum çünkü o yemek içmek nevinden bir ihtiyaç. ama o bile zorunlu kılındığında bir işkence olabiliyor.

sol ayağım uyuştu. bir şarkı dinlesem mi diye düşünüyorum. senaryo yazmak zorundayım. o filmi çekmeliyim. çekmek istiyorum da. iyi bir film olmasını istiyorum. her şeyimi ortaya koyup gerçekten iyi bir şey çıkarmak istiyorum. ne biçim ne biçem olarak klişelere sıkışamam. kısa filmin sınırları beni zorluyor. eğer uzun metraj çekebilecek olsaydım bu seksen dakikalık, sakin ve kimilerine göre sıkıcı bir film olurdu. karakterler akıllı veya yakışıklı olmazlardı, yalnızca küçük değişimler görürdük. ama bir kısa filmde ne yapacağımı bilmiyorum.

bu aralar sürekli gelecek hakkında düşünüp çıkmazlara giriyorum. belki de çekmem gereken film budur. gençlerin gelecek endişesi üzerine falan. of, şimdiden içim bayıldı.
geçen sene bugünlerde çektiğim bir kaç video kaydını buldum. lysye girmeden önce yine buradaymışım ve bu sefer ders çalışmaya çalışıyormuşum. genelde sınavda hakkında şeyler söylüyorum. bütün dediklerim anlaşılmıyor.
"...yalnızca otuz saniye..."
"...bu ben değilmişim gibi, başka biriymişim gibi..."
"... inşallah hepimiz için en hayırlısı olur..."
"...hayallerim büyük değil, küçük hayallerim var o yüzden gerçekleştirebileceğime inanıyorum..."

Çarşamba, Haziran 08, 2016

bir takım zırvalıklar


oniki.ondokuz

güneş tepede. bulutların ve perdenin arkasından bir yol bulup içeri giriyor. rahatsız etmiyor. hayatımda ilk kez dinlediğim bir şarkı. iki dakikada bir telefonuma dokunup mesaj var mı diye bakıyorum. önemli bir şey olduğundan değil. sadece... bakıyorum işte. başka bir şey yapamadığım için. bir takım programlara çağırılıyorum ama gidemem. başım ağrıyor ve uykum var. elektronik gitar güzel bir şey. başı ağrıyan insan bunu dinlemez diyor olabilirsiniz. belki de haklısınız. bir takım japonlar. çalma listesi üçten fazla şarkıyı geçemeyeceğimi söylüyor. saçmalık. bu keman konçertoları canımı sıkıyor. dolabımın üstündeki kemanıma bakıyorum, tuvalim de orada. iki günde bir düzenli olarak resim yapmayı ve keman çalmaya yeniden başlamayı düşünüyorum.

ah, bildiğim bir parça. kafam dumanlı, melankolik hissediyorum, depresyona bir kaç adım. "hayırlar ola," diyor arkadaşım, cevap vermiyorum. dört mevsim bahar yaşayanlardan biri. sıkıntı değil, böyle insanlar da olmalı ama henüz bunun farkına varmış değil. sana, dedim dün, dört mevsim bahar. hayır dedi, yaz hissediyorum şuan. çalma listesini kapattım, canım istediğinde geçemeyeceksem anlamsız. şimdi ezan okunmaya başladı, onu dinliyorum.

bugünlerde durup durup leyla ile mecnun izliyorum, yeniden keşfediyorum sanki. dizi çekmek zor, şimdi bir de yönetmenin gözünden bakıyorum da olaya, büyük emek var diyorum. izleyenler bilir, dizinin kitlesine kazandırdığı mı desem empoze ettiği mi desem, bir jargon vardır. insanların diline yansır ve tahmin edebilirsiniz, bu adam izlemiş diyebilirsiniz. bu arkadaşın da diline yansımıştı işte ama öğrendim ki diziyi sevmiyormuş, çok şaşırdım. peki bu jargonun sende ne işi var? biraz kavga ettik, benim için insanlar ikiye ayrılır dedim, izleyenler ve izleyenler, zorla mı sevmiyorum dedi, sevmezsen sevme be dedim -bok -at -atlar da sıçar -yürü git -çok ayıp gidersem görersin -hareketlere bak tip seni -hatırlıyor musun hani bir kez... 

konu dağıldı. ve hatırlamıyordum.

hafızası bana göre çok daha iyi. onu dinledikçe ne kadar yaşlanmış olduğumu hissediyorum. aynı yaştayız sözde, bambaşka bir dünya. neredeyse tamamen çocuk. bunu ona sakin bir anda söyleyince kabul ediyor gibi ama çocukça davrandığını söylesem inkar eder, çok şey bilir kendine göre, bazen hoşuma gidiyor bu çocuk masumiyeti, gülüyorum. bazen de çok sinirleniyorum, hiçbir şeyden haberi yok. daha kötüsü habersiz olduğundan da.

oniki.kırk

başımın ağrısı artıyor. biraz uyumalıyım. bu şekilde devam edemem. ama yatmak istemiyorum. hiçbir hayalim yokken ve umudum, o yatağa girmek istemiyorum. işkence oluyor.