Cumartesi, Nisan 27, 2013

Yüz Yaşında Camdan Atlayıp Kaybolan Adam



"Ne okuyorsun? Adı ne?" 
"100 Yaşında Camdan Atlayıp Kaybolan Adam" 
"?!?"

Merhaba, yine bir kitap eleştirisiyle karşınızdayım sayın dinleyiciler… (Sadece dinleyici olmalısınız, bir türlü geri dönüt alamadığıma için diyecek bir şey bulamadım.)

Öncelikle… Hayır, fantastik bir roman değil. Yani NSA ile benim sandığımız gibi gökdelenin tepesinden atlarken solucan deliğine girip paralel bir evrene geçmiyor. Gayet de normal bir şekilde, huzur evinin ilk katındaki odasının penceresinden usulca çıkıyor kahramanımız.

Kitabın adı öyle uzun ki ilk başlarda ne okuyorsun sorularına cevap verirken kafamdan uyduruyordum.
-"Yüz yaşına geldiğinde aniden camdan atlayıp ortadan kaybolan adam."

Kitabın arkasındaki yazıyı paylaşayım hemen çünkü net bir şekilde içeriği açıklıyor.

Maceralarla geçen uzun bir yaşamın ardından Allan kendini bir huzurevinde bulmuştur ve bu tesisin artık hayattaki son durağı olduğuna inanmaktadır. Tek sorun, sağlığının onu terk etmeyi reddetmesidir. 

Sonunda bir gün 100 yaşına basar. Herkes onu huzur evinin büyük salonundaki kutlamada beklemektedir: Belediye başkanı, basın ve tesisin tüm çalışanları. Fakat Allan bu törene katılmayı istemez. Bir karar verir:
 
Camdan atlayacak ve...

Ve Allan ikinci değil bu sefer üçüncü baharında, kendini geçmişindeki maceraları aratmayacak bir serüvenin içinde bulur. Kendinden bir hayli "genç" olan 67 yaşındaki sinsi hırsız Julius, pek çok meslekte neredeyse-uzman olan Benny, yol üstünde sığındıkları evin ağzı bozuk sahibesi orta yaşlı Güzellik ve onun sirk kaçkını olan minik Sonyasıyla (koskoca bir fil) İsveç yollarında büyük bir kaçış başlar. Yanlarında Allanın "tesadüfen" ele geçirdiği içi para dolu bir bavul, peşlerinde de Kova, Cıvata, Patron ve benzerlerinden mürekkep tuhaf bir suç örgütü vardır...

Tabii bir de Allan’ın o uzun mu uzun geçmişi! 100 yaşındaki adamımız Allan Karlsson; General Franco, Harry Truman, Çan Kay Şek, Stalin gibi dünya liderlerinin bazen dostu olmuş bazen de onların hışmına uğramıştır. 20. yüzyılın o acılı tarihi, Allanın kişiliğinde absürt ve tesadüfi bir hikâyeye dönüşür.

Şimdi kahramanlarımıza biraz daha ayrıntılı bir şekilde göz atalım.

Allan: Allan Emmanuel Karlson. Üç yıl okuduktan sonra okulu bırakıp patlayıcılarla ilgilenen İsveçli Allan. Hiç hazzetmediği iki şey var: Siyaset ve din. Buna rağmen bütün hayatı politik oyunların içinde geçiyor. Gelmiş geçmiş en kaygısız insan. Her şeyin “oluruna” bırakılması gerektiğini düşünen biri. Yıllarca kumsalda uzanıp hiçbir şey yapmadan yaşayabilir. En düşkün olduğu şey alkol. Bunun dışında hiçbir şeyi önemsemiyor.

“Allan bu konuyu düşündü. İspanyol tarzda ya da başka herhangi bir tarzda devrimle ilgilenmiyordu. Bu yalnızca zıt istikamette başka bir devrimin patlak vermesine neden olurdu.”

Julius: Eğlenceli bir karakter olmakla birlikte çok da marjinal değil. –Bir Allan değil yani :D- Kendisi usta hırsız ama hırsızlık artık onun için bir hobi haline gelmiş. Komşusunun kazağını çaldıktan sonra boyayıp kendisinin olduğunu iddia edebilen biri.

Benny: yaklaşık 30 yıl üniversite okumuş ama hiçbir bölümün mezuniyet sınavını vermemiş daimi öğrenci. Bunu yapmasının nedeni ise verilen bursla pek rahat bir şekilde hayatını idame ettirebiliyor olması. Ama bir gün burs kesilir ve Benny bir iş bulmalıdır. Biraz veteriner, biraz doktor, biraz avukat, biraz mimar ve biraz bla bla bla olan Benny kalkar sosisli sandviç dükkanı açar. –Buradan ne anlıyoruz? 30 yıl okusak da bir işe yaramıyor :D-

Güzellik: Tramalı tüfek misali küfür eden bir kadın. Nefes almak kadar doğal bir şey olmuş bu durum artık onun için. Ayrıca sirkten kaçmış bir fili kendine evcil hayvan almış. Almıştan ziyade bulmuş aslında. Sevdiği için de gizlemiş.

Bir de bunların kendinden çaldıkları çantanın peşinde olan Patron -ya da Kargı- ile Allan ve Julius’un suçlu olduğunu düşünen polis ekibinden dedektif Arronson ve Savcı Ranelid var. Ama bunlarda detaya inmeyeceğim.

“Konu öfekeden delirmeye gelince Savcı Ranelid şu anda kendisinin aynı durumda olduğunu hissetti. Karşısında oturarak Franco, Truman, Mao Zedong ve Churchill ile tanışmış olduğunu iddia eden 100 yaşındaki bir adamdan gerçekleri öğrenmeye çalıştığını yeni anlamıştı.”

Allan 1905’te doğmuş. 100 yılı da öyle hareketli geçirmiş ki –Bali’de 15 yıl boyunca yattığı zaman hariç- insan özenmeden duramıyor. Bu olaylar esnasında da gitmediği yer kalmıyor. İspanya’ya gitti. Hatta bir ara Güney Kore’ye gitmeye de niyetlendi ve Kuzeye kadar geldi. Ama sonra Mao’nun verdiği parayla bahsi geçen Bali’ye gitti.

Yazarın üslubu oldukça mizahi, bu okumayı eğlenceli hale getiriyor. Bununla birlikte ilk başlarda kitap bir türlü ilerlemek bilmiyor. Olaylar net değil. İlk 60-70 sayfa böyle ilerlediyse de sonradan acayip zevk aldım. Çok iyi bir sondu, bu yüzden gözümde daha da bir yükseldi. Bittiği için pek üzüldüm.

Allan çok şey görüp geçirmesine rağmen aslında oldukça saf olduğuna karar verdi. İnsan öylece yatıp ölmeye karar veremezdi. Bunun elbette ertesi gün uyanma riski de vardı.

Ayrıca yazar siyasi olayları gayet objektif bir biçimde anlatıyor. Yani evet hemen hemen bütün liderlerle inceden inceye dalgasını geçse de zaten siz o olayların uydurma olduğunu anlıyorsunuz çünkü bütün bunları Allan ile aralarında geçen ilişkilerde göz önüne seriyor. Asıl anlattığı şey siyaset olmadığı için ortalığı karıştırmadığı iyi olmuş.  

“Allan orada daha fazla durup bu hakaretleri dinlemeye devam etmeyecekti. Moskova’ya yardım etmeye gelmişti, azar işitmeye değil. Artık Stalin bu işi kendi başına yapmak zorundaydı.
-“Aklıma bir şey geldi.” Dedi Allan.
-“Ne?” dedi Stalin öfkeyle.
-“Neden o bıyığı kesmiyorsunuz?”
Bununla birlikte yemek sona erdi çünkü tercüman bayılmıştı.”

İşte böyle saygıdeğer dinleyiciler. Çerezlik bir kitap değil ama masa başında okunması da gerekmiyor hani. Okuyun, okutun diyorum. Görüşmek üzere!

Salı, Nisan 16, 2013

Mary Lawson - Gölün Kıyısında



BİR KİTAP!!! (Bakınız Stefan Zweig-Satranç, Dr.B'nin sevinci)

“SON, hiç umulmadık şekilde geldi; ve üstünden çok uzun akit geçinceye kadar ortada ona uzanan bir olaylar silsilesi bulunduğunu göremedim… Bir şeyin başlangıç noktasını bulmaya çalışırken ne kadar geri gidebileceğine dair bir sınır yok elbette. Bu arayış insanı Adem'e  hatta daha da öncesine götürebilir. Fakat bizim ailemiz için o yaz mevsimi, pratikte her şeyin başlangıcı sayılabilecek kadar feci bir olay olmuştu. Söz konusu olay ben yedi yaşımdayken, temmuz ayının sıcak ve durgun bir cumartesi günü yaşandı ve normal aile hayatımızı sona erdirdi; neredeyse 20 yıl sonra bile hala bu olaya nasıl bakmam gerektiğini bulmakta zorlanıyorum.”

Ön kapağında ise Washington Post’tan bir yazı var:
“Gecenin geç saatlerine kadar sizi ayakta tutacak, bittiği için üzüleceğiniz bir kitap. Ve ardından tanıdığınız herkese okutmaya çalışacaksınız.”

Herkes bilir ki kitapların %98’i için böyle şeyler yazar ve bazen bunlar tamamen uydurma olabilir. Birkaç kez mağdur olan her insan evladı, atılıp-tutulanlara bağlı kalmamak gerektiğini bilir. Bununla birlikte şimdi başlı başına bir istisnadan bahsedeceğim, hazır olun.

Kitabın adını ilk duyduğumda arkadaşım okuyordu: Gölün kıyısında.
Güzel isim. Ama bu bir şey ifade etmez. –Güzel kapaklara sahip olan kitaplar gibi-
Tabi ki ikinci merak konusu olan şey yazardı. Mary Lawson.
Hala hiçbir şey ifade etmiyordu.

Mary Lawson Kanada’da doğmuş ve hikâyede orada geçiyor. (İnsanların yüzde kaçının bu yolu izlediğini merak ediyorum.)

Aynı arkadaş –ki kendisiyle çok yakın olmamıza rağmen zevklerimiz çok nadiren uyuşur- kitabı övdü ve okumam için ısrar etti. Minnettarım. Müthiş bir kitaptı. Tartışmasız.

Üslubu sıcak ve samimiydi. Dürüst. Hemen yanı başınızdaki birini dinliyormuşsunuz gibi hissettiriyordu.
Aynı zamanda tedirginlik doluydu ve bunu iliklerinize kadar hissedebiliyordunuz.

Kahraman bakış açısıyla yazılan kitaplar bazen can sıkıcı olabiliyor, ben herkesin ne düşündüğünü bilmekten hoşlanırım çünkü. Sınırlandığımı hissedersem bu çok rahatsız eder beni. Bununla birlikte bakış açısına rağmen sınır yoktu, oldukça esnekti. Okuru harekete geçiriyordu. –zihnen tabi-

Karakter tamamen olgunlaşmamış ama bu kötü bağlamda söylediğim bir şey değil, aksine işi daha da eğlenceli hale getiriyor. Düşünceleriniz daha serbest bir ortamda, özgürce şekillenebiliyor. Belli kalıplar içine koyup, “şu şudur, bundan gayrisi de yoktur” dememiş yazar. Keskin hatları olmayan, yuvarlak bir karakter. Olayları ne kadar kendi açısından anlatsana size dilediğinizce yorumlama hakkı veriyor. İnsanın ufkunu genişletecek bir kitap olduğunu düşünüyorum, ilk sayfasından itibaren düşündürtmeye başlıyor. Bunu zevkle yapıyorsunuz, bir insanın psikolojisini keşfetmek var ucunda çünkü. Üstelik sadece anlatıcının değil, diğer karakterlerin ruh dünyasının üzerinde de değerlendirme yapabiliyor, derinlere inebiliyorsunuz.

İşte bu yüzden muhteşem bir kitaptı.

Aslında kitabı bitirdikten sonra yaptığım analizleri de paylaşmayı isterdim ama bunu yerine kitabı okuyun ve kendi analizinizi kendiniz yapın diyorum dostlar. Yine de kendimi durduramayacağım bir nokta var. Romandaki 4 kardeş hakkındaki ilk izlenimlerimi yazacağım.

Katie
Olayları anlatan arkadaş. Diğerlerinden bahsetmek için önce ondan başlamalıyım. Katie, SON diye bahsedilen olay gerçekleştiğinde 7 yaşındaydı. O yaştaki bir çocuk için bunun ne kadar zor anlaşılabilecek olduğu konusunda hemfikir olacağımıza eminim. Matt isimli küçük ağabeyine olan düşkünlüğünü kitabın ilk sayfalarında hissediyoruz ve sonuna kadar da devam ediyor bu duygu yoğunluğu. Geçmişe dönüşler yapıyor, hatta kitabın büyük bir kısmı geçmişteki anılarından oluşuyor. O diğerlerini yargılarken, siz de artık 27 yaşında bir profesör olan Katie’yi yargılıyorsunuz

Luke
SON olayı olduğunda 19 yaşındaydı. Kendisinden hiç beklemeyen bir başarı sergileyerek öğretmen okulunu kazanmıştı. Ve bu onların küçük çiftçi bölgesi olan Kuzgun Gölü için bir ilkti. Katie onun “sorunlu” damgasını aldığından bahsediyor. Cümle tam olarak şöyle:
“… Luke daha hayatının başlarında “sorunlu” rolünü üstlenmeye göz dikmişti.”

Bu cümleden tahmin edeceğiniz üzere Luke; kavgacı, yaramaz, derslerle uzaktan yakından ilgisi olmayan, en başarılı olduğunu konu anne-babasının-tansiyonunu-yükseltmek olan bir çocuk. Haliyle böyle bir çocuk böyle bir başarı gösterince şaşkınlıkla karşılanması normal oluyor. Bütün tersliğine, sinir bozuculuğuna rağmen ilk sayfalardan beri en sevdiğim karakter Luke oldu.

Katie’nin Luke için kullandığı başka bir cümle de şu:
“O olay olana kadar varlığımızın farkında olduğunu –veya umursadığını- hiç sanmıyorum.”
Ama Luke kesinlikle tahmin edeceğimizden çok daha iyi bir çocuktu ve bunu ileride açıkça görecektik.

Matt
Kız kardeşleriyle ağabeyine göre çok daha yakın. Ayrıca kitabın odak noktalarından biri –ve kitaba adını veren- de zaten Matt ve Katie’nin göl maceraları… Matt öğrenmeye hevesli, zeki bir çocuk. Aslına bakarsanız bana verdiği ilk izlenim örnek-çocuk havasıydı. Hani bizde vardır ya bazı komşu çocukları –ki hep akıllı, zeki, terbiyeli, uslu olur bunlar- işte Matt onlardan biriydi. Bununla birlikte ileride göreceğimiz bir başka şey de Matt’in o kadar mükemmel olmadığıydı. Katie onun hakkında her zaman pozitif şeyler söylese de –ve bu yüzden onun fazla iyi olduğunu düşünüyorsunuz- hayır, kesinlikle mükemmel değildi. –hatta bence oldukça zayıf kişilikli biriydi-

Bo
İşte 2 numaram! Olay olduğunda henüz bir bebekti, yani tek yaptığı sorun çıkarmaktı. O kadar problemliydi ki okurken ben deliye döndüm. –bacaklarından tavana asmak arzusuyladolmuştum- Zaten bezden çıkmak bilmedi, tam bir işkence! Luke gerçekten takdir edilesi bir varlıktı ve her şeye rağmen Bo sempatimi de kazanmayı başardı.

Dediğim gibi bunlar sadece ilk baştaki düşüncelerimdi. Bittiğinde artık biliyordum. Luke konusunda haklıydım, Matt konusunda, Bo konusunda haklıydım ve Katie konusunda da haklıydım.
-tatmin olma anı^^kehkehkeh-

Sonuç olarak kahramanlar müthiş işlenmişti. Ayrıca bu iyi kitap Kanada En iyi İlk Roman Ödülünü, McKitterick Prize’ı ve Evergreen Ödülünü almış.

Son olarak söylemem gereken bir şey daha var Washington Post ne demişse doğru demiş. Gecenin geç saatlerinde kitap hala elimdeydi ve anneannemin isyanları üzerine bırakmak zorunda kalktım, sabah kalktığımda ilk işim okumak oldu. Bittiği zaman gerçekten kötü hissettim, bir o kadar daha okuyabilirdim. Ablamın yanına gittim ve boynumu büküp: "Bitti." dedim.

Küçük Emrah Modu: Açık.

Ve tabi ki bütün aileme kitabı mutlaka okumalarını söyledim. Bununla birlikte kimse beni sallamadı, büyük ihtimalle duymadılar bile. Evet, ben ailenin kaale alınmayan çocuğuyum! :D

Sevgiler, Saygılar... 

Pazar, Nisan 14, 2013

Indie Rock ve Birleşik Krallık

Selam!

Bir önceki beni haksız çıkartmaya pek meraklı olan diğer ben bu yazıyı yazmam için pek çok takla attı. Neticesinde ağzının üstüne çarpma arzusuyla doldum fakat bunu yaptığımda zarar görecek tek kişi yine bendim. Bu yüzden bu yazıyı yazıp kurtulmaya karar verdim.
                
Saçmalamaya pek erken başladım. Limitimi doldurmadan konuya geçsem iyi olacak.

Bu yazı müzik konusunda görüşlerini pek beğendiğim, beni 3 harika grupla tanıştıran Ç’ye ithaf edilmiştir. Eh ne de olsa o grupları tanıtacağım değil mi?


1-Two Door Cinema Club


Böyle bir takım daha yok kardeş… 2007’de kurulan grup 3 kişiden oluşuyor: Alex, Kevin ve Sam.

Sam ve Alex böyle küçüklükten beri kankeytalarmış, böyle müziği pek seviyorlarmış ama bir şey eksikmiş. Sonra biri gelmiş, adı Kevin’miş, bakmışlar ki bu da bizim kafadan, hadi grup kuralım demişler. Böylece Kuzey İrlanda’dan -yani Birleşik Krallık’tan- muhteşem bir indie grup ortaya çıkmış.


                İlk büyük başarılarını 2010’da Kitsune Music etiketiyle yayınladıkları Tourist History ile kazanmışlar. Daha sonra aynı albümle İrlanda’nın en prestijli ödüllerini birini kazandılar: Choice Müzik ödülü. Sonra bir turneye çıkmışlar ki –hem de Phoneix, Metronomy gibisinden gruplarla- gezmekten ayaklarına kara sular inmiş.

Benim prensiplerimden biri de bir şarkıyı ikinci kez sarmamaktır. O zaman şarkının cılkı çıkıyor benim için. Mesela artık heartbreaker, tonight, beautiful hangover seviyorum ama dinlemiyorum, neden?  Çünkü zamanında şarkıları dinlemekten öldürdüm. Ama TDCC geldi, iki muhteşem şarkıyı önüme bir koydu. Sar sar dinle, sar sar dinle. Öldüm bittim yahu. Şimdi açıklıyorum, evet. Karşınızda Sun ve Something Good Can Work! (Çağrı ve Selin için aranot: ya ne olacağını sanıyordunuz? Öldüm ben bu şarkılara.)


What you Know, Next Year, Sleep Alone, Phoneix, You’re not Stubborn, Poker Face, I can talk, This is a life, Come Back Home, Costume Party gibi şarkılarını –hemen hemen yaptıkları ne varsa- da seviyorum. Ama yukarıdaki ikili ayrı bir muhteşem.

Alex Trimble grubun solisti, diğerleri de vokal olarak geçse de %95 Alex söylüyor. Adamın muhteşem bir sesi var. Bir de ne zaman görsem elinde alkol var, aklıma Duman geldi. İçip içip duruyor. -Hatta Siroz olduğundan şüpheleniyorum.- Acaba Alex’in de mi o sesi bulması için ihtiyacı var? Ya da soruyu değiştiriyorum. Neden Duman’ın solisti içince o seste söylemiyor? Neyse, aynı zamanda adam boynunda asılı bir gitarla dolaşıyor. -Tabi süs olsun diye taşımıyor o gitarı-


Sam Halliday grubun gitaristi, Kevin Baird ise bassisti. Aralarında anlam veremediğim bir çelişki var. Bildiğimiz üzere genelde elektronik gitar çalanlar gitar çalarken kendinden geçerler. -Bunun en büyük ispatı da CN Blue-Jonghyun’dur- Ama Kevin bass gitarla manyıyor abi. Sam onun aksine gayet relax, bir şey mi oldu ki? havasında.

TDCC yayını burada sona ermiştir.


2-Snow Patrol

Kuzey İrlanda + İskoçya’da, sonuç olarak yine Birleşik Krallık’ta kurulmuş bir başka grup...  İlk başlarda indie yapıyorlarmış ama sonradan birden bakmışları yaptıkları müziğin genresi kaymış, alternatif rock olmuş. (Ç bu konuda ilk başlarda da alternatif müzik yaptıklarını söylüyor.)

Snow Patrol tanımanız pek muhtemel bir grup. Hiç olmadı adını duymuşsunuzdur. Zira Örümcek Adam 3 filmindeki Signal Fire onlara aittir. Aslında pek eski bir grup, diskografileri teeeey 1997’ye dek uzanıyor.

 

İlk kayıtları piyasaya sürülmüş ama pek tutulmamış. Sonra yıl 2003 olunca Polydor Record gelmiş ve bu şirketle birlikte piyasaya sürülen albümleri Final Straw öyle tutulmuş öyle tutulmuş ki İngiltere'deki yüksek satış rakamları sayesinde dört kat platin plak ile ödüllendirilmiş. 2006’da Eyes Open’ı çıkarmışlar, o da yine bir satmış pir satmış.

Şu anda grubun 5 üyesi var. Gary Lightbody (ana vokal) Paul Wilson (bas gitar) Jonny Quinn (bateri) Nathan Connely (gitar) ve Tom Simpson (Klavye).
Nathan zaman zaman geri vokal olarak, Gary gitar çalarak, Jonny perküsyon çalarak, Paul de vokal olarak iş görebiliyor. –Paul deyince benmişim gibi oldu, tuhaf hissettim- Bu arada Gary biraz tuhaf biri. Tuhaf yani.

 

Called Out in the dark, Chasing Cars, Chocolate, Fallen Empires, In the End, Just Say Yes, New York, Open your Eyes, Run, You could be happy, What if the storm Ends sevdiğim şarkıları. Ama aynı Two Door’da olduğu gibi Snow Patrol ne yapsa severmişim gibi geliyor. En en sevdiğim parçaları ise This is Everything You are… Muhteşem…

Birçok MV’sini sevsem de saçma olanlar da yok değil. Ama bizim önceliğimiz şarkılar, o yüzden heyheyhey modundayım, umurumda olmuyor yani. Tabi ki bütün bunlar Gary’nin tuhaf biri olduğunu gerçeğini değiştirmiyor.

Gary Lightbody


3-Arctic Monkeys

                İşte ismini duymuş olma ihtimaliniz çok daha yüksek olan başka bir grup! Yine Birleşik Krallık, yine bir indie rock grubu… İrlanda ve İskoçya’dan sonra sıra İngiltere’de…

                Bir zamanlar evleri yan yana olan iki çocuk varmış, Noel gelince ailelerinden hediye istemişler: bir gitar! Bunların diğer arkadaşları ise davul çalıyormuş ama ne çalma iki notayı bir araya getiremiyormuş. Çocukluk hevesi bu ya, sol’dür, do’dur bir şeyler uydurmuşlar. Yıl olmuş 2003, ilk konserlerini vermişler. Hem de tam 13 kişiye! Bir sene sonra falan bir arkadaşları demolarını nete koymuş, derken patlayıp gitmiş. Herkes Arctic Monkeys’i konuşmaya başlamış, gazeteler e radyolar işin haber kısmına bakmışlar. Webden ünlü olmuşlar ama konserleri tıklım tıklım oluyormuş. 2005 Mayıs’ta kendi imkanlarıyla ilk plakları olan “Five Minutes With Arctic Monkeys” den 1000 tane satmışlar. Egoları pek bir tavan yapmış olmalı ki röportajlarında, plak şirketlerine saç savurup, “Buraya kadar onlarsız gelebildik, artık neden ihtiyacımız olsun ki?” demişler.


                Ama bu işlerin böyle gitmeyeceğini anlayınca Domino Records’la anlaşmışlar ama ergenler ya, altında kalırlar mı? “Biz onların amatör ruhlarını beğendik.” Falan demişler. Tabi 725.000 poundluk çeki ben aldım zaten değil mi?

Vikiden alıntı bölüm: İlk single’ları “I Bet You Look Good on the Dancefloor”, 17 Ekim 2005’te yayınlandı ve çıktığı gün 38,922 adet satarak İngiltere’de bir numara oldu. İkinci single’ları “When the Sun Goes Down” (ki sitelerinde “Scummy” ismiyle yayınlamışlardı), 16 Ocak 2006’da çıktı ve 40 tane fazla, yani 38,962 tane satarak yine bir numara oldu.
Albüm kayıtları Eylül 2005’te bitmişti. 30 Ocak 2006’da çıkması planlanan albüm, “yoğun talep” nedeniyle bir hafta erkene alınıp 26 Ocak’ta yayınlandı. Yine de şarkıların tümü de bir şekilde internette kolaylıkla bulunabilmesine rağmen “Whatever People Say I Am, That’s What I’m Not” çıktığı gün 118,501, ilk haftasında da 363,735 adet satarak İngiltere tarihinin bir günde ve bir haftada en çok satan albümü rekorunu kırdı. Albüm Amerika’da da indie bir grubun bir haftada en hızlı satan ilk albümü rekoru kırdı. İngiltere’deki kadar etkileyici değil tabii. Albümün ismi ise 1960’ların İngiliz filmi Saturday Night & Sunday Morning’den alıntıdır. Hatta albümde ki bir çok şarkının da, filmi anlattığı söylenir.

Grubun 4 üyesi var Alex Turner (Vokal, Gitarist) Jamie Cook (Gitarist) Matt Helders (Baterist) Nick O’Malley (Bassist) Aklıma gelmişken indie rock yapan Arctic Monkeys’in bir çok bestesini yapan Alex ergenken rap dinliyormuş. (Roots Manuva ya da gerçek adıyla Rodney Hylton Smith)

Bu da Alex Trimble,
bu da Alex Trimble. Evet, bence de hiç inandırıcı değil.

En sevdiğim şarkılarını henüz seçmedim. Mardy Bum, R U Mine, Fluorescent Adolescent, Evil Twin, Black Treacle, You&I, Suck and See, I bet you look good on the dance flor, Don’t Sit Down, The Hellcat Spangled Shalala, Humbug, Favourite Nightmare, Corner Stone… Bilmiyorum seçebilir miyim?

***

Harika bir fotoğraf değil mi? Yine Gary...
---Sonuç olarak; bu iç grubu da ayıla bayıla dinliyorum. Ve herkese ama herkese tavsiye ediyorum. Şu an saat çok geç olduğu için bu yazıyı muhtemelen 5-6 saat sonra yayınlayacağım. Ayrıca içmiş gibiyim. Ama bu gerçeği değiştirmez çünkü onlar gerçekten iyi müzik yapıyorlar!

Saygılar…